Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Kadınlar Gününe nasıl bakmalı?

8 Mart 1857’de ABD’nin New York kentinde hazır giyim ve tekstil fabrikalarında çalışan 40 bin işçi insanlık dışı çalışma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerin iyileştirilmesi talebiyle greve gitti. Polisin müdahalesi sonunda çıkan yangın çoğu kadın olmak üzere 129 işçinin ölümüne neden oldu.

Bu olay Dünya Kadınlar Günü’nün hareket noktasıydı. 1910’da II. Enternasyonal’e bağlı kadınlar toplantısında, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart’ın 1857’deki saldırı sırasında hayatını kaybeden kadın işçilerin anısına Dünya “Emekçi” Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerdi. Bu öneri oy birliği ile kabul edildi. Birleşmiş Milletlerin 1975 yılını Dünya Kadınlar Yılı ilan etmesi ve 16 Aralık 1977’de 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kararlaştırması ile birlikte süreç bugünkü biçimini kazandı. Birleşmiş Milletler’e göre kadınlara eşit hakların verilmesi dünya barışını güçlendirecekti. Geçen yıllar boyunca oy hakkına, ekonomik eşitliğe, bedene sahip çıkılmasına dair sayısız tema dillendirildi. İşçi kadınlara, köylü kadınlara, törelerin etki ve dayatması altındaki kadınlara sayısız gönderme yapıldı. Ama aradan geçen 150 yılda meydana gelen dönüşümlerle, başlangıçta antikapitalist ve eşitlikçi bir sosyalist hareketin simgesi olan bu gün giderek BM merkezli kapitalist-dünya sistemin sıradan kültürel etkinlikleriyle kutlanan bir güne indirgendi. Hatta kapitalizmin, kendisine karşı başlatılmış bir mücadeleyi ve onun bayraklaştırdığı günleri nasıl kendi tüketim kalıplarına uyumlulaştırmanın aracı haline getirdiğini en iyi gösteren örneklerden biri oldu 8 Mart.

TÜKETİM NESNESİ OLARAK KADIN

Bu konuda ufak bir internet gezintisi yapmak bile size sayısız sürpriz yaşatabilir. Örneğin, “bu gün sizin gününüz; işe kendinize bakım yapmakla başlamaya ne dersiniz? Bütün bir cilt ve vücut bakımı ile gününüze güzellik katın. Üstelik özel indirim fırsatlarıyla..Cilt bakımı, peeling, kalıcı makyaj, botox, ppx mavi ışık terapisi, bölgesel sıkılaştırma ve selüloit tedavisi...” türünden bir Kadınlar Günü kutlaması ile karşılaşabilirsiniz. Yahut dünya barışına katkı yapsın diye 8 Mart’ı Dünya Kadın günü ilan eden BM’nin göz yumduğu işgallerin neden olduğu insan hakları ihlallerinde binlerce kadının tecavüze uğradığını, kocalarını ve evlatlarını yitirdiğini, direniyor olduğu gerekçesiyle idama mahkûm edildiğini okuyabilirsiniz. Dünya Kadın Günü’nü içine alan haftada Irak’ta üç kadının idama mahkûm edilmesi ile Saddam Hüseyin’in tüm İslam âlemine göstere göstere Kurban Bayramı günü idam edilmesi arasındaki paralelliğe dikkat edebilirsiniz.

