Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

"Mecnun bir şâirin hatırı için ilâhlarımızdan vaz mı geçelim?" derlerdi.

Sâffât Sûresi: 36

28.09.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimlere zulmedildiğinde, o devlet, düşmanın eline geçer.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 404

28.09.2007


Ramazandaki duâlar, ihlâs şartıyla, inşaallah makbûldür

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bu mübarek Ramazan-ı Şerifteki duâlar, ihlâsı bulmak şartıyla, inşaallah makbuldür. Fakat maatteessüf, ekseriyetçe Risâle-i Nur şakirtlerinin nazarlarını dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için, bazı taarruzlar yüzünden o ihlâs, o huzur-u tam bir derece zedelenir. Merak etmeyiniz, herşeyi Cenâb-ı Hakka havale edip öyle taarruzlara ehemmiyet vermeyin.

Kastamonu Lahikası, s. 206

***

Ey Nurcular! Allah’ın sizlere ihsan ettiği ezelî lütfuna karşı secdeden başlarınızı kaldırmayınız. Gecenin soğuğuna aldırmayınız. Sizlere lütfunu hiçbir hususta esirgemeyen Rabb-i Rahime, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz. Ve bazıların düştüğü, istikbali düşünmek derdiyle aklı, maaşı sarsan hadiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız; Nurun kudsî kerâmeti ve imdadını müşahede ediniz.

Dünya fanidir; binler sene yaşamak olsa, baki olan hayat-ı uhreviyenin yanında, hiç-ender-hiç mesabesindedir. Fakat fani olmakla beraber, baki hayatın bakî meyvelerini verecek bir mezraasıdır. Fırtınaların şiddeti, havanın dehşeti sizleri sarsmasın, korkutmasın. Bu mübarek mezraaya en mübarek ve nurânî ve verimli ve bereketli olan Nur tohumlarını ekiniz. Zira “Eken biçer,” atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.

Ey Nurcular! Sizin hakiki vazifeniz dünyaya bakmak değildir. Farz-ı muhal olarak dünyaya da bakılsa, bakınız ve görünüz ve zuhuru muhtemel dehşetli yangınlar sebebiyle ve o yüzden karşılaşmanız ihtimali bulunan tehlikeler dolayısıyla katiyen sarsılmayınız, fütur getirmeyiniz. Çalışınız, çalışınız, çalışınız ve katiyen inanınız ki, Nurun şefaati, Nurun duâsı, Nurun himmeti sizleri kurtaracaktır. İşte bu davanın şahidi Emirdağlı Nurcuların dehşetli ateşten zararsız kurtulmalarıdır. Şimdiden umumunuza müjdeler olsun.

(Kardeşiniz Mustafa Osman)

Emirdağ Lahikası, s. 118

Bediüzzaman Said NURSÎ

28.09.2007


Zıtlıklar ve nisbî hakikatler (2)

—Dünden devam—

İkinci cümle:

“Ve tecrübe ve imtihan ise neşv ü nemâya sebeptir. O neşv ü nemâ ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezâhürüne sebeptir.”

Bir misâlle izaha başlayalım:

OKS sınavını kazanıp Fen Lisesine girmiş bir talebede İbn-i Sina gibi bir doktorluk kabiliyeti olduğunu düşünelim. Bu kabiliyetin tam olarak ortaya çıkabilmesi için bu talebe, dört yıllık lise öğrenimini başarı ile bitirecek, önüne çıkan matematik ve fen bilimlerinden ve diğer derslerinden üstün başarı ile mezun olacak ve ÖSS sınavında en yüksek puanlardan birisini alarak Hacettepe gibi en yüksek bir Tıp Fakültesine girmeye hak kazanacak. Elbette ki iş burada bitmeyecek, altı yıllık tıp eğitimine devam edecek, yine bütün derslerden açılan sınavları üstün bir başarı ile geçecek ve sonunda tıp doktoru unvanını elde edecek. Hatta bu da yetmeyecek TUS adlı sınavı da geçip, dört yıl daha okuyarak konusunda uzman bir doktor olacak, belki de ancak o zaman İbn-i Sina gibi bir doktorluk kabiliyetine sahip olacak. İşte bir kişide bulunan doktorluk kabiliyetinin tam olarak gözükebilmesi için, o kişi önüne konulan tüm imtihan engellerini geçecek, her bir imtihan sonunda bilgi, beceri ve kabiliyetlerini geliştirecek, bu gelişme neticesinde doktorluk kabiliyeti inkişaf etmeye başlayacak ve on yıllık bir tıp eğitimi sonunda doktorluk kabiliyeti tam olarak meydana çıkmış olacak. Hatta öncesi de düşünüldüğünde bir kişideki doktorluk kabiliyetinin tam olarak ortaya çıkması için 8 yıl ilk öğretim, dört yıl lise ve on yıllık bir üniversite olmak üzere toplam yirmi iki yıllık bir eğitim ve imtihan ve tecrübe süreci geçmesi gerekir.

