Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ekim 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Ramazan

RAMAZAN TAKVİMİ

Rahmetle yıkanıp paklaşıyoruz,

Adım adım sona yaklaşıyoruz,

Takvimden bir yaprak daha kopardık,

Dün onsekiz idi, bugün on dokuz.

Abdil YILDIRIM

01.10.2007


Anadolu yakasının ilk selâtin camii: Mihrimah Sultan

Osmanlı’da 46 yıl ile en uzun süre padişahlık yapan ve Avrupalıların ‘’Muhteşem Süleyman’’ ismiyle tanıdığı Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan tarafından yaptırılan ve kendi adını taşıyan cami, Anadolu yakasının ilk selâtin camii olma özelliğini taşıyor.

Üsküdar İskelesinde Sultan 3. Ahmet Çeşmesinin karşısında bulunan ve İskele Camii diye de isimlendirilen cami, 1547-1548 yılları arasında inşâ edildi.

Eski Osmanlı kaynaklarında, camiden ‘’denizin dudağında kurulmuş’’ anlamına gelen ‘’Leb-i derya’’ olarak söz ediliyor.

Kanuni Sultan Süleyman, Rus asıllı cariyesi Hürrem’den olan tek kızına Farsça ‘’güneş ile ay’’ anlamına gelen Mihrimah ismini verdi. Mihrimah’ı 1539’da 17 yaşına geldiğinde, Hırvat asıllı devşirme 39 yaşındaki Diyar-ı Bekir Beylerbeyi Rüstem Paşa ile evlendirdi.

Mihrimah, kocası Rüstem Paşa sadrazam olduktan 4 yıl sonra 1548’de Mimar Sinan’a Üsküdar’daki camiyi yaptırdı. Mimar Sinan aynı yıllarda hem Lâleli’deki Şehzade Camii’ni hem de Mihrimah Sultan Camii’ni inşâ etti.

Üsküdar’daki bu cami, medrese, imaret ve handan oluşan külliyesi ile Üsküdar’ın ilk anıtsal yapısı olarak selâtin camileri arasındaki yerini aldı.

İLK VE SON OKUNAN EZAN

Rivayete göre Mihrimah Sultan, İstanbul’da ilk ve son okunan ezanın kendi adına yapılacak camilerden yankılanmasını ister. Üsküdar ve Fatih’te yaptırılan camilerle bu arzusuna ulaşır.

Evliya Çelebi, ‘’Seyahatname’’ adlı eserinde Mihrimah Sultan Camii hakkında şunlar yazıyor:

‘’Mihrimah Sultan Camii, iskele başındadır. Bu camiyi Sultan Süleyman Hicrî 954, Milâdî 1548 tarihinde yaptırıp, sevabını kerimesi Sultan merhumenin ruhuna hediye etmiştir.’’

MİMAR SİNAN’IN İLKLERİ

Set üzerinde bulunan caminin avlusuna 11 basamaklı 2 yönlü adi taş merdivenle çıkılıyor. Son cemaat yerinin önünde 2 taraflı ve 20 musluklu sam mermerden şadırvan bulunuyor. Şadırvanın üst kısımları mermerden yapılmadır. Şebeke göbeklerinde 6’şar şuâlı küçük yıldızlar bulunuyor.

Son cemaat yerinin ortaklaşa sütunları üstünde yükselen kurşun kaplı bir saçak, şadırvanı örtüyor. Şadırvanın mermer üstünde zambak kabartmalı bir kuşak dolaşıyor. Son cemaat yerinin rafını ise 6 sütun üzerindeki 5 kubbe örtüyor. Ortadaki kubbe çarpı işareti şeklinde ve daha derin. Sütun başlıkları ise damlalı olarak yapıldı.

Mimar Sinan, bu mabette yepyeni bir plan ortaya çıkardı. Kıble duvarındaki sütun başlıklarında istalaktitleri derinleştirilerek yerler yaptı. Caminin birer şerefeli iki minaresinin kapıları son cemaat yerine açılıyor.

Solundaki minarenin kapısı içerisinde şimdiye kadar hiçbir yerde eşine rastlanmayan bir oymacılık ve kakmacılık şaheseri bulunuyor. Mimar Sinan, ilk defa bu camide lâle motifi kullanarak fil ayakları ile ana kubbeyi tutturdu.

MİHRİMAH SULTAN KÜLLİYESİ

Mihrimah Sultan Külliyesi, ilk yapıldığında cami, medrese, türbe, sıbyan mektebi, han, imarethane ve tabhaneden oluşuyordu. Ancak bunların bazıları günümüze kadar ulaşabildi.

