Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Yeryüzünü canlılar için O hazırladı.

Rahman Sûresi: 10

13.04.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Duâ ederken diz üstü oturun, sonra "Ey Rabbim, ey Rabbim" deyin.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 107

13.04.2007


Namazın ve ibadetin mânâsı

Birinci Nükte: Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani, celâline karşı, kavlen ve fiilen “Sübhanallah” deyip takdîs etmek; hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen “Allahuekber” deyip tâzim etmek; hem, cemâline karşı kalben ve lisânen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip, şükretmektir.

Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem, ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te’kid ve takviye için şu kelimât-ı mübâreke, otuz üç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hulâsalarla te’kid edilir.

İkinci Nükte: İbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp, kemâl-i Rubûbiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani, Rubûbiyetin saltanatı, nasıl ki ubûdiyeti ve itaati ister; Rubûbiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekàisten pâk ve müberrâ ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu tesbih ile, “Sübhanallah” ile ilân etsin.

Hem de, Rubûbiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde “Allahuekber” deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona ilticâ ve tevekkül etsin.

Hem, Rubûbiyetin nihayetsiz hazîne-i rahmeti de ister ki, abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyacâtını suâl ve duâ lisâniyle izhâr ve Rabbinin ihsan ve in’âmâtını şükür ve senâ ile ve “Elhamdülillah” ile ilân etsin.

Demek, namazın ef’âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlâhîden vaz’ edilmişler.

Sözler, s. 44-45

Lügatçe:

tesbih: Allah’ın zatında, sıfatında ve fiillerinde bütün noksanlardan uzak olduğunu ifade etmek.

tâzim: Hürmet, büyük saydığını gösterecek şekilde güzel muamelede bulunma.

kavlen: Sözle, sözlü olarak.

takdîs: Mukaddes bilme.

lâfzen: Sözlü olarak.

tekbir: “Allah en büyüktür” mânâsına gelen “Allahuekber” kelimesini söyleme.

ezkâr: Zikirler.

te’kid: Kuvvetlendirme.

kelimât-ı mübâreke: Mübarek kelimeler.

dergâh-ı İlâhî: Allah’ın huzuru.

abd: Kul.

kemâl-i Rubûbiyet: Allah’ın yarattıklarını terbiye ve idare etme sıfatının mükemmelliği.

kudret-i Samedâniye: Herşey kendisine muhtaç olan Allah’ın gücü.

rubûbiyet: Allah’ın terbiye, tedbir ve idare ediciliği.

ubûdiyet: Kulluk.

nekais: Noksanlar, eksiklikler.

müberrâ: Temiz, kusurdan uzak ve arınmış.

efkâr-ı bâtıla: Batıl fikirler.

muarrâ: Yüksek, temiz, kötülükten uzak.

kemâl-i kudret: Allah gücünün mükemmelliği.

azamet-i âsâr: Eserlerin büyüklüğü.

istihsan: Beğenme, güzel bulma.

ef’âl: Fiiller.

akvâl: Sözler, konuşmalar.

tazammun: İçine alma.

13.04.2007


Bir yıldız daha kaydı

Siz, hiç musalla taşında sessizce yatan bir ölü gördünüz mü? Benim de sorduğum soruya bak, elbette görmüşsünüzdür. Peki şöyle sorayım, hiç durup uzun uzun ibretli gözlerle düşündünüz mü? Bir gün yüzde yüz bizlerin de o taşta bir namazlık saltanatımızın olacağını tefekkür ettiniz mi?

Ecel bu, ne zaman geleceği genç ihtiyar hiç fark etmeyeceği, Azrail’in ise hiç mi hiç şakası olamayacağını düşündünüz mü?

Öyle ya hiç dikkatimizi çekmeyen şu musalla taşında yatan da bir gün gençti. Bizler gibi hayatta idi. Gülüyordu, seviyordu, ağlıyordu, hayalleri vardı. Ya şimdi acaba hangi âlemlerde dediğiniz ve kendi ölümünüzü düşündüğünüz oluyor mu?

“Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” diyen Yunus çok haklı değil mi?