Şimdi bu noktada bir de aksini düşünelim.

Diyelim ki, o İbn-i Sina gibi doktorluk kabiliyeti olan genç arkadaşımızın önüne hiçbir imtihan şartı çıkarmadık. Fen lisesinde okuduğu esnada öğretmenleri ona dediler ki: “Sen burada hiçbir derse çalışmayacaksın. Her sene geçme notun beş üzerinden beş olacak. Okulu bitirme notun yine beş üzerinden beş olacak. Hatta üniversiteye de doğrudan kayıt yaptıracaksın. Üstelik istediğin yere de gideceksin.”

Yine diyelim ki, bu genç doğrudan Hacettepe Tıp Fakültesine kayıt yaptırdı. Bu sefer de Tıp Fakültesindeki hocaları ona dediler ki: “Sen sadece okula gel-git. Bütün derslerden geçeceksin. Hiçbir dersten sana sınav ve imtihan yok. Ve altı yıl sonra sana doktorluk diplomanı vereceğiz.” Bu talebe denileni yapsa ve altı yıl sonunda doktorluk diplomasını alsa, acaba doktorluk kabiliyeti mi, yoksa cehalet kabiliyeti mi inkişaf etmiş olur? Elbette ki böyle bir insanın doktorluğundan söz edilemez.

Demek ki bir talebedeki doktorluk kabiliyetinin inkişafı için en sıkı sınavlardan, en yüksek bir eğitimden, en zor imtihanlardan geçmesi gerekir ki, o kabiliyet o insanda ortaya çıksın, tezahür etsin.

İşte insanın önüne çıkarılan zorluklar, eksikler, şerler, engeller, ihtiyaçlar, hastalıklar, musibetler ve diğer tüm zıtlıklar insanlardaki binlerce çeşit kabiliyetlerin inkişaf etmesine, gelişip ilerlemesine ve tezahür edip gözükmesine vesile olmuştur. Bu gün binlerce ilim, fen ve teknik, zıtlıkların müdahalesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Hastalıklar ve musibetler olmasa tıp, rızk ihtiyacı olmasa ziraat, barınak ve iletişim gibi günlük ihtiyaçlar olmasa mühendislik, şer ve dalâlet olmasa hayır ve hak kahramanları ortaya çıkmayacaktı. İşte tüm bu zıtlıklar ise imtihan sırrının en temel saik noktasıdır.

Üçüncü cümle:

“O kabiliyetlerin tezâhürü ise hakàik-ı nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakàik-ı nisbiyenin zuhuru ise Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-ı Samedâniye sûretine çevirmesine sebeptir.”

Hakàik-ı nisbiye nedir?

Nisbî hakikatler birbirine bağlı olarak gözüken ve ortaya çıkan hakikatlerdir. Nisbî hakikatlere izafî, bağıl hakikatler de denir. Nisbî hakikatleri ortaya çıkaran zıtlıklardır. Meselâ “güzellik” bir hakikat-i sabitedir. İşin içine çirkinlik girmesi ile güzelliğin bir hakikati binlerce nisbî hakikate inkılap eder. Meselâ hayır ve hak bir hakikat-i sabitedir. İşin içine şer ve çirkinlik girmesi ile insanlık âleminde Hazret-i Sıddık Ebûbekir’den (ra) tutun da, Ebû Cehil’e kadar binlerce nisbî mertebe ortaya çıkmıştır. Her bir insan hayır ve hak noktasında farklı bir makama ve farklı bir kabiliyete sahiptir. Cenâb-ı Hakkın isim ve sıfatları da her bir insana göre farklı bir şekilde tecellî eder.

İşte çirkinliğin müdahalesi ile binlerce güzellik hakikati, şerrin müdahalesi ile binlerce hayır mertebeleri, ihtiyaçların etkisi ile binlerce meslekî kabiliyetler ortaya çıkıp bir hakikatin binlerce sümbül vermesiyle nisbî hakikatleri netice verir. Demek ki imtihan sırrı kabiliyetlerin ortaya çıkmasına, kabiliyetlerin de çeşitliliği izafî ve nisbî hakikatlerin tezahürüne neden oluyor. Bunun neticesinde de Cenâb-ı Hakkın isim ve sıfatlarının tecellisi tezahür ediyor. Allah’ın Rahman, Rahîm, Alîm, Kerîm, Gafur, Şâfî gibi binlerce isim ve sıfatı nisbî hakikatler aynasında tezahür eder. Meselâ Rahman ismi açlık musibetine maruz kalan tüm mahlukatının rızk ve ihtiyaçlarını gidermek için tecellî eder. Üstelik açlık vasıtasıyla binlerce şubelere ayrılan rızk, Rezzak ve Rahman ismi ile binlerce farklı şekilde tecellî eder. Meselâ Cemîl ismini ele alalım. Çirkinlik işin içine girmesi ile meydana gelen binlerce çeşit güzellik aynasında hem Cemil ismi tecellî eder, hem de binlerce farklı şekilde tecellî eder. Cemîl ismi bir hakikat-i sabite iken binlerce, milyarlarca ve sayısız mahlukatı üstünde gözüken nisbî güzellik aynasında yine binlerce ve hesapsız bir şekilde Cemil isminin tecellîsi gözükür. Meselâ Alîm ismi de böyledir. Cehaletin müdahalesi ile ortaya çıkan binlerce ilim mertebelerinde binlerce kez Alîm isminin nakışları gözükür.

İşte her bir isim ve sıfat nisbî hakikatler aynasında tecellî ederek kâinatı mükemmel bir kitap, derin mânâlar ihtiva eden birer mektup şekline çevirmiştir.

Son cümle:

“İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffî eder, ayrılır.”

İnsanlar binlerce çeşit kabiliyet ile donatılmış olarak yaratıldı. Bu kabiliyetlerin ortaya çıkması için imtihan meydanı denilen şu dünyaya atıldı. Bazı insanlar kabiliyetlerini tezahür ettirerek mahiyetlerini elmas değerine çıkardılar. Bazıları da kabiliyetlerini körleterek kömür derecesine düştüler. İşte Cenâb-ı Hak da elmas değerinde olanlara Rahîm ve Cemîl ismi ile tecelli ederek onların nisbî hakikatlerini bir hakaik-i sabiteye değiştirip, onlara ebedî bir saadet verdi. Diğerlerine ise Celîl ve Kahhar ismi ile tecellî ederek, onları kabiliyetlerini körlettikleri için cezalandırdı. Böylece Cenâb-ı Hakkın tüm isim ve sıfatları tanınıp bilinmiş oldu.

—SON—

Halil AKGÜNLER

28.09.2007


Kıt'alar ötesinden mektup -2

Sydney’de atan kalpler...

Avustralya doğumlu olduğumuz halde, çoğumuz Sydney’e ilk defa gitmiştik. Hayalimizde canlandırdığımız Sydney, aslında Melbourne’ye benzeyen, fakat daha kalabalık olan bir şehirmiş.

Sydney hava limanına indiğimizde, bizleri çok tatlı bir teyze ve amca karşılamıştı. Hepimiz yorgun ve bitkindik. Biraz dinlendik. Herkes büyük bir merakla meşhur Sydney’i gezmek istiyordu. Bizi yine o çok tatlı ve şakacı amca gezdirmeye başladı.