Şu anda külliye, cami, medrese, imaret, kervansaray, mektep, kiler, ambardan oluşuyor. İhata duvarı içerisinde şifahane, tuvaletler, hazireler, ihata duvarı dışında ise kütüphane ve hamam yer alıyor.

Ayrıca görevlilere ait lojmanı da bulunuyor. Camide aynı anda 1500 kişi ibadet edebiliyor.

Mimar Sinan, camiyi inşa ederken genellikle cami girişlerinin üzerinde bulunan yarım kubbeyi kullanmadı. Bu sebeple camiye girildikten itibaren ana kubbenin altına ulaşılıyor.

Pencere kapakları ve kürsüde kullanılan ahşap üzerine kakma bezemelerle mermerden yapılan mihrap ve minber, ince bir işçilik ürünü olarak günümüze kadar ayakta kaldı.

Medrese ise caminin kuzeyinde bulunuyor. Günümüze kadar ulaşan medresenin iç mekânları yapılan müdahalelerle orijinallığını yitirdi. Burası şu anda sağlık merkezi olarak kullanılıyor.

Cami ile medrese arasında, biri Mihrimah Sultan’ın iki oğluna, diğeri ise Sadrazam İbrahim Ethem Paşa’ya ait iki türbe yer alıyor.

Sıbyan mektebi de caminin kıble yönünde bulunuyor. Külliyeye ait tabhane, imarethane ve han ise günümüze kadar ulaşmadı.

GÜNEŞ SAATİ

Caminin en ilginç özelliklerinden biri de yan duvarındaki güneş saatidir. Bu saat, havada bulut yoksa aylara göre öğle ve ikindi namazı saatlerini gösteriyor. Bu düzenek, İstanbul’daki en güzel dikey güneş saati örneklerindendir. Mermer bir levhaya çizili ve duvara demir tırnaklarla tutturulan saatin sağ alt köşesinde Muvakkit Derviş Yahya Muhittin tarafından Yeni Merkez Camisi’nde kullanılmak üzere 1770 yılında yaptırıldığı belirtilir.

Kadranın üst tarafında ‘’Eser-i Saitzade Mehmet Arif Elmemur bi Hizmetül Evkat’’ başlığı yer alır. Bu saat, Sultan 1. Abdülhamid’in inşa ettirdiği Beylerbeyi Cami Muvakkithanesinde bulunurken, daha sonraları Mihrimah Sultan Camisi’nde şimdiki yerine yerleştirildi. Saatin yatay çubuğu 1970 yılında yenilendi.

01.10.2007


Üstadın namaza duruşu

İmamlık yapan Hafız Enver Ceylan, imamlık yaptığı camide Bediüzzaman’ın namaz kılışını, “Sirkeci’de halkın tehacümünden kaçtığı için sakin bir yer olan bizim camiye gelmişti. Namaz kılışına çok dikkat ettim. Namazı yavaş yavaş sofiler gibi kılıyordu. Keskin hareketlerle kılıyordu. Çevik, tam bir delikanlı gibi kılıyordu. Sırtındaki cübbe ve sarığı ile Asr-ı Saadet Müslümanını andırıyordu” (Son Şahitler, 4:461) cümleleriyle anlatır.

1935 Eskişehir Hapishanesinde birlikte namaz kılan talebelerinden Yüzbaşı Refet Barutçu, “Üstadın arkasında kılınan namazın hazzı bambaşkaydı” der. “İlk tekbir aldıklarında, âdetâ yer gök sarsılır. Aman ya Rabbi! O ne huşû, o ne mûnis sada tarif edilmez.” (Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar, s. 32.) “Kendisi namaza dururken biz arkasında çok heyecanlanırdık. Heybet ve huşû içinde huzura bir girişi vardı ki, tarifi mümkün değil. ‘İlâhî ya Rab! İlâhî ya Rab! İlâhî ya Rab! Allahü ekber’ diyerek sarsılır ve haşyet içinde sallanarak, sür'atle namaza girerdi. Biz arkasında korkardık, ürperirdik.” (Son Şahitler, 1:385.)