Kırık dökük, toprağı kaymış, üzerindeki çiçekleri solmuş garip bir mezarlıkta hayalî yattığınızı ve yatacağınızı hatırladınız mı?

Silinmeye yüz tutan o mezar taşlarındaki isimleri okudunuz mu?

Bir gün, bütün sevdiklerinizden ayrılıp başka bir âleme gideceğinizi bu yolculuğun ise kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın olduğunu bilmem düşündünüz mü?

Bu sözler belki de bir çok insana soğuk gelebilir. Tıpkı ölüm gerçeği gibi.

Almanya’nın Stuttgart şehrindeyim. Genç kızlarla sohbet edeceğim. Genç kızlara sordum “Size ölümden bahsedeyim mi?” diye. Bir teyze “Gençlerle hiç ölüm üzere sohbet olur mu?” demez mi?

Ben ise “Neden teyzeciğim, gençler ölmüyorlar mı? Onlar ölümsüz mü? Oysa ölüm de hayat gerçeği gibi kesin ve yaşanacak gerçeklerden değil mi?” dedim.

Yine Frankfurt’ta hanımlara sohbet edeceğim. “Ölümden bahsedelim” dedim, bir hanım ayağa kalktı “Hocam, başka konu bulamadınız mı şimdi durup dururken insanların huzurunu kaçıracaksınız” demez mi?

Oysa Efendimiz (asm) “Hayatın lezzetini acılaştıran ölümü çok zikredin” demiyor mu? Gençlere ölümden bahsetme, hanımlara ölümden bahsetme, aman alınırlar diye ihtiyarlara hiç bahsetme, peki ölüm gibi bir gerçek kime nasıl bahsedilecek?

Gözümüz önündeki en büyük meselemiz ölüm gerçeği değil mi? Böylesi her insanın yüzde yüz yaşayacağı olay ölüm karşısında, lâkayt kalmak o idam-ı ebedî olan, ehl-i dalâlet için sonsuz bir hapis olan kabir gerçeğinden kurtulmanın çaresini aramak lüzumlu değil mi?

İdam-ı ebedî, nihayetsiz kuyuyu, ebedî âleme, saadet saraylarına, nurlar âlemine açılan kapıya çevirmek hadisesi, bizim bu dünyadaki en büyük hadisemiz.

Ona lâkayt kalmak, düşünmemek, konuşmamak, hazırlanmamak başımıza yüzde yüz gelecek olan ölüm gerçeğini değiştirir mi?

Bu yolculukla gözünü kapatmak veya lakâyt kalmak insana bir fayda sağlamaz ki, sadece gözünü kapatan kendine gece yapar.

Âlem-i ervahtan başlayan bu yolculukla insan, dünya misafirhanesine et ve kemiğe bürünerek gelir. Gelmesiyle beraber hayata çığlık atması da bir olur. İşte bundan olmalı ki hayat çığlıkla başlar, hıçkırıklarla son bulur.

İnsanın hayata çığlıklar atarak gelmesi, aynı zamanda onun hayata merhaba demesi değil midir? Büyür, evlenir, bu defa da daha başka hayatlara merhaba der. Bu merhabalarda bu defa çığlıklar değil sevinçler vardır. Bu sevinçleri paylaşmak için genç kız ise beyaz gelinlikler giydirilir. Hayata veda ederken de fani âlemden ebedî âleme göçtüğü için, bu defa sevincin yerini hasret almış, acı almış, ayrılık almış, gözyaşı almıştır bu defa ki kostüm ise beyaz kefendir.

Demek ki her insanın ruhlar âleminden başlayan yolculuğu rahm-ı maderden, çocukluktan, gençlikten, kabirden, berzahtan, sırattan ve haşirden geçecek. Böyle bir yolcunun öyle birine dayanması gerekir ki, ölümün karanlığından, kabirden, mahşerin hududundan, sırat köprüsünden hakîmâne geçilebilip saadet-i ebediyeye mazhar etsin.

Ölüm o kadar kat'î ki, bu günün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm bir gün başımıza gelecek. Bu dünya nasıl ki gelenler ve gidenler için bir misafirhanedir, öyle de bu zemin yüzü dahi acele hareket eden yolcuların yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği vardır.

Ey insan düşün, sen alaküllihal öleceksin. Ama yok! Nedense nefsimizden gelen sesi dinlesek ebedî bu dünyada kalacak gibi, hep Azrail başkalarının kapısını çalacakmış gibi.

Sevdiklerinin beklenmeyen ölümü karşısında ağlayıp dövünen, gözyaşı döken insan nedense kendi ölümünü hiç düşünmüyor, ‘Benim halim ne olacak acaba, kazanacak mıyım veya kaybedecek miyim?’ demiyor.

Büyük randevu bilmem nerede, saat kaçta?

Peki o büyük randevu için hazırlanıyor muyuz? Hazırlanmak ne gezer, ne mezara bakmaya, ne cenaze görmeye, ne de ölüm konuşmaya cesaretimiz var. Hatta öyle ki evini mezarlık görmesinden rahatsız olanlar bile var.

Rahmetli annemin evi ile cami arasında küçük bir sokak vardır. Bir gün anneme giderken baktım caminin bahçesinde musalla taşında bir mevta yatıyor. Herkes birbiri ile muhabbet ediyor, mevtanın etrafında hiç kimseler yok. Biraz seyrettim, sonra apartmanın kapısına doğru yürüdüm. Sıcak bir yaz günü gençler merdivenin basamaklarına kızlı erkekli oturmuş muhabbet ediyorlar. Ben birden gençlere “Gençler ölüm var, biliyor musunuz?” dedim. Hepsi şaşırdı, hiçbir şey demediler ve birbirlerine baktılar. Ben apartmandan içeri girerken, arkamdan bir genç şöyle söyledi: “Galiba teyzenin başına güneş geçmiş”

Oysa “Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden / Soruversem, haberin var mı öleceğinden“ diyor Necip Fazıl Kısakürek. Ben de gençlere sordum ama gençlerden aldığım cevap işte ortada. Demek ki kimsenin öleceğinden fazla haberi yok gibi.

Bediüzzaman da canlılar için canlı cenaze diyor. Ne kadar gerçekçi bir benzetme.

Değil mi şu musallâ taşına yatan mevta bir gün önce bizler gibi canlıydı. O da akıp giden hayat selinin bir damlasıydı. Onun da ne ümitleri, hayalleri vardı.

Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim şu dünyayı âlem-i ervah için bir bayram yeri yapmamış mı? Bu bayramı da senelere, asırlara, haftalara, günlere ayırmış. Her bir ruha da, ona münasip ceset verip bir defaya mahsus bu dünya misafirhanesine göndermemiş mi? Resmigeçiti biten, kulluk vazifesini yapan, yine kendini yaratan Yaratıcıya dönmüyor mu?

Bu dünyada oyun ve oyalanması bitenin son durağı musalla taşı değil mi?

Osmanlı padişahlarının musalla taşını saltanat koltuğuna çok yakın yaptırmalarının sebebi, saltanat ile musalla arasından fazla mesafenin olmadığını unutmamak için değil mi?

İnsan hayatta her şeyi inkâr etse, şu ölüm gerçeğini inkâr edemiyor. Ölüm de, hayat gibi bir mahlûktur. Her gün gözümüz önünde sevdiklerimizin ölümünü yaşarken insan nasıl kendi ölümünü hatıra getiremiyor?

İşte bunlardan bir tanesini geçtiğimiz günlerde hep beraber yaşadık.

—Devam edecek—

Esra Nuray SEZER

13.04.2007


Mehmet Emin Birinci'den Hatıralar

Üstad beni İstanbul’a istiyor

1953 senesi içinde Üstad Bediüzzaman tekrar İstanbul’a gelmiş bulunuyordu. Bir gün bir telgraf aldım. Telgrafta ‘Üstad seni İstanbul’a istiyor, acele gel’ deniyordu. Bu telgraftan birkaç gün önce Millî Eğitim Müdürlüğü’nce ortaokul mezunlarına öğretmenlik için ihtiyaç olduğu ilân edilmiş, ben de müracaat etmiştim. Talebelere îman hakikatlarını anlatmak hissi galebe çaldığı için Aziz Üstadın dâvetine icabet etmeme hamakatını gösterdim. Hata ettim. Fakat kısa bir zaman sonra tokadını da yedim.

Gerçi kısa sayılacak zamanda çocuklara çok şey öğrettim, örnek hareketler gösterdim. Hem dünyevî, hem uhrevî meseleleri birleştirerek akıl, kalb ve vicdanın nurlanmasını temine çalıştım. Fakat bütün bunlar Hz. Üstadın hizmeti yanında bir zerre bile olamayacağını sonradan öğrendim. Ama iş işten çoktan geçmişti.

Vazifeme son verildi

Uzun kış gecelerinde akrabalarımızdan yanında kaldığım Ahmed Dayının evinde sohbet eder, Risâlelerden okurduk. Vazifeye başladığım iki ay olmuştu. Bir Cumartesi, okulu tatil edip, bazı talebelerle çarşıya iniyorduk. Kasabaya yaklaştığımızda jandarma ve polisle dolu bir jip önümüzden geçti. ‘Kimbilir nerede vukuat olmuş da bunlar oraya gidiyorlar’ dedik. Meğer vukuatı yapan bizmişiz. Bizim menzilimizi basmaya gidiyorlarmış. ‘Sen misin büyük Üstadın dâvetine icabet etmeyen, kaderin adaletine bak da gör’ dercesine ehl-i dünyanın tazyikiyle muvakkat vazifemize son verilmek istenildi. Nihayet valilik emriyle vazifemize son verildi.

Hâdise şuydu: Diyarbakır Öğretmen Okulunda okuyan bir arkadaşa küçük Tarihçe-i Hayat’tan göndermiştim. Orada arama yapmışlar. Arkadaş kitabı benden aldığını söylemiş ve adresimi vermiş. Bunun üzerine harekete geçilip, kaldığım evde birkaç Risâle zabtedilerek, savcılığa çıkarıldım. Bu kitapların yasak kitaplar olmadığını, hem yakında Rize Ağır Ceza Mahkemesinin iade ettiğini, binaenaleyh kitaplarımın geri verilmesini istedim. Savcılık, sorgu hâkimliğine intikal ettirdi. Sorgudan men-i muhakeme ile kitapları tekrar geri aldım. Tabiî bunlar yukarıda bahsettiğim gibi basit sebeplerdir. Bence esas sebep Üstadın dâvetine icabet etmememdir.

Son Şahitler, c. 4, s. 391

13.04.2007


Birinci Ağabeyi uğurlarken

Nur bahçesinden koptu nâdide çiçek

Dal ve yaprakta şebnemler gözyaşı oldu

Gelen nesil seni Nur hizmetkârı bilecek

Ardından sema ağladı gözleri doldu

Ömrünü verdiğin bu yüce dâvâ

Şan ve şerefle kıyamete kadar sürecek

Aklından geçmedi haktan gayrı mâsiva

Gayretinle Nur asrını hep ahfadın görecek

Nur kervanında sanki bir inciydi o

Ubudiyet ve takvada birinciydi o

Koca bir ömür Nur hizmetinde olan

Üç Mehmet’ten M. Emin Birinciydi o

Uzak âlemlerin rüzgârı vardı sende

Huzur ve sükûnet vardı dersinde

Bir bahar güneşini içinde saklardın sen

Derin duygular vardı o müşfik sesinde

Semânın efsunlu güzel yüzünden

Yarım asırdır parlayan bir yıldız kaydı

Şimdi uçuşuyor gözümde hatıralar

Ölüm haktır, fakat biraz geç olsaydı

Üstadına kavuşmak için âlem-i ervahta

Bir Nur hizmetkârı yükseklere kanat açtı

Uzak iklimlerin ılık olan havasında

Çiçekler âşina olmadığımız kokular saçtı

Gecenin zulümâtına sarılıp kalmadın

Daima aydınlığa ve Nura koştun sen

Ve son gün başlar üstünde yol aldın

Elbet herkesi öğütecek bu değirmen

Hasan ŞEN

13.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004