Sydney’in çarşılarını gezdikten sonra mükemmel bir camiye geldik. Bu cami bizim gözlerimiz de o kadar harikaydı ki anlatamıyorduk. Tabii ki Türkiye’dekiler bu camiye belki bizim gözlerimizle bakamazlardı. Çünkü onların gözleri İstanbul’daki en güzel camileri görmüştü nihayetinde. Fakat bizler bu camilere hasret kalmış Türk, Avustralyan gençleriydik.

Melbourne’de içinde her türlü faliyet bulunan çok büyük bir hizmet merkezimiz vardı. Ama yine de insanın gözü her zaman vatanındaki camileri görmek istiyordu. Fakat bu mavi cami, bizim kitaplarda okuduğumuz ve bazılarımızın tatil için Türkiye’ye gittiğinde gördüğü Osmanlı’dan kalma harika camileri hatırlatıyordu.

Evet bizleri heryerde bağlayan o kardeşlik bağı, dünyanın bu ucunda da en taze haliyle yaşanıyordu. Sadece Allah için olan o dostluk ve samimiyet bizleri burada da sarmıştı. Kendilerini belki bir defa göreceğimiz insanlar bizlere öyle sıcak anlar yaşatmıştı ki, Risâle-i Nur dairesinde olma nimetinin kadrini bir kere daha anlamıştık.

Acaba insanların kalplerini birbirine bağlayan ve bu derece ısındıran başka hangi güç olabilirdi ki? Vatan hasretini azaltan bu duygular, hatta bazen kendini asıl vatanındaymış gibi hissettiren o manevî cazibe, bizleri tek bir akıl, tek bir kalp gibi yapmıştı.

Evet bunu anlamıştık; nerede olursak olalım Risâle-i Nur kendini gösteriyor ve orada nurunu parlatıyordu. Önemli olan bizim de onun içinde olma gayreti sarf etmemizdi. İşte biz de bunları gerçekleştirmeye çalışan insanlarla karşılaşmıştık. Lisân-ı halleriyle bize bu gerçekleri söylüyorlardı. Nerede olduğumuzun değil, nasıl olduğumuzun önemli olduğu gerçeğini gösterdiler bizlere. Üstadımızın her şeyde vasatı tavsiye ederken irtibatta ifrat edilmesini tavsiye etmesi hakikatinin önemini, en başta kardeşlik ve uhuvvet esaslarını ön plana alarak yapılan organizasyonların ne kadar verimli olduğunu gösterdi. Evet bizim vazifemiz, uhuvvet dairesini genişletmek ve şahsî planları ikinci ve üçüncü dereceye koymaktı. Ve bu gezide de böyle bir organizasyon, manevî lezzetini de beraberinde getirmişti.

Tabiî bunun yanında Sidney’i gezmeyi de ihmal etmedik. Hatta Sydney’i biraz İstanbul’a bile benzettik. Ama tabiî ki İstanbul’un o tarihi yoğuran tablosunu hiçbir yerde bulamayız. Ama gerçekten Sydney de görülmeye değer İlâhî bir dokuya sahip. İnsanların da çalışmalarının gayreti ile bu İlâhî güzellik, medenî bir şehir halini almış. Her milletten insanı rahatlıkla görüyorsunuz. Diğer şehirlere göre de biraz kalabalık.

Sydney’de kalacağımız son gün, meşhur Sydney Harbour Bridge ve Opera House’i görecektik. Herkes, meşhur köprünün resmini çekiyordu daha minibüsten. Şehir merkezinde epey gezdikten ve bol bol resim çektikten sonra, ayrılık vaktı hızla yaklaşmıştı.

Bu gezide bizleri hiç usanmadan gezdiren Hasan Cömert amca ve eşine, bizlere güzel sohbetler yapan Saadet ve Gülnihal ablalara ve bize üç gün boyunca ziyafetler hazırlayan Sydney’deki kardeşlerimize teşekkür ediyoruz.

Zühre Koyu & Rumeysa Yargı / Avustralya

28.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri