Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Medrese-i Yusufiyede bir başkan

* Konuşma özgürlüğümüz varsa,

* İfade özgürlüğümüz varsa,

* Eleştirme özgürlüğümüz varsa,

* Doğruyu görme hakkımız varsa,

* Yanlışı dile getirme hakkımız varsa,

* Vicdanımızı rahatlatma hakkımız varsa,

* Ahmet Levent’in cezası kamuoyu ile paylaşılıyorsa,

* Kamuoyu bireyi olarak; fikir özgürlüğüm, bir Anayasal hakkımsa; konuşmak, yazmak ve vicdanımı rahatlatmak istiyorum:

Kanunları, hukuku ve yargı sistemlerini mektebinde okumadım; ancak, yaşayarak öğrendim, biyolojik fizikimde hissederek ve acı çekerek öğrendim.

* Pedogojiyi

* Psikolojiyi

* Sosyolojiyi

* Taktik

* Politik

* Strateji’yi hayatımın taşlı yollarında öğrendim.

Kanun nedir, hukuk nedir, yargı nedir? mahkeme koridorlarında öğrendim...

Bu deneyim ve tecrübelerimin ışığında kamuoyuna faydalı olmak istiyorum: 17 Ağustos 1999, gece saat 03:05 sularında aletsel büyüklüğü 7.4 olarak açıklanan ve asrın depremi olarak nitelenen bir depremle uyandı Marmara...

Aynı tarihte, yine İhsaniye Belediye Başkanı olan Sayın Ahmet Levent; söz konusu depremi bütün şiddetiyle yaşamış, çoluk-çocuğu ile enkazdan çıkmıştır. Onun halkıyla nasıl ilgilendiğine, onların içinde nasıl yaşadığına, yediğine, içtiğine; çilelerine, acılarına, nasıl ortak olduğuna İhsaniye’liler, Gölcük’lüler ve KOCAELİ’liler şahittir.

07.01.2007 günü saat 14:00’da sevenlerinin şahitliğinde “Yusufiye’ye uğurlandı. İsimlerini tarihe yazdıran, nice halk kahramanları vardır ki; hapishanelerde, zindanlarda okumuş; yetişmiş, yazmış, yazdırmış; bir çoğu devletler idare etmiş, insanlığın saygılı ve sevgili birer fertleri olmuşlardır. Sayın Başkan Ahmet LEVET’in kader programının hangi ve kaçıncı sayfası yaşanıyor, bilemeyiz... Ancak bizim bildiğimiz; “CANCAĞAZIM” diye hitap ettiği,

* Dertliler,

* İşsizler,

* Çaresizler,

* Yoksullar ile birlikte bekleyeceğiz, sayın Ahmet LEVENT’ i…

07.01.2007 Pazar günü saat 11:30’da İhsaniye Belediye’si önüne geldiğimde,

Sayın Başkan Ahmet LEVENT’in “CANCAĞAZ” ları oradaydı. Hepsi de sanki 17 Ağustos’u tekrar yaşıyordu, ağlıyorlardı; çoğu üniversite mezunu... Ford Fabrikasında, Bingo’da, Lassa’da, Brisa’da, Goodyear’da, Kortsa’da, özel şirketlerde iş bulmuş ve onları işe koymuştu Sayın Başkan Ahmet LEVENT!

İçlerinden ikisi vardı ki, beni görünce daha da duygulanarak, sarıldı boynuma ve ağlayarak;

* Depremin merkezi Gölcük’te binlerce insan öldü, yüzlerce ev yıkıldı, bunların sorumlusu, suçlusu Ahmet LEVENT mi?

* Kendisinin Yargıtay üyesi olarak duyduğumuz birinin davacı olması neticesinde Başkanımız ceza aldı; eğer bu şahsın kızı, Gölcük Donanma Komutanlığı Karargâhında veya yıkılan herhangi bir binasında ölseydi, aynı duygusallığı gerçekleştirebilecek miydi? Sebebiyet verenleri bulabilecek miydi?

* Binlerce insan, aletsel büyüklüğü 7.4, yıkım şiddeti 11 olan asrın depremi sebebiyle ölmüştür.

Suç aranıyorsa;

* Bayındırlık ve İskân Bakanlığı suçlu

* Belediyeler suçlu

* Birçok mühendisler suçlu

* Ustalar, kalfalar suçlu...

Başkanımız; yoksulların, çaresizlerin, işsizlerin, garibanların lideri olabilir ama; eğer varsa, suçluların lideri asla! Bizim Başkan suçlu değil ki zaten! Bilirkişi raporlarını okuduk, kusuru yok ki... Bir Beyefendinin gönlü olsun diye ceza verilmiş; bu depremde tek, bu zatın kızı mı ölmüş? Gücü yetiyorsa; sadece kendi kızı için değil, diğer 20.000 insanın hukuku için mücadele etsin; bilirkişi raporlarındaki yüzde 35’liklerin sorumlularını hapise attırsın... Gelsin Başkanımız gibi;

* Fakirlere,

* Yolsullara,

* İşsizlere,

* Çaresizlere yardımcı olsun... Çok duyguluydu Sayın Başkan Ahmet LEVENT’in CANCAĞAZ’ı. Öptüm onu teselli ettim; sırtını okşadım...

Çok kalabalıktı Belediye’nin önü, iğne atsan yere düşmüyordu. Sayın Başkan Ahmet LEVENT evinden alınıp, Belediye’ye getirildiğinde ve insan selini gördüğünde;

* Çok duygulandı,

* Duygularına hakim olamadı,

* Kısa bir konuşma yaptı.

Bu bir hüznün duygusallığı değil, “ADAM GİBİ ADAM” olmanın verdiği hazzın ve lezzetin mutluluğu ve bir anlamda sevinç gözyaşları... Sokaktan kime sorulursa sorulsun, siyasî görüşü ne olursa olsun, Sayın Başkan için kimse olumsuz konuşmaz; üç kelime ile “ADAM GİBİ ADAM” ve bir “LİDER” der…

Asker ağlamaz, ama beni de ağlattın; güle güle Başkanım! Sen tahsile gidiyorsun “Medrese-i Yusufiye’ye”... Orada çok kitaplar okundu, yazıldı, çizildi; bu vatanın, bu milletin, bu insanların sana ihtiyacı var, kendine iyi bak. Hani bize derdin ya: “Arkadaşlar, ben güzel bir söz öğredim; Her şer, şer değildir, şerde de hayır vardır” aynen öyle... Elbette bu olayda da bir hayır vardır! Seni en kalbi duygularımla selâmlıyor, sağlıklı olarak aramıza ve görevinizin başına dönmenizi hasretle bekliyoruz.

Evet, biz dönelim asıl konuya: Sayın Ahmet LEVENT‘e;

*Alt mahkeme (yerel mahkeme) zaman aşımı sebebiyle reddediyor.

* Kocaeli 2.nci. Ağır Ceza Mahkemesi bilirkişi raporuna rağmen iki yıl ceza kesiyor,

* Oysa, Deprem öncesinde yapılan binalar; 1975 deprem yönetmeliğine göre yapıldığı ve deprem yüklerinin bu yönetmeliğe göre hesap edildiği bir gerçek!

* Bu yüklerin 4 katı, bir deprem olduğu da bir gerçek!

*Yıkılmayan binaların yıkılmayışı da “Es” ( ) dalgaların tabiî oluşumundan olduğu bir gerçek. (Yani “1” ile gösterilen “nokta” yıkım şiddeti 11’e maruz, “2 ve 3” ile gösterilen “nokta”lar aletsel büyüklüğü olarak, belki yıkım şiddeti 3, 4, 5’e maruz kalmış; sağlam yapıldı da yıkılmamış değil… Bu binalara güçlendirme yapılsa da, oturma izni verilmemeliydi, çünkü bina kiriş bağlantıları büyük sarsıntı nedeniyle darbe aldı; ufak sarsıntılarda bile yıkılabilir durumdadır.)

Netice olarak, Sayın Ahmet LEVENT’e verilen ceza bundan sonraki mahkeme kararlarına esas, örnek, Emsal ve İçtihat teşkil edecekse; hukukî problemler çok yaşanacak gibi görünüyor. Çünkü; olası bir Marmara depreminde “Mimar Sinan’ın Camisi yıkılsa, Koca Sinan mezarından çıkarılıp, yargılanacak demektir. Bu görüş, benden önce dile getirilmiş olacak ki, inşaat sorumluları yaptıkları binalardan 50 yıl sorumlu olacaklarmış; bu da çok bulunmuş, sanıyorum 15 yıl sorumlu olacaklarmış; yani 15 yıl öncesinde ölenlerin kemiklerine dokunulmayacakmış. (Sen rahat uyu Koca Sinan…)

Hepimiz biliriz ki, kanunlar ve cezalar caydırıcı, insanları doğruya yönlendirmek, kamu düzenini sağlamak, korumak ve hukukun temini içindir:

Şimdi; 2007 Deprem yönetmeliği var, deprem öncesi 1975 ve 1998 deprem yönetmelikleri vardı. Deprem öncesi 1975 deprem yönetmeliğine göre “deprem yükleri hesap edilmiş; şimdi 2007 deprem yönetmeliğine göre deprem yükleri hesap ediliyor... Kanun koyucular, kanun hazırlarken, teknik çalışmadıkları ve işin uzmanları ile görüşmedikleri anlaşılıyor.

*Bina yıkılmışsa yönetmeliğe göre yapılmış mı, yapılmamış mı?

*Projeye uyulmuş mu, uyulmamış mı?

*Demir bağlamada etriyeler, kiriş bağlantıları, kolon kiriş birleşim noktaları kontrol edilmiş mi? Tutanak tutulmuş mu ?

*Beton döküm, kontrol tutanağı tutulmuş mu, ilgililer karşılıklı imzalamış mı?

*Beton sulanmış mı, sulandığı şantiye şefi (mühendis olacak) tarafındantest ve kontrol edilmiş mi, evraklar imzalanmış mı? v.s. cezanın başlangıç noktası burası olmalıdır.

* Tabiatın devamlı jeolojik değişiminden,

* Esen fırtınaların etkisinden,

* Kullanılan malzemelerin zamanla yıpranmasından,

* Binanın hor kullanılmasından,

* Bakımsız bırakılmasından,

* Kolon kesilmesinden,

* Çatı arasına yük konulmasından,

* Komşu binanın, dâvâ konusu binanın üzerine yıkılmasından proje müellifi neden sorumlu tutulsun ki? Her yaptığı binaya nöbetçi mi koyacak veya bina sahibine binanın bakımını yaptır, neden kolon kestin?Şurasına bak, burasını yap gibi; hafiyelik görevi yok ki! Yönetmeliğe göre hesaplarını yapar, titiz kontrolleriyle işini takip eder, ruhsat alınır, iş yapılır ve iskân alınır, sorumlu mühendisin işi biter. Bunun aksi;

* Ceza vermek için kanun üretmek olur,

* Hatta bulunamayan, yakalanamayan hırsıza dayak atmak için; köy meydanında bütün köylüye dayak atmak gibi birşey... Efendim;

* Muhtemel bir depremde (hem de yıkım şiddeti 11) binalar yıkılacak, ölenler de olacak... (Sanki şimdi ölen yok! Trafikte, sabotajda, doğuda, denizde, eceliyle v.s. Her zaman, her yerde ve her an…)

* Farz edelim, toprak kayması çığ düşmesi ile binalar yıkılırsa ne olacak?

Toprak kayması ve çığ düşmesi tabiî afet de, deprem niye değil? Binaları mühendisler mi salladı da yıkıldılar?

* Gökten taş düşse, adam ölse veya bir binanın üstüne yıldırım düşse, insanlar ölse, kime hesap sorulacak?

2007 yılı deprem yönetmeliğinde böyle bir hesaplama yok. Bu durumda İTÜ’den bilirkişi raporu talep edilse, heyet; toprak kaymasını, gökten taş düşmesini meselâ yıldırım düşmesini, hangi ölçülere ve hesaplara göre değerlendirip rapor yazacak?

* Kanun başka

* Hukuk başka

* Yargı başka diye düşünüyorum. Yanlış bilmiyorsam; suçun fiiline göre kanun devreye girer, inceleme ve yargılama başlar. Hukuk sistemine göre vicdan da devreye girerek beraat veya ceza verilir diye düşünüyorum. Çok kıymetli hakim ve savcılarımızı tenzih ederek bazen de;

* Kişiye göre

* Kültürüne göre

* Sosyal sınıfına göre

* Etnik kökenine göre

* İnancına göre

* Siyasî görüşüne göre

* Başörtülü olup, olmadığına göre

* Parasına göre

* Diğer başka güçlere göre karar verilebiliyor. İşte o zaman hukuk’un üstünlüğü yerine kişi veya kişilerin, kurum veya kurumların, sistem veya sistemlerin üstünlüğü olabiliyor… Kısaca, hukuku oluşturan kavramlar dikkate alınmıyor, vicdan da hiçe sayılarak güdüleme ile ceza veya beraat verilebiliyor diye düşünüyorum. Türk ceza dosyalarında bu ifadelerin örneğine çok rastlanır. “Deprem İlâhî ikazdır” dendi, buna mukabil iki yıl ceza verildi. Bu ceza anayasanın 24. maddesine rağmen verildi, yani anayasa ihlâli… Siyasetçileri, politikacıları acımasız eleştirmek var, birilerini eleştirmek yasak; oysa, eleştiriler gerçekleri bulmaya, görmeye, tesbit etmeye, uzlaşmaya yarar. Bu ve buna benzer anlamlarda yargı ne demişse, doğrudur demek; doğru değildir. Hukuk’un üstünlüğüne ve yargının bağımsızlığına inanmak; devletimizin varlık ve bekası için, verilen cezalara saygı göstermek doğrudur, ancak; irade dışı ve mücbir sebep olan güçler ötesi güç, yani deprem gibi dâvâlarda kamuoyunu susturmak için ceza veriliyorsa, bu da bir çaresizliktir; diye düşünüyorum, eğer düşünme özgürlüğüm varsa… Sonuç olarak; aletsel büyüklüğü 7.4, yıkım şiddeti 11 ve asrın Marmara depremi 1975 deprem yönetmeliğine göre, verilen yüklerin dört katı büyüklüğünde bir deprem olduğu tekrar dikkate alınırsa, buna rağmen söz konusu bina sakinlerinin bina merdivenlerinden tahliye olmuşsa, komşu binanın üzerine yıkılması neticesinde dâvâ konusu binanın, hasar gördüğü bilirkişi raporunda belirtilmişse; yargı karar merciinin vicdanının tek tarafa yöneldiği anlaşılmaktadır; diye düşünüyorum. Yani; Krala kan lazım olmuş; etli, butlu, canlı, kanlı birisini bulmuşlar: “adetten olsa gerek”

-Senin kanını alacağız, ne dersin? demişler:

Adam gülmüş!

-Etli, butlu, kanlı, canlı; anlı, şanlı, makamlı, bakımlı olduğunu anladık da, neden güldüğünü anlayamadık demişler!

Kurban cevap vermiş: “Kanımı vermemek için krala müracaat edecektim, ne hazin ki o kanımı istemiş; bu talebinize ancak gülmekle cevap verebiliyorum” demiş.

Sayın Başkan Ahmet LEVENT de bu duygularla, hapse gülerek gitti.

Saygılarımla.

Aydın KARTAL

30.04.2007


Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Erdoğan ve Ağar

Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri, çoğu zaman sancılı geçmiştir. Demokratikleşme sürecinin hızlanması ile birlikte, bu sürecin daha sancılı bir hale geldiği gözlenmektedir. Bu süreç, demokrasinin tam zaferi ile sonuçlanana kadar, sıkıntıların yaşanmaya devam edileceği, son cumhurbaşkanlığı seçimleri ile bir kez daha bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır.

11. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecini, diğer bütün seçimlerden daha dikkatli ve büyük bir heyecanla izleyen Türkiye, daha önceki hiçbir Cumhurbaşkanlığı seçimine bu kadar ilgi göstermemiştir. Bu seçimleri heyecanlı kılan iki büyük faktörden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi, bu süreci çok başarılı bir şekilde idare ettiği söylenen Başbakan Erdoğan’ın, aslında çok büyük hatalar yapması, diğeri de CHP ve Genel Başkanı Baykal’ın bunalımı tırmandırarak, Erdoğan’ın önünü kesme stratejisidir.

Cumhurbaşkanlığı makamını,—kendi konumunda bulunan herkesin tabiî olarak düşüneceği gibi—kendisi için düşünen Başbakan Erdoğan, bu süreçte Türkiye’nin şartlarını ve dengelerini, dört sene boyunca başbakanlık yaptığı halde iyi hesaplayamamıştır. Bu yanlış hesabın neticesinde, hem kendi amacına ulaşamamış, hem de sağlıklı bir şekilde geçirilebilecek bu süreci istemeyerek de olsa kendi eliyle baltalamıştır. Bu durum, CHP ve Baykal için, tam da aradıkları bir ortam meydana getirmiştir.

Erdoğan’ın bir diğer önemli hatası da, başbakanlık yaptığı bu dört yıllık dönem boyunca, DYP ve ANAP’ı yok sayma ve böylece nisyana mahkûm etme taktiğidir. Bu taktik hem tutmamış, hem de bu partiler tarafından bir köşeye not edilmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin mahkemelik olmasının vebalini CHP’den ziyade bu iki partiye yüklemenin insafla bağdaşır bir tarafı yoktur. İstişare kelimesini ağzından düşürmeyip, göstermelik ve göz boyamaya dönük bazı temaslar ile zevahiri kurtarma ve bu süreci bile genel seçimlere dönük bir stratejiye alet etmenin Türkiye’ye büyük bir zarar verdiği görülmüştür. DYP ve ANAP’ın genel kurula katılmayacaklarına dair açıklamalarının hemen arkasında “Bunu, bedelini öderler’’ demenin başkaca bir izahı yoktur.

Başbakan Erdoğan’ın, sürecin başından beri izlediği metodun yanlışlığı net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kendi cumhurbaşkanlığını test etmeye dönük bir politikanın iflâsı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün adaylığını sanki bir mecburiyet sonucu açıklamış olmasının hoş karşılanmadığı görülmüştür. Doğru olan, bu açıklamayı çok daha önce yapmasıydı. TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç’ın da ‘’dindar Cumhurbaşkanı’’ vurgusunun gereksiz olduğunu da bu arada ifade etmeliyiz.

DYP Genel Başkanı Sayın Mehmet Ağar, 4,5 yıllık AKP iktidarı sırasında, hep yapıcı muhalefet yapmış, tenkitlerinin dozunu ‘’milletin menfaati ve demokrasi’’ eksenine göre ayarlamıştır. Demokratik tavrını, hükümetin bedel ödememek için ifade etmekten çekindiği konular dahil olmak üzere, açıkça ve mertçe her zaman ifade etmekten çekinmemiştir. YÖK, katsayı meselesi, başörtüsü, imam hatip liseleri ve Kur’ân kursları konularında demokratik misyona yakışır bir tavır ve üslûp geliştirmiştir. Son olarak toplantı yeter sayısı konusunda da, son ana kadar hiçbir tahrike kapılmamış ve CHP’nin tezini kabul etmemiştir. Bütün bunlara rağmen, Meclis oturumuna katılmama kararı’’ bir siyasî tavır,’’ ve ‘’muhalefet adabı’’ olmakla birlikte, duygusal bir yanının olabileceği söylenebilir.

AKP’nin son 4,5 yıl içerisinde, 2002 seçimlerinde % 9,6 oy almış ve alabileceği 40-50 bin oy ile 70-80 milletvekili çıkarıp büyük bir grup kurarak meclise gelebilme şansını son anda kaçıran bir partiyi ’’yok sayma,’’ ‘’muhatap almama’’ ve bir nevî ‘’istiskal’’ sayılabilecek tavrına tepki izleri taşıdığını söyleyebiliriz.

Aynı şekilde AKP’den iki yıl önce randevu istediği halde bugüne kadar müsbet bir cevap alamayan ANAP için de aynı şey söylenebilir. Siyaset esas itibariyle ileriyi görebilme, her şeyin hesabını çok önceden yapabilme ve kimseyi küçük görmeme san’atıdır. AKP ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, sahip oldukları meclis çoğunluğuna dayanarak, bu yanlışı yapmadığını kim söyleyebilir? DYP ve ANAP’ın Meclis oturumuna katılmamaları üzerine Erdoğan’ın ‘’Milletten gerekli dersi alacaklardır’’ söylemini terk edip mesajı doğru algılaması ve bundan sonraki rotasını buna göre belirlemesi gerekir. Aynı şekilde DYP ve ANAP’ın meseleyi bir kan dâvâsına dönüştürmeyip bu mesajı vermekle yetinmesinin ülkemizde demokrasinin tam anlamıyla yerleşmesi için zarurî olduğu aşikârdır.

DYP milletvekilleri Ümmet Kandoğan ve Mehmet Erarslan’ın genel kurula katılarak ortaya koydukları tavır, DYP’nin genel kurula katılmama kararını bir yerde dengelemiş ve DYP tabanının duygularına tercüman olmuştur.

Birinci tur oylamanın geçersiz sayılması için CHP’nin Anayasa Mahkemesine dâvâ açtığı bir sırada, Genelkurmay Başkanlığının muhtıra niteliğinde bir açıklama yayınlaması bizce doğru olmamıştır. Doğru olan demokratik ve hukukî sürecin işlemesini beklemekti. Bu tür müdahele ve açıklamaların, hiçbir işe yaramadığı, hedef alınanları güçlendirmekten başka bir işe yaramadığı tecrübelerle sabittir. Bu hususun göz önüne alınmamasını, bir talihsizlik saymak gerekir. Anayasa Mahkemesinin on bir üyesinin yedisinin Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer tarafından atanmış olduğu kaydını düşerek, bu incelemenin tamamen anayasaya uygunluk yönünden yapılıp karara bağlanacağına olan inancımızı burada belirtmek istiyoruz.

Sayın Ağar ve Sayın Mumcu, oylamaya katılmama kararlarının, birinci tur oylama için geçerli olduğunu, ikinci tur için yeni bir durum değerlendirmesi yaparak karar vereceklerini açıkladılar. Genelkurmay’ın bu açıklamasından sonra, verecekleri kararın demokrasinin ruhuna ve parti geleneklerine uygun olacağını ve tabanlarını rencide etmeyerek demokrasimizi güçlendireceğini ümit ediyoruz.

Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere, bütün taraflar için sağduyu, demokratik olgunluk ve hoşgörünün hakim olması gerekir. Birinci sınıf dünya ülkesi olmanın yolu buradan geçmektedir. Yoksa ikinci sınıf dünya ülkesi olmaktan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

[email protected].

Abdulkadir HACIÜZEYİROĞLU

30.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004