Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Tarih ne yazar?

Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanı seçimi konusundaki 367 kararı ve gerekçesiyle ilgili olarak tarih ne yazacak?..

Ya da önceki gün kalp krizinden kaybettiğimiz eski DEP milletvekili Orhan Doğan hakkında tarih nasıl bir not düşecek?..

Aklıma takılıyor:

Hangi tarih?.. Hangi tarihçi?..

Benim gözümde, 367 kararı da, Orhan Doğan’ı on buçuk yıl hapis yatıran zihniyet de demokrasi ve hukuk ayıbıdır.

Tarih de böyle mi yazacak?

(...) İnsanlığın birleştirici gücü! Bu deyiş, Gündüz Vassaf’ın “Tarihi Yargılıyorum”(*) isimli son kitabında geçiyor:

“Tarihimize bakıp aramızdaki farklılıkları abartırken, bizi birleştiren insanlığımızın hayret verici gücünü, teker teker ve hep birlikte neye muktedir olduğumuzu yadsıyoruz.”

Acaba insanlığımıza sarılsak, Kürt sorunu yaşanır mıydı? İnsanlığımıza sarılsak, şiddet yaşanır mıydı? İnsanlığımıza sarılsak, Orhan Doğan’lar onca yıl demir parmaklık arkasında yaşar mıydı?

(...) Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili 367 kararını hukukun eğilip bükülmesi ve siyasete alet edilmesi olarak nitelemiştim.

Kararın gerekçesi de çıktı. Yine farklı düşünmüyorum.

Bu kararın hukuk ve demokrasi adına bir ayıp, hem de çok büyük bir ayıp olduğu kanısındayım. Yüksek mahkeme, bir askeri muhtırayla siyasal baskıların rüzgârını da arkasına alarak vermiş olduğu bu kararla, Türkiye’de demokratik hukuk devleti fikrini geriletmiştir.

“Geleceğin tarihçileri bugünü nasıl yazacaklar?”

Gündüz Vassaf’ın bir sorusu.

Kitabında * ‘terzi tarihçiler’den şöyle söz ediyor: “Terzi vardır, müşterisini memnun etmek için kumaşı öyle diker, biçer ki, duruma göre olduğundan zayıf da gösterebilir, zarif ve görkemli de. Toplumun kırılma noktalarından, darbelerden sonra, geçmişi başka senaryolarla yazma siparişi verilen tarihçiler bu tür terzilerden pek farklı değil.”

Terzi tarihçiler hep olacak. Ama gerçek tarihçiler de...

367 kararı da, Orhan Doğan’ı on buçuk yıl hapse atan zihniyet de, hiç kuşkum yok, ileride bir demokrasi ve hukuk ayıbı olarak yazılacak gerçek tarihçiler tarafından...

İyi pazarlar!

* Tarihi Yargılıyorum, Gündüz Vassaf, İletişim Yayınları, Nisan 07.

Milliyet, 1 Temmuz 2007

Hasan CEMAL

02.07.2007


 

“Ya devlet başa; ya kuzgun leşe”

Ümraniye ile başlayan “çete soruşturması” emekli subaylar üzerinden sadece Silahlı Kuvvetler’e değil, siyaset üzerinden tarihin derinliklerine uzanıyor.

Karşımızda çıkar sağlamayı amaçlayan basit bir “organize suç örgütü” değil, “devlet üzerinden güç ve çıkar sağlamaya çalışan yasadışı örgütler” var. Silahlar, bombalar, ilişkiler hep yasadışı; ama bu yasadışılık bir ideoloji ile hayat buluyor.

Genelkurmay Başkanı’mızın, geçtiğimiz günlerde “Kuzey Irak’a operasyon” talebini yinelediği basın toplantısında, eksikliğinden şikayetçi olduğu “psikolojik harekât” işte bu çete ideolojisinin ruhsal gıdası idi. Ezbere tekrarlanan “Türkiye’nin Sevr şartlarına geri döndüğü” iddiası, bu çetelerin de hareket noktası. “Kuvva-yı Milliye” isminin yaygın olarak tercih edilmesi de bu yüzden. “Cumhuriyet tarihinin en büyük tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz” tezini ikide bir tekrarlayanlar ile bu çetelerin soluduğu ideolojik atmosfer, köşeleri belirgin tek bir dünyaya ait. Emeklisi ve muvazzafı ile askerler durumdan vazife çıkartıp, bu “psikolojik harekât”ı kendi inisiyatifleri ile yürütmeye kalktıkları zaman karşımıza bu çeteler çıkıyor.

Bu çete mensuplarının hepsi “vatansever”. Vatanı kurtarmak için giriştikleri fedakârlıklar ve üstlendikleri riskler, kullandıkları gayri meşru yöntemleri mubah hale getiriyor; çünkü “vatan işgal altında”. Çek-senet tahsilatları başta olmak üzere, mafyanın geniş iştigal alanı bu çetelerin hem yaşam hem de gelir kapısına dönüşüyor. Sonuçta vatanseverlik kestirme yoldan çok kazandırdığı için, herkes vatansever kesiliyor. Mafya arasındaki güç rekabeti, “kimin daha fazla vatansever olduğu” şeklinde bir yarışa dönüyor. İstihbarat konusunda otoritelerden biri bana, bu çetelere üye olmaktan yargılanmanın mafya dünyasında “reklam” anlamına geldiğini anlatmıştı. İsmi bu “vatansever” çeteler içinde yer alan biri, sonrasında tahsilatlara bol miktarda kendi isminin yer aldığı “gazete kupürü” ile çıkar ve “herkes gazete okumuyor” diye de söylenirmiş.

İdeolojiniz sağlam olunca gelir kaynağınız gibi, ilişkileriniz de sağlam oluyor. Bıçak sırtında siyaset yapanların çoğu zaman bu çetelere veya bu çetelerin desteklediği “sivil toplum” örgütlerine ihtiyacı oluyor. Bir partinin genel başkanlık rekabetine Ümraniye Çetesi’nin müdahil olduğu haberi, siyaset ile bu çeteler arasındaki ilişkiye dair esaslı bir fikir veriyor. Devletimizi siyasî ihtiyaçlarından yola çıkanlar tekrar başladıkları noktaya dönüp illegal örgütlenmelerin araçlarıyla siyaseti tanzim etmeye başlıyor.

Tarihimizin en büyük ihaneti, III. Selim’in devleti ayağa kaldırmak için giriştiği hamlelere kendi çıkarları için direnen ve uzunca bir süre devlet dizginlerini ele geçiren çetelerin ihaneti idi. Şayet o çok değerli tarih kesitini, kurumlarımızı yenileyerek geçirse idik, belki 19. yüzyılın trajik çöküşü yerine, Rus İmparatorluğu gibi kontrollü bir güç sahibi olacaktık. En büyük ihanetlerden biri olan Balkan rezaleti, kendisini devletle bir tutan komitacıların yani çetelerin marifeti değil miydi?

Ha bugünün çeteleri, ha dünün komitacıları... Eline silahı alıp “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diye devleti ele geçirmeye kalkanların dünyası, bütün tarih boyunca değişmeden bugüne kadar gelmiyor mu? Dünün Halaskâr Zabitan’ı ile bugünün Ümraniye Çetesi arasında ne fark var? Önceki bize koca Balkanları kaybettirdi. Bugünkü ne kaybettirecek? Şayet önlem alınmaz ise Türk toplumunu düşman kamplara ayıracak ve çatıştıracak bölünmeyi bu çetelerin beslendiği ve bu çetelerin beslediği iklim başaracak. Etnik sorunu bile içinden çıkılmaz bir çözülmeye taşıyacak olan ortam da bu iklim. Devlet içindeki iktidar mücadelesinde rekabet üstünlüğü arayanlar; bunun için demokrasi dışında kurumsal destek peşinde koşanlar, hukuku siyasallaştırarak demokrasiyi zaafa uğratanlar çetelerin gelişip serpildiği iklime katkıda bulunuyor. Devlet ağacını bu iklim çürütüyor; çeteler zayıflayan ağacın içine yuva yaparak çürümeyi yani dağılmayı hızlandırıyor. Kuvvetle hatırlayalım: Devlet bir savaş alanı değil, barış içinde birlikte yaşama formu. Birlikte yaşamak ise ancak ve ancak demokrasi ile mümkün.

Zaman, 1 Temmuz 2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

02.07.2007


 

Cinayet ekonomisinin cirosu...

Ortalıkta uzun zamandır fütursuzca fing atan paramiliter çeteler yakalandıkça ortaya dehşet verici manzaralar çıkıyor. Herkesin sorusu aynı: Bunlar ne? Genel kanaat ‘Yozlaşmış Gladio’ olduğu. Gladio... Yozlaşmış Gladio.. Gladio ne?

Üye ülkelerde NATO tarafından kurulan, CIA tarafından yönetilen gizli örgütler... Paralel NATO.

Eğer üye ülke bir komünist işgaline uğrarsa, bu silahlı gizli örgütler direnişe geçecekti.

Tabii Gladio, İtalya’daki gizli örgütün adı... Kılıç anlamına gelmekte.

Yunanistan’daki ‘Koyun Postu’.

Fransa’daki Rüzgar Gülü.. Türkiye’deki Ergenekon...

***

Ne var ki Soğuk Savaş sona erip Sovyetler yıkılınca Batı bu ‘paralel NATO’ örgütünü lağvetti... Özel harpçi profesyonellerin denetiminde örgütlenip halkın içinde yuvalanan gizli milisler dağıtıldı, onlara verilmiş olan silahlar toplandı.

Türkiye’de bu yapılmadı. Şimdi çete faaliyetlerinden dolayı toparlananların ortak kimliklerinde benzerlikler var... Hepsi şu veya bu şekilde Kontr-Gerilla ile irtibatlanmış gibi..

***

Batı’da işlevi bitince dağıtılan bu paralel NATO örgütü neden bizde dağıtılmadı? Cuma gecesi Kral TV’de, Z Raporu’nda ağırladığımız eski Kültür Bakanı ve Susurluk Skandalı Komisyonun üyesi Fikri Sağlar, Türkiye’deki çeteleşmenin ekonomik boyutuna dikkat çekti.

Birleşmiş Milletler Raporlarına göre dünyadaki ‘suç ekonomisinin’ yıllık cirosu bir trilyon dolarmış.

Evet, bir trilyon dolar... Ya Türkiye’deki suç örgütlerine düşen pay? O da yirmi yedi milyar dolar.

***

Fikri Sağlar, ‘vatan, millet, Sakarya’ söylemiyle, cirosu 27 milyar dolar olan bir rantta el konduğunun altını çiziyor.

Türkiye neden tam ve gerçek bir hukuk devleti olamıyor? Çünkü bunun karşısında saf tutanların götürdükleri para 27 milyar dolar...

Çeteleşme, uyuşturucu, mafyalaşma; hepsine bu açıdan da bakmak gerek.

***

Nitekim, ‘Kod Adı: Susurluk’ adlı kitabın yazarı da olan Fikri Sağlar, bizim topraklardaki uyuşturucu ticaretinin de altını çiziyor.

Türkiye’den geçen uyuşturucunun yüzde 64’ü yakalanıyormuş... Bu başarının bir de arka yüzü var: yakalanamayan uyuşturucular... Bu da inanılmaz bir servet.

Susurluk Komisyon Raporu, Türkiye’deki uyuşturucu ticaretinin boyutlarını altmış milyar dolar olarak veriyor..

MHP eski genel başkan yardımcısı Bülent Yahnici ise Neşe Düzel’e ‘eskort eşliğinde bir uçtan girip diğeri uçtan çıkan uyuşturucu miktarının bedelinin yüz milyar dolar’ olduğunu söylemişti.

***

Arşivlere girip hızlı bir araştırma yaptığınızda ‘aşırı milliyetçilikle, uyuşturucu ticareti’ arasında çarpıcı bir bağ ortaya çıkmakta...

Bu coğrafyada kanunsuz işlerin en fiyakalı örtüsü salçalı hamaset. Türk usulü Gladio’nun ‘vatan elden gidiyor’ şamatası, güçleşen uyuşturucu trafiğine bağlı olmasın? Baksanıza Fikri Sağlar, Birleşmiş Milletler Raporu’na dayalı olarak 27 milyar dolardan söz ediyor. Bir başkası altmış, bir diğeri yüz milyar doları telaffuz etmekte.

***

Gladio... Yozlaşmış Gladio... Vaktiyle NATO ve CIA tarafından Sovyet İşgali ihtimaline karşı örgütlenen, işgal söz konusu olmaktan çıkıp da kendi başına kaldığında uyuşturucu trafiğinden nemalanan bir cinayet ekonomisiyle mi karşı karşıyayız acaba?

Yoksa herkesin gözünün önünde olup bitenler çoktan önlenemez miydi? Paylaşılan paralar milyar dolarlara ulaşınca bazı devlet görevlilerinde ‘suçu önleme’ isteği kalmıyor galiba. Bu isteksizliği de genellikle ‘hamasi’ nutukların arkasına saklıyorlar.

Star, 1 Temmuz 2007

Mehmet ALTAN

02.07.2007


 

AKP neden vitrin değişikliği yaptı?

28.06.2007 günü bu köşede yazdım. Milliyet Gazetesi’nin A&G Araştırma Şirketi’ne yaptırdığı araştırmaya göre genel seçmenin, AKP’nin oylarını da aşan önemli bir oranı, % 50’si, AKP’yi rejime karşı bir tehdit olarak görmüyor. Ancak, genel seçmenin sadece % 22.4’ü, milletvekili adayı listesine liberal ve sosyal demokrat kişileri katan AKP’nin “İslamcı gömleğini çıkarıp merkezde yer aldığını” düşünüyor.

% 34.7 ise AKP’nin sadece “vitrin süslediği, göz boyadığı” görüşünde.

AKP’yi tehdit olarak görmeyen % 50’den, merkez sağa kaydığını düşünen % 22.4’ü çıkardığınız zaman da seçmenin kabaca % 28’inin partiyi Milli Görüş çizgisinde gördüğü halde rejime bir tehdit olarak algılamadığını görüyorsunuz.

Demek ki, AKP’ye omuz veren ana kitle, ondan merkeze yaklaşmasını beklemiyor.

Seçmenin sadece % 22’si partiyi merkeze kaymış olarak görürken, anketlere göre, neredeyse bu yüzdenin iki misline yakın bir oran 22 Temmuz’da AKP’ye oy vereceğini söylüyor.

* * *

Merkeze yaklaşarak rejimle uzlaşmak değil; tersine, merkezden uzaklaşıp rejim tarafından dışlanma görüntüsü AKP’ye daha fazla yarıyor.

“Cumhurbaşkanlığı seçimi” sırasında yaşanan hukuki rezaletler, millet ile AKP’yi tekrar yaklaştırmaya arttı da yetti bile.

Özünde, AKP’nin oylarını artırmak için “vitrin süslemeye, göz boyamaya” ihtiyacı yok.

Peki öyleyse AKP neden vitrin süslüyor? Rejime şirin gözükmek için! TSK’nın AKP üzerinde uyguladığı baskıyı azaltmak için!

* * *

Başbakan ile Genelkurmay Başkanı, konu başlığı dahi kamuoyuna sunulmadan Dolmabahçe’de 2 küsur saat görüştüler ve ardından AKP’nin ilan ettiği aday listesinden çoğu Milli Görüşçü 154 milletvekili silindi.

Yeni adayların çoğunluğunu tanımadığımız için nereden geldiklerini bilmiyoruz ama kamuya Ertuğrul Günay, Zafer Üskül, Zafer Çağlayan gibi hem saygın, hem de Milli Görüş ile ilgili hiçbir geçmişi olmayan yeni adaylar pompalandı.

Birçok entel de bu değişikliği, AKP’nin merkez sağa demir atmasının manifestosu olarak alkışladı. Ancak, A&G’nin araştırması gösteriyor ki; bu “göz boyamayı” millet yutmamış, hatta daha ileri gidelim, konuyla doğru dürüst ilgilenmemiş bile.

TSK gibi rejimin bekçisi kurumlar “vitrin değişikliği” hakkında ne düşünüyor, işte bu sorunun cevabını ise bilmiyoruz.

* * *

Ancak, anlaşılmayan başka bir nokta daha var. Madem görünüme göre, AKP merkeze kayarak hem daha geniş kitleleri kucaklamak, hem de rejimle uzlaşmak istiyor; hukuk devletine gönülden bağlılığıyla nam yapmış Ertuğrul Yalçınbayır, liberal Mehmet Dülger, TBMM’nin şahsiyeti en güçlü simalarından Mehmet Elkatmış (Milli Görüş kökenli), müzmin muhalif Yarbay Ersönmez neden listeye alınmadı? Turhan Çömez neden yeniden aday olmadı?

Cevap basit: Bu kişiler, hangi kökenden gelirlerse gelsinler kendi görüşleri olan kişilerdi de ondan. Bu kişiler şahsiyetlerini ön planda tutan demokrat insanlardı.

Sorgulanamaz bir hiyerarşi düzeni üzerine kurulmuş, lidere biatı emreden Milli Görüş anlayışının bu kişileri, bir kısmı kendi içinden gelse dahi, uzun süre hazmetmesi mümkün değildi.

* * *

Misafir milletvekili adaylarına basit bir tavsiyem var. Genel Başkan görüşünüzü sorduğunda, konu ne olursa olsun, tek bir cümleyle cevap verin: “Siz bilirsiniz efendim!”

Hürriyet, 1 Temmuz 2007

Cüneyt ÜLSEVER

02.07.2007


 

Biz mi öldürdük?

Şöyle düşünün; Oturduğunuz sitenin güvenlik görevlileri aralarında bir çete oluşturuyor, adam kaçırıp fidye istiyor, sonra hem fidyeyi alıp hem de kaçırdıkları adamı öldürüyorlar. Yani başları fena halde belada.

Yargı süreci başlıyor, derken ne oluyorsa oluyor; bazı karanlık işler dönüyor, araya birileri giriyor ve sonuçta güvenlikçiler bu beladan paçalarını sıyırmayı beceriyorlar.

Ama bir bakıyorsunuz günün birinde, mahkemenin biri bu çetenin yaptığı işlerden dolayı site yönetimini tazminat ödemeye mahkum etmiş. Yönetim de bu parayı bütün site sakinlerine bölüştürüp her üyeye “şu kadar tazminat ödeyeceksiniz” diye yazı yolluyor. Böyle bir durumda siz o sitede çıkacak kavgayı düşünebiliyor musunuz? Herhangi bir gücün, site sakinlerine o parayı ödetebileceğini hayal edebiliyor musunuz? Hayatınız boyunca bir kez olsun bir apartman yönetimi toplantısına katılmış iseniz, böyle bir şeyi asla düşünemezsiniz. O site sakinleri, ölür de o tazminatı ödemez...

Ama sitede olamayan şey, koskoca ülkede oluyor ve hiçbirimizin de gıkı çıkmıyor. İşte, en son yine bir çetenin, Yüksekova Çetesi’nin bir cinayeti yüzünden hepimiz birden AİHM tarafından 80 kusur bin Euro ödemeye mahkum edildik. Ve hiçbirimiz de çıkıp “Yetti artık bu utanç. Abdullah Canan’ı biz mi öldürdük? Mahkemeyi biz mi yönlendirdik? Bu ödediğimiz kaçıncı kan parası? Kaçıncı caninin, kaçıncı katilin cezasını ve utancını çekiyoruz?” diye isyan etmedik. Haberi gazetelerde okumuşsunuzdur. Dava, 1996 yılında Hakkari’de gözaltında bir cinayete kurban giden Abdullah Canan’ın davasıydı. Cinayetin failleri baştan beri apaçık ortadaydı, Canan’ın kimler tarafından gözaltına alındığını, sonra işkence gördüğünü, sonra ailesiyle canına karşılık pazarlık yapıldığını, paranın bir kısmının alındığını ama buna rağmen öldürülüp yol kenarına atılıverdiğini bütün Hakkari biliyordu ama buna rağmen mahkeme, cinayeti “faili meçhul” bırakmayı becerdi.

Sonuçta sanıklar beraat etti, devlet ise mahkum oldu... Ve şimdi biz, bu utanç verici mahkumiyetin bedelini, helal kazançlarımızdan bir kenara ayırdığımız vergilerimizle ödeyeceğiz.

* * *

Biliyorsunuz, bu utancı ilk defa yaşamıyor Türkiye ve bu sonuncusu da olmayacak. Davanın seyrine bakınca, Şemdinli yüzünden bir mahkumiyetin daha kapıda olduğu görülüyor. Evet, bu gidişle, Şemdinli Davası’nda da aynı utancı yaşayacağız. Üç beş yıl sonra, o dava da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidecek... İç hukukun adaleti aramak yerine, bulandırmaya çalıştığı yine ayan beyan çıkacak ortaya ve AİHM bir kez daha devleti suçlu bulacak. Sonra devlet yine o utanç verici “dostane çözüm” çağrısında bulunacak davacı tarafa; adi bir pazarlıkçı gibi “30 bin mark vereyim, kapatalım bu pisliği” diyecek. Hepimiz yine utanacağız. Aradan üç beş yıl daha geçecek ve dava sona erecek.

Devlet bir kez daha mahkum edilecek. Tabii devlet anonim bir varlık olduğu için, kimse bu mahkumiyeti üstüne almayacak, kimse bu suçtan dolayı utanmayacak. Kimse hükmedilen tazminat cezasına aldırmayacak. Hatta kimse tazminatın ödendiğini fark etmeyecek bile. Hazineyle birkaç kurum arasında gidip gelen soğuk, nötr birkaç yazışma, bir ödeme emri, altında açılan üç beş imza; hepsi bu...

Utanma sıkılma diye bir şey bilmeyen, duyguları olmayan o anonim varlık için, binlerce ödeme kaleminden hiçbir farkı olmayan bir ödeme kalemi olacak bu da... Ha depremzedelere ödenen yardım olmuş, ha devletin işlediği bir cinayet için ödenen “kan parası...” Devletin veznesindeki memur ikisini de aynı umursamazlıkla, aynı yabancılaşma içinde ödeyecek. Doğrusunu isterseniz, toplum olarak biz de aynı yabancılaşma içinde, pek aldırmayacağız ödenen tazminata. O kan parasının içinde hepimizin üç beş kuruşu olduğunu; bunun da bizi o suça ortak ettiğini aklımızdan bile geçirmeyeceğiz.

Bugün, 1 Temmuz 2007

Gülay GÖKTÜRK

02.07.2007


 

Sıkıntılı tercihler

Üç hafta sonra yapılacak seçimlerin ardından Türkiye’nin hem kendisine hem de dış ilişkilerine çekidüzen vermesi gerekecek. Kuşkusuz öncelik Türkiye’nin iç siyasal ve idari yapısında artık ertelenemeyecek denli acilleşen düzenlemelere verilecek. Bu düzenlemelerin en başında da yeni bir anayasa yazılmasının geldiğine şüphe yok. Üstelik anayasanın bugüne kadarki yaklaşımlardan uzak, vatandaşın haklarını devletin imtiyazlarının önüne koyan, özgürlükçü bir anlayışla yazılması

Bir başka şekilde söylemek gerekirse 1982 Anayasasının devlet felsefesinin, toplum anlayışının, baskıcı yaklaşımının terkedilmesi gündemde. Bunun yanısıra Türkiye’de kuvvetler ayrılığıyeni bir anlayışla ele alınacağı, yargının bağımsızlığı kadar tarafsızlığının da mutlaka sağlanacağı bir çerçeveye ihtiyaç var. Anayasa mahkemesinin “367” kararıyla kendisine ve manevi şahsiyetine verdiği zararı bir demokrasinin taşıyabilmesi kolay değildir. Yargıyı bu nedenle acilen Türkiye’deki siyasal kavgaların tarafı olmaktan çıkarmak ve hukuk devletinin tüm normlarına göre çalışır hale getirmek elzemdir.

Bu anayasa değişikliğini gerçekleştirmesi kendilerinden beklenenler Türkiye’deki siyasi partiler. Büyük partilerin hiçbirinin demokrasi, özgürlük ve bireysel hakları koruma alanlarındaki sicili matah sayılmaz. Kendi içlerinde baskıcı, parti içi demokrasiyi dışlayan anlayışları ve yapıları var. Ancak son ayların gelişmelerinin gösterdiği de şu ki eğer siyasi partiler kendi alanlarına yani siyasete sahip çıkmazlar ve bunun sınırlarını genişletmezlerse kendi kuyularını kazmış olacaklar.

Siyasette yeni yapılanma şart

Son krizlerden çıkarılması gereken belki de en önemli ders aslında buydu. Siyasetin kendini mutlaka yeniden yapılandırması ve vesayet altında olmaktan çıkması gerekiyor.

İçerideki bu düzenlemeleri yapmak yani demokratikleşme sürecini yeniden işletmek yalnızca içeriyle ilgili bir mesele de değil. Türkiye kendisiyle kavgalı, siyaseti kilitli, yöneticileri birbirileriyle iletişimsiz bir ülke olmayı sürdüremez. Hedefler üzerinde sağlanacak bir mutabakat dış politikadaki zor tercihlerin tartışılmasını da kolaylaştırır . Zira Eylül ayıyla birlikte dış politikada takıntıları aşarak yeni açılar geliştirmek, siyaseti yaklaşmakta olan gerçeklere uyacak şekilde gözden geçirmek gündemde.

Beklentiler ABD’nin Eylül ayından itibaren Irak’tan nasıl, ne ölçüde ve hangi hedeflerle çekileceğini yoğun şekilde tartışmaya başlayacağı yönünde. Kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da tüm askerlerin çekilmesi söz konusu değil. Ancak geride kaç asker kalacak, kalanların varlığının siyasi amacı ne olacak gibi sorular Kongre’nin de bastırmasıyla gündeme gelecek.

Bu durumda Türkiye’nin Irak’ın geleceği üzerinde PKK terörünün bitirilmesi hedefinin ötesinde seçenek üretmesi gerekecek . İran’ın Şiilere, Arap devletlerinin Sünnilere destek verdiği iç savaşı Kerkük konusunda açgözlük etmedikleri taktirde Kürdistan Bölgesel Yönetimi alanına sıçramaz. Bu durumda Türkiye Irak cehennemiyle kendisi arasında kalan, yoğun ekonomik ilişkisi bulunan Kürt oluşumuyla nasıl bir ilişki kuracağına karar vermek durumundadır.

Iraklı Kürt liderlerin ABD çekilirken elleri zayıflayacaktır. Türkiye ile ilişkilerini gerçekçi bir temelde değerlendirmeleri ve üsluplarına dikkat etmeleri de gerekir. Ancak güçlü ve deneyimli taraf da Türkiyedir.

Irak Kürtlerinin yarattığı yeni gerçeği kabul etmemek, siyasi açılım yapmamak, boğmaya kalkmak kuşkusuz bir tercihtir. Ancak Ortadoğu’nun ve dünyanın gidişatı içinde herhalde doğru tercih değildir.

Sabah, 1 Temmuz 2007

Soli ÖZEL

02.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004