Kösele ve kavafiye işleriyle uğraşan Kadınhanlı Hilmi Arıcı, Denizli’ye gittiğinde 1943’te Bediüzzaman’ı ziyaret etmiş, birlikte akşam namazını kılmışlar. Der ki: “Akşam namazını beraber kıldık. Namaza başlamasını tarif etmek zordur. Duyarak, yaşayarak namaz kılıyordu. Ben cemaat oldum. Sonra duâ etti.” (Son Şahitler, 2:265.)

İlk talebelerinden “Ben çok namaz kılanlar gördüm. Fakat böyle hazin, huşû içinde, heyecan verici bir tarzda namaz kılanı görmedim” diyen Molla Hamid ise, namazda Allah lâfzının onun ağzından top güllesi gibi çıktığını söyler. Konuyla ilgili hatırasını şöyle anlatır: “Allahü ekber der demez, boynu düştü, kendine bir hâl geldi. Ben içimden diyordum, bunda bildiğimiz hoca kılığı yok ama… Bu ne hâldir ki, der… Bir hayret ve dehşet içinde kalırdım… Ben çok namaz kılanlar gördüm. Fakat böyle hazin, huşû içinde, heyecan verici bir tarzda namaz kılanı görmedim. Onun lâ ilâhe illallah demesi, âdetâ top güllesi gibiydi. Orada ehl-i tarik birisi olsaydı, heyecandan cezbeye kapılırdı.” (Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar, s. 69-70.)

Bu tesbitleri dinleyince onun Sahabeler bahsinde Sahabenin “Sübhane Rabbiye’l-A’lâ” deyişini ele alışını hatırlamamak mümkün değil. Konuyu şöyle anlatır: “Bir zaman kalbime geldi. ‘Niçin Muhyiddin Arabî gibi harika zatlar Sahabelere yetişemiyorlar?’ Sonra namaz içinde ‘Sübhane Rabbiye’l-A’lâ’ derken şu kelimenin mânâsı tam inkişaf etti, tam mânâsıyla değil, bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: ‘Keşke, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi.’ Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır.” (Sözler, s. 452.)

Aynı yerde bunun sebebini de izah eder. Buna göre o büyük inkılâpta, Sahabe zikir ve tesbihte okudukları kelimelerin bütün mânâlarını turfanda, taze, canlı ve genç bir sûrette ifade ederler. Bütün hissiyat ve lâtifeleri uyanmış, hatta vehim, hayal ve sır gibi duyguları bile, uyanık ve o zikir ve tesbihteki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer hâle gelmişlerdir. Onun için de bütün hissiyâtları ve latifeleri uyanık Sahabeler tesbih ve îman nurlarına ait mübarek bir kelimeyi söylediklerinde kelimenin bütün mânâlarıyla söyler ve bütün lâtileriyle hisse alırlardı. Halbuki o iniklâptan sonra gitgide lâtifeler ve hisler o hakikatler noktasında gaflete düşüp o müberek kelimeler de mevyveler gibi canlılık ve tazeliğini kaybetmişlerdir. Âdetâ sathîlik havasıyla kuruyor gibi az bir yaşlık kalmıştır ki kuvvetli ve tefekkürî bir ameliyatla ancak önceki hâline döndürülebilir. İşte bundandır ki bir dakikada Sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir. (Sözler, s. 453.)

İşte Bediüzzaman Hazretlerinin kıldığı namazda bu sır büyük ölçüde inkişaf eder. O mübarek kelimeleri duyarak hissederek söyler. Onun için huşû ve huzûu da farklı olur.

Şaban DÖĞEN

01.10.2007


İmanda terakkî ve tekâmül, her mü’minin vazifesidir

“Ey iman edenler! Allah’a, Resûlüne, Resûlüne inzal edilen kitaba ve daha önce nazil olan kitaplara da iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, Resûllerini ve ahiret gününü inkâr ederse bilin ki o açık ve

derin bir

sapıklığa düşmüş olur.”

(Nisa, 4:136)

AÇIKLAMASI:

Yüce Allah bu âyette iman etmiş olan mü’minleri, imanlarını artırmaları konusunda teşvik etmektedir. Çünkü iman edenleri imana davet etmek imanda terakkî ve tekâmüle, imanda ihlâsa ve taklidî imandan tahkikî imana teşviktir.

“Amellerin hangisi üstündür?” şeklindeki bir suâle Peygamberimiz (asm) “Allah’ın isim ve sıfatlarını bildiren ilim her şeyden üstündür” cevabını verir. Suâli soran kişi “Ey Allah’ın Resûlü! Biz ilmin faziletini sormadık, amellerin en üstününü sorduk. Siz ise ilim şeklinde cevap verdiniz” deyince Peygamberimiz (asm) “Allah’ı bildiren ilim ile beraber olan amel, az da olsa fayda verir. Allah’ı tanımadan işlenen ameller ise insana fayda sağlamaz”1 buyurdular.

İnsanın yaratılış amacı “Kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın birliğini tanımak ve ona iman edip ibadet etmek”2 olduğunu, yüce Allah bize haber vermiştir. Kâinat da Allah’ın isim ve sıfatlarını bizlere öğretmektedir. Peygamberlerin ve kitapların amacı da insanlara Allah’ı isim ve sıfatları ile tanıtmaktır. Bunlardan anlaşılmaktadır ki “Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billâhtır. İnsaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı iman-ı billah içindeki marifetullahtır.”3

Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki insan için en mühim vazife, Marifetullah mertebelerinde terakkî ve tekâmül ile insan-ı kâmil olan “Arif-i billâh” olabilmektir. Bundan dolayı yüce Allah “Gerçek Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Onlar ancak Allah’a dayanıp güvenirler”4 buyurarak Allah’ın âyetlerini okuyarak mü’minlerin imanlarını artırdıklarını ifade etmiştir.

İman inanılacak esaslar bakımından artıp eksilmez. Ancak imandaki keyfiyet ve mertebeler bakımından kuvvetli ve zayıf olabilir. Işık, aydınlatması yönü ile birdir, ancak aydınlatmanın şiddeti bakımından mum ışığından güneş ışığına kadar mertebeleri vardır. İnsan da insanlık bakımından birdir; ancak ilim, makam, mertebe, sorumluluk ve vazife yönünden köle ile padişah arasında pek çok mertebelere sahiptir. İman da böyledir. İcmâlî iman bakımından her mü’minin imanı birdir; ancak tafsilî ve tahkikî iman bakımından Hz. Ebûbekir’in (ra) imanı bütün mü’minlerin imanından üstün olduğunu Peygamberimiz (asm) bize haber vermiştir. Yüce Allah imanda terakkî ve tekâmül için mü’minlere “Ey iman edenler! Allah’a, resûlüne, resûlüne inzal edilen kitaba ve daha önce nazil olan kitaplara da iman ediniz” buyurmuşlardır.

Bunda üç mesele vardır. Birincisi, Kur’ân-ı Kerim nazil oldukça mü’minler nazil olan her âyetin Allah’ın âyeti olduğuna iman ederek öğreniyor, okuyor ve okutuyorlardı. Her âyet nazil oldukça mü’minlerin imanı artıyordu. İkincisi, Yahudi hahamlarından bir kısmı Peygamberimize (asm) gelerek “Biz sana indirilen kitaba, Tevrat’a ve Üzeyir’e ve onlara indirilen kitaplara inanır, diğerlerine inanmayız” dediler. Peygamberimiz (asm) ise “Hayır, bu iman değildir. Sizler Allah’a, bütün peygamberlerine, bütün kitaplarına iman etmelisiniz” buyurdu. “Yapamayız” dediler. Bu âyet nazil oldu. Onlara bütün kitap ve peygamberlere iman etmedikleri takdirde imanlarının makbul bir iman sayılamayacağını haber verdi. Bunu Peygamberimiz (asm), onlara okudu. Bunun üzerine tümüne iman ettiler.5 Böylece makbul bir imanın iman esaslarına ve tüm peygamberlere ve kitaplara iman olduğu tebeyyün etti. Üçüncüsü, imanda terakkî ve tekâmül sonsuz olduğuna imadır. Nitekim Allah’ın ilmini, iradesini, kudretini bize gösteren kevnî âyetler görüldükçe, duyuldukça ve öğrenildikçe mü’minlerin imanı artar. Allah’a güvenleri, isim ve sıfatları sayısınca artacağı ifade ve işaret edilmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri de “Risâle-i Nurları okumanın, imanı güçlendireceği, taklidi imanı tahkika çevireceği ve tahkiki olanın da imanını genişleteceğini”6 belirtir.