Bütün bu örnekler bize “önemli gün ve haftaların” tam da kendilerini ihdas eden ya da kutlayanlar tarafından içeriksizleştirildiğini, anlamından soyulduğunu gösteriyor. Bu tıpkı başörtülü kadınların kamusal alandan dışlanmasını savunanların, ironik bir biçimde, kadın özgürlüğünün iddialı savunucuları olmaları durumuna benziyor. Bu açıdan bakıldığında, ayrımcılığa, eşitsizliğe ve özgürlüklerden yoksun bırakmaya karşı mücadele amacıyla tasarlanmış stratejik oluşumların, yine siyasal ve söylemsel kuşatmalarla sisteme dâhil edildiği görülüyor. Salt kadıncı olmayan, ama kadınları da mağdur eden bir sisteme karşı mücadelenin ‘kadınca’ boyutunu vurgulayan Dünya Emekçi Kadınlar Günü, giderek sadece kadın sorunları odaklı bir tartışma alanına çekiliyor. Bu, özgürlük mücadelelerinin evrensel içeriğinden ve kapsayıcı doğasından uzaklaşma riskini de içeriyor.

Bunun için, sorunları, kaynaklarını ve çözüm yollarını yeniden ele almakta yarar var. Kadın meselesini küresel ölçekli kapitalist yayılmanın doğurduğu sorunlardan ayırarak yahut -Türkiye özelinde olduğu gibi- başörtüsü sorununu görmezden gelerek kadın özgürlüğü ile ilgili kısıtları aşmak mümkün görünmüyor. Başörtülü kadınların temel özgürlüklerinden bazıları kamusal alan söylemleri üzerinden sistematik olarak engellenmekteyken -üniversite, iş ve ehliyet sınavları dâhil her türlü sınava girme ve eğitim alma hakkı; başörtülü olarak çalışma hakkı; kamusal kütüphanelerden hatta zaman zaman kamusal sağlık kurumlarından yararlanma hakkı; üniversite kampüslerinde bedenen bulunma hakkı, kamu çalışanlarının meşhur “özel alanlarında” başlarını örtme hakkı ve daha birçok temel hakkın gasp edilmiş olduğu bugünlerde- hangi mübarek kadın gününü kutlayabiliriz. Bu temel haklar için mücadele vermeyi dışlayan hangi hareket gerçekten kadın merkezli ve özgürlükçü olabilir? Irak’ın işgali bağlamında tüm emperyal siyasetlerin lanetlenmesi söz konusu olmaksızın, BM’nin bu işgallerdeki rolü bütün açıklığıyla ortaya konulmaksızın Ortadoğulu ya da Kafkasyalı kadınların hakları nasıl savunulabilir? Ya da onların şiddet, tecavüz ve öldürmeden korunma temel hakkına atıfta bulunmadan tartışılabilecek bir hakları söz konusu mudur? Bu sorular, önemsenmesi, ısrarla sorulması gereken sorulardır. Unutmamalıyız ki, Martin Luther King’in yahut Gandhi’nin ya da diğer hak savaşçılarının gündemleri bunlardan fazla ağır ya da fazla farklı değildi. Tekelleri kırmaya dönük tüm hak mücadelelerinin gerekçeleri bugün ülkemizde ve genelde coğrafyamızda fazlasıyla mevcuttur. Siyahlarla beyazların aynı okullarda okumasını savunurken King de ben-zer ayrımcılıklara karşı mücadele ediyordu. O halde, kuru kutlamalardan fazlasını gerektiren bir hak ihlali söz konusu bugün ve bunlara dair gerçekçi, kalıcı ve ısrarlı bir mücadele zorunluluğu var. Bugüne kadar hep işgalcilerin perspektifinden bakıp Doğulu kadınları özgürleştirmekten söz edenler için ikincil meseleler olabilir ama kökleri buraya ait olanların yaşamsal acılarıdır bunlar.

KADINCI DEĞİL İNSANCIL POLİTİKA

Bundan yaklaşık yetmiş yıl önce öldüğünde Virginia Woolf geride ana feminist metinlerden birini bırakmıştı: Kendine Ait Bir Oda’yı. Bu metnin en çarpıcı bölümlerinden biri Virginia’nın bir Oxbridge ziyaretinde kitaplığa girmek istemesi üzerine yaşananları naklettiği bölümdür. “Kendisine küçümseyerek bakan” bir bekçinin eliyle geri dönmesi istenmiş ve “hanımların ancak bir fakülte öğrencisinin eşliğinde ya da bir tavsiye mektubu ile kitaplığa girebilecekleri” söylenmiştir kendisine. Bugün yetmiş yıl önceki muhafazakâr, erkek-egemen İngiliz geleneğinin bile gerisine düşmüş durumda olduğumuzu hatırlamak gerek. Artık bir refakatçinin yahut tavsiye mektubunun bile çözemediği geçiş sorunları var üniversitelerin kapısında. Ama bütün bu benzerliklere karşın beklentilerimizde, önceliklerimizde farklar var elbet. Bizler Virginia gibi yalnızca “kendimize ait odalar” ve “yeterli para” değil, erkeklerimiz ve çocuklarımızla birlikte çalışabileceğimiz, üretebileceğimiz, direnebileceğimiz şenlikli odalar, kapıları ardına kadar açık çalışma alanları istiyoruz. Bireysel bedenlerin içine sıkıştırılmış söylemlerle küresel zulüm mekanizmalarına direnilemeyeceğini düşünüyoruz. Kadın ve erkek bedenlerinin kendilerine değil Allah’a ait ve birbirine emanet olduğuna inanıyoruz. Bu içiçeliği ve birbirimize dayanma gücünü yitirdiğimizde Bourdieu’nin dediği gibi “gerçek” insanlar olma imkânını da yitireceğimizden endişe ediyoruz. İşte o zaman geliyor peeling’in ve botox’un zamanı. O zaman işgalciler kirli çizmeleriyle odalarımıza girecek ve kadın erkek ayrımı gözetmeden herkese tecavüz edecek utanmazca iktidarı vehmedebiliyorlar kendilerinde. Biz, kadınların kürtaj hakkını değil bebeklerin yaşama hakkını savunuyoruz. Onun için kadıncı politikalardan insancı ve insanca politikalara evrilmek gerektiğini düşünüyoruz. Önceliklerimiz ve duyarlıklarımız farklı ama yine de bizden önce ya da bizimle birlikte yaşamış binlerce kadın ve erkekle benzer özgürlük rüyaları görüyoruz. 8 Mart’ı ve 9 Mart’ı ve 10 ve 11 Mart’ı ve diğer bütün günleri bu özgürlük alanlarının genişlemesi için, genişlemesi adına geçirmek, kutlamak, karşılamak ve öylece uğurlamak istiyoruz.

Yeni Şafak, 8.3.2007

Alev ERKİLET

09.03.2007


 

Milliyet, 8.3.2007

09.03.2007


 

Çankaya kalesi

Doğan Güreş’in Habertürk’te söyledikleri, Cumhurbaşkanlığı makamının stratejik değerini özetliyor. Eski Genelkurmay Başkanı, Çankaya’nın sistem içinde bir supap olduğunu, Sezer’in vetolarla bu supabı açtığını ve tepkileri önlediğini belirtiyor ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması halinde bu mekanizmanın ortadan kalkacağını öne sürüyor.

Evvelki gün Hasan Cemal yazdı. Demirel, Özal’ın öldüğü gün Çankaya’ya çıkma kararını şu gerekçeye dayandırmış: “Eğer Çankaya, buralara fren yapmak isterse, çok iyi fren yapıyor ve devlet de çalışamaz hale geliyor. Ve Türkiye bundan zarar görüyor.”

Baktığınız yere göre her iki tanımlama da doğru. Cumhurbaşkanlığı makamı, seçimle iş başına gelen yasama ve icrayı dengeleyen bağımsız bir güç. Daha ötesi yargı üzerinde de ağırlığı var. Cumhurbaşkanı muhalefet üzerinden bürokrasinin devlet içindeki temsilcisi olarak görev ifa ediyor. Frenin üzerinde Cumhurbaşkanı var; ağırlığını bir tarafa verdiği zaman direksiyonu tutanlara rağmen istikameti değiştirebiliyor. Askere göre supap, seçilmiş siyasetçiye göre fren. İkisi de aynı kapıya çıkıyor: Türkiye mayıs ayında yeni cumhurbaşkanı seçmeyecek; müstahkem Çankaya Kalesi için girişilen bir savaşın galibini belirleyecek. Bu yüzden mayıs ayına kadar karşımıza çıkacak gündemlerin çoğu, bu savaşın mevzî muharebeleri olacak. Bu kalenin düşmesi, bazıları için savunma derinliğinin tamamıyla kaybolması anlamına geliyor.

Devlet içindeki mevki ve makamları savaş alanı olarak görmek akla aykırı. Kendi içinde savaş halinde olan bir devletin kendisine bile hayrı olmaz. O zaman şu soruları sormalıyız: Cumhurbaşkanlığının parlamenter sistem içinde bu kadar ağırlık taşıması, bir supap veya fren olması doğru mu? Tek bir kişi canı istediğinde frene basar, canı istediğinde ağırlığı ters istikamete verirse demokratik sistem nasıl işletilir?

Parlamenter sistemi uygularken bu denge mekanizması için ödediğimiz bir bedel var. Sistem rasyonel-hukukî bir sistem olmaktan uzaklaşıyor. Kişiselleşiyor. Her kişiselleşmenin başına gelen sonuçla karşılaşıyor: Keyfîleşiyor.

Türkiye’nin rasyonel çalışan, hızlı karar veren ve çevik hareket eden bir devlet cihazına ihtiyacı var. Bunun için yerel yönetimler reformu başta olmak üzere, kamu yönetimi siteminde radikal değişikliklere gitmesi gerekiyor. Eğitim sisteminin çağın ve ekonominin gereklerine ayak uydurması şart. Bürokrasi, ellerindeki güç azalacağı için fren mekanizmasını devreye sokarak reformları engelliyor. Devlet içindeki iktidar mücadelesinin yine rasyonel bir devlet yönetimini imkânsız hale getirmesi, aynı mekanizma sayesinde oluyor. Halk hükümeti besliyor, yetkiyi veriyor; bürokrasi ise kanını emip paçavraya çeviriyor. Partiler itibar ve güç kaybediyor. Siyasal yelpaze bir türlü durulmuyor. Halkın demokrasiye olan inancı ve güveni azalıyor.

Bütün bunlara “rejimi korumak” adına katlanıyoruz. Aslında koskoca Cumhuriyet’in bir tek kişinin ağırlığı ile korunmasının siyasal sisteme ve rejime itibar kaybettirdiğini göremiyoruz.

Doğrusu ne?

İki seçenek var: Ya Anayasa’nın 104. maddesindeki yetkileri kaldıracak ve cumhurbaşkanlığını parlamenter sisteme uygun hale sokacaksınız; ya da bu makamı icraya ve yasamaya engel olmakla görevli bir denge unsuru olmak yerine, uyumlu ve tamamlayıcı bir güç haline getireceksiniz.

İşte o zaman rejimin de, devletin de gerçek koruyucusu devreye girecek. Kim bu koruyucu? Hukuk Devleti’ne yakışan bir yargı. Bürokratik dengelerin yerini hukukun aldığı rasyonel bir siyasal sisteme; devletin, halkın çıkarlarını en iyi şekilde gerçekleştirebilme yeteneğine sahip olduğu bir siyasal düzene sahip olacağız. Hepimizin hukuktan çıkarı olacağına göre, keyfîlikten uzaklaşıp hukuk devletini bütünüyle koruyup kollayacağımız bir evreye geçeceğiz. Unutmayalım: Sadece hukukun dengeleyici ve frenleyici gücü rasyonel işleyen bir sistemi ortaya çıkartabilir.

O zaman devletin ve milletin âlî menfaatleri için Çankaya Kalesi’nin düşmesi gerekmektedir.

Zaman, 8.3.2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

09.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004