Dipnotlar:

1- Gazâlî, İhyâ, 1:92

2- Zâriyât, 51:56

3- Mektûbât, 374–375

4- Enfal, 8:2

5- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 3:1496

6- Sözler, 1124

M. Ali KAYA

01.10.2007


Rehber Şahsiyetler

Ahmed Bin Hanbel (780-855)

Dört büyük imamdan birisi ve Hanbeli mezhebinin imamı olan Ahmed bin Hanbel, 780 yılında Bağdat’ta doğdu. Soyu Peygamber Efendimizin (asm) soyu ile birleşmektedir. Bağdatlı âlimlerden bir süre ders aldıktan sonra hadis öğrenmeye ağırlık verdi. İmam-ı Şafii’den de ders aldı. Bir çok âlimden ders alırken; İmam Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai başta olmak üzere tanınmış hadis âlimleri de kendisinden ders aldılar. Çok güçlü bir hafızaya sahip olması, çok sayıda hadisi rivayet ettiğinden dolayı, bazen etrafında hadis dinlemek maksadıyla bulunanların sayısı beş bine kadar ulaştı.

İslâm âlimleri ve din büyüklerinin büyük ekseriyetinin uğradığı sıkıntı ve işkencelerden o da nasibini aldı. Mutezile Mezhebi mensuplarının tesirinde kalan Abbasî halifesi Me’mun zamanında çok büyük işkencelere uğradı, hapse atıldı. Halifenin kendisiyle görüşmek istemesi üzerine, Bağdat valisi İshak b. İbrahim tarafından zincire vurulmuş bir şekilde, Tarsus’a doğru yola çıkarıldı. Ancak, Tarsus’a varmadan halifenin öldüğü haberi geldi. Bunun üzerine geri getirilerek Bağdat’ta tekrar hapsedildi.

Yeni halife Mu’tasım da aynı politikayı devam ettirdi. İşkence yapılması emrini verdi. Ancak “İmam-ı Ahmed ibni Hanbel gibi bir mücahid-i ekber, Kur’ân’ın birtek meselesi için hapiste pek çok azap verilmiş ve şekva etmeyerek, kemal-i sabırla sebat edip o meselelerde sükût...” (Lem’alar, s. 264.) etmedi. Şiddetli kamçı darbelerine rağmen fikirlerinden vazgeçmedi. Uygun ifadeler kullanmak kaydıyla serbest bırakılma teklifini de reddetti. Bunun üzerine işkencelerin dozu arttırıldı.

İki buçuk yıla yakın devam eden büyük işkencelerden sonra serbest bırakıldıysa da gözaltında bulundurulmaya devam ettirildi. 31 Temmuz 855 Cuma günü Bağdat’ta vefat ederek Hakkın rahmetine kavuştu. Cenazesinde yaklaşık altmış bini kadın olmak üzere sekiz yüz bine yakın insan toplandı. Ömrü boyunca hiç kimsenin yardımını kabul etmedi. Reddettiği büyük ikramların başkaları tarafından kabul edildiğini söyleyen oğlu Salih’e, “Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir” (Tâhâ Suresi: 131.) âyetini okuyarak, Allah’ın vereceği rızkın daha hayırlı olduğunu söyledi.

İbn Hanbel, İmam-ı Şafii’nin çok sevdiği ve her sabah seher vakti kendilerine duâ ettiği altı kişiden biridir. İmam-ı Şafii onun hakkında, “Bağdat’ta ondan daha faziletli, müttaki, âlim ve fıkıh âlimi bir kimse görmedim” ifadelerini kullanmıştır. Bediüzzaman Hazretleri, “bir milyon hadisi hıfzına alan” imam olarak tarif eder. (Şuâlar, s. 348.)

Araştırma Merkezi

01.10.2007


Yakarış

Ey içimizden geçeni, dışımıza vurduğumuzu, önümüzden gönderdiğimizi, arkada bıraktığımızı, bize zarar vereni, zarar vermeyi düşündüğümüzü bilen Allah’ım! Senin iznin olmadan hiç kimse hiç kimseyi kuşatamaz, hiç kimse hiç kimseye zarar veremez, hiç kimse hiçbir şeyi bilemez. Senin kürsün semâvâtı ve yerleri tutmuştur. Göklerin ve yerin Tek Hükümrânı Sensin, Tek Hükümdârı Sensin, Tek Saltanat Sahibi Sensin, Tek Tasarruf Sahibi Sensin. Göklerde ve yerde ne varsa tasarrufun altında tutmak ve onlara hükmetmek Sana ağır gelmez. En yüce ve en büyük olan Sensin. Bizi, görünür görünmez yarattıklarının tehlîkelerinden, belâlarından, musîbetlerinden, şerlerinden koru! Bizi himâye et! Günahımızı himâyen için bir engel kılma! Günahlarımızı bağışla! Âmîn...

Süleyman KÖSMENE

01.10.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri