Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Arınç sordu diye es geçemeyiz

Dağlıca’daki baskından 48 saat sonra önümüze çok kritik bir istihbarat geldi.

PKK’nın kaçırdığı askerlerden biri, 2002 yılında Mersin’de Abdullah Öcalan için yapılan bir izinsiz gösteride yakalanmış, 6 ay hapis yatmıştı.

Bu kişi hakkında başka bilgiler de vardı.

Mesela Kürtçe Windows için açılan bir imza kampanyasına katılmıştı.

Yani Kürtçülükle ilgili birçok eylemin içinde yer almıştı.

Haber çok ilginçti.

İki buçuk saate yakın tartıştıktan sonra bu haberi yayınlamamaya karar verdik.

Çünkü orduda görev yapan binlerce Kürt asıllı genç vardı.

Bunlar arasında kahramanlıkları anlatılanlar da bulunuyordu.

Böyle bir haber, ordu içinde zararlı sonuçlara yol açabilirdi.

Ancak o gün aklıma şu soru da takılmamış değildi.

Geçmişinde böyle bilgiler olan bir genç, bölgedeki bu kadar kritik bir göreve gönderilmeli miydi?

* * *

Biz haberi yayınlamadık ama onu izleyen hafta içinde bu defa internette bir dedikodu kampanyası başladı.

Sonunda olay, 8 askerin tutuklanmasına kadar gitti.

Ben bu konuda Adalet Bakanı gibi düşünmüyorum.

Ölen gençler ne kadar içimi yaktıysa, o çocukların ölmeden geri gelmelerine de gerçekten sevindim.

Ne var ki, bu olayın mutlaka soruşturulması gerektiğine de inanıyorum.

Mesela eski TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın sorduğu şu soru:

“Bu olay nasıl oldu? 200 kişi bir anda sınırdan girdiyse termal kameralar işe yaramadı mı? Nerede bir araya geldiler, bu istihbarat nerede?”

Arınç, “Söyleyeceğim çok şey var ama söyleyemiyorum” diyor.

Şimdi bunları AKP’li bir milletvekili söylüyor diye, duymazdan gelemeyiz.

Çünkü aynı soruları ben de soruyorum.

Dahası nereye gitsem, insanların ağzından da aynı soruları işitiyorum.

Belki anlamlı olur diye bir ayrıntı da vereyim.

Bu insanlar Türk ordusuna çok güven duyuyorlar.

Diyeceğim, onlar bu soruları soruyorsa, Genelkurmay’ın da mutlaka sorması gerekir.

Bu çok önemli.

Neden mi?

* * *

Hiç çekinmeden teşhisimi açık açık söyleyeyim.

O bölgede art arda çok vahim iki büyük stratejik hata yapıldı.

Her ikisinde de, çok sayıda genç insan hayatını kaybetti.

Onlar canlarını kaybederken, PKK adlı katil sürüsü de, hiç hak etmediği bir psikolojik kazanç sağladı.

Bitme noktasına gelmiş bir örgüt, psikolojik moral buldu.

Bir de uluslararası alanda yine dikkatleri çekti.

Yani bu iki stratejik hatanın maliyeti hepimiz için ağır oldu.

Eğer bu teşhiste birleşiyorsak, bununla yüzleşmeyi de bilmeliyiz.

“Mücadelenin ortasında bunun hesabı sorulamaz” diyemeyiz.

Dememeliyiz.

* * *

Benim de aklımda bazı sorular var.

Bu soruların bir kısmı askeri açıdan cahilce olabilir.

Yine de soracağım.

Üç saat taciz ateşi olduğu halde, neden yardım gelememiştir?

Gündüz saatlerinde o bölgede bazı hareketler olduğu istihbaratı alındığı halde, neden gece intikalinde ısrar edilmiştir?

PKK’lıların götürdüğü 8 askerle ilgili tahkikat derinleştirildiğine göre, bunun komuta kademesindeki yansımalarına da bakılması gerekmez mi?

* * *

Tekrar ediyorum.

Bu stratejik hataların maliyeti ağır olmuştur.

O nedenle tekrarlanmaması için çok ayrıntılı ve gerçekçi bir inceleme gerekir.

Bunu en çok da, askerine bütün kalbiyle destek veren insanlar istiyor.

Hürriyet, 13.11.2007

Ertuğrul ÖZKÖK

14.11.2007


 

Kurtarılan askerlerimizin tutuklanmaları adaletin sorunudur…

Bölücü teröristlerin 21 Ekim’deki baskını sırasında kaçırılan ve 4 Kasım’da kurtarılarak Türkiye’ye getirilen 8 askerimizin tutuklanmaları, gündemdeki en çarpıcı haberdir.

Askeri savcının mahkeme tarafından kabul edilen tutuklama isteminin gerekçeleri ise, gazete haberlerinde şöyle verildi:

- Suçun vasıf ve mahiyetinin askeri disiplini aşırı derecede sarsmış olması, büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar suçunun işlendiğini gösteren kuvvetli delillerin bulunması ve izinsiz olarak başka ülkenin topraklarına geçmek…

Askeri yargının bu olayı adil biçimde değerlendireceğine güveniyorum.

Adaletin tecellisinin, kamuoyuna yansıyan çeşitli demeçlerle engelleneceğini düşünmek bile istemiyorum. Çünkü “esaret”in de “şehadet” gibi askerlik mesleğinin öğelerinden biri olduğunu, en iyi askeri yargıçlar bilir.

Uluslararası hukuk açısından

Nitekim uluslararası anlaşmalara dayalı ve savaş esirlerinin konumunu belirleyen düzenleyici hukuk metinleri de, bu gerçeğin kanıtıdır. Vestfalya Barışı’ndan (1648) başlayarak, Brüksel Konferansı (1874), La Hey Konvansiyonu (1907), Cenevre Konvansiyonları (1929 ve 1949), savaş esirlerinin konumlarını düzenlemiştir. Bu metinlerde savaş esiri statüsüne alınmayanlar ise, “teröristler”, “sabotörler” ve “casuslar” şeklinde sıralanmıştır.

Son olarak Yugoslavya’da Sırp kasaplarının işledikleri savaş suçları La Hey’de yargılanırken (Vukovar ve Serebrenica katliamları), sivil halkların da savaş esirlerinin güvencelerine sahip kılındıkları gibi bir içtihadın uluslararası hukuka yerleştiğini görüyoruz.

Tarihi yanlış sunmak

Bu gerçeklerin ışığında bizim kurtarılan askerlerimiz için “Keşke ölselerdi de esir düşmeselerdi” benzeri düşünce açıklamalarına hedef olmalarının, bunları yargılayacak askeri mahkemeyi etkilememesi gerekiyor. Son olarak TBMM eski Başkanı Bülent Arınç’ın “Hiçbir Türk askeri mücadele ettiği ekibe teslim olmaz, tarihimiz bunu yazmıyor” şeklindeki açıklamasının da, yargı açısından bir etkileyici değer taşıyacağını sanmıyoruz.

Tarihte biz de dünyanın diğer ulusları da girdikleri silahlı mücadelelerde esir vermişlerdir. Tarihimizde adı altın harflerle yazılı olan Gazi Osman Paşa “Plevne Savunması” (1878) sonunda Ruslara esir düşmüştür. 1’inci Dünya Savaşı’nda Filistin Cephesi’nde İngilizlere esir düşen Türk askerlerinin bir bölümü, Burma’daki Türk Şehitliği’nde yatıyor. “Risale”leri ile bugün geniş inanç kitlelerini etkileyen Saidi Nursi bile, 1’inci Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşerek 2.5 yıl esir kampında yaşamamış mıdır?

Bırakalım bunları. Yıldırım Beyazıt Timurlenk’e Ankara Savaşı’ndaki (1402) yenilgi sonunda esir düşmemiş miydi?

Ünlü savaş esirleri

Demek istediğimiz şu.

Tarihe yalan yanlış göndermeler yapıp bugünü yargılamak çağdaş mantığa pek sığmaz.

İsterseniz dünyadaki ünlü isimlerden savaşlarda esir düşmüş olan bazılarını da hatırlayalım:

Winston Churchill (Güney Afrika’daki Boer Savaşı’nda), Charles De Gaulle (1’inci Dünya Savaşı’nda Verdun’de), François Mitterand (2’nci Dünya Savaşı’nda Almanlara), Josip Broz Tito (1’inci Dünya Savaşı’nda Ruslara)…

Adalet suçları ve suçluları hassas terazi ile tartar.

Topyekuncu mahkumiyetlerin kamuoyuna pompalandığı bir ortam, adalet duygusunu da zedeler.

Posta, 13.11.2007

Mehmet BARLAS

14.11.2007


 

Peres TBMM’de

İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres Ankara’da.

Peres gerçekte var olmayan bir devletin yani Filistin’in Devlet Başkanı Mahmut Abbas ile birlikte TBMM’de bugün konuşacak. İsrail halkının neredeyse %70’nin başka ülkelerden geldiğini hatırlatarak Polonya kökenli Peres 1934’te Abbas ve halkının ülkesi Filistin’e göç ederek Siyonsit örgütlere katıldı ve Filistin toprağında ABD ve İngiltere destekli bir İsrail devletinin kurulması için ne gerekiyorsa yaptı. Filistin halkına karşı her türlü cinayeti işleyen Hagana örgütünün liderleri arasında yer alan Peres’in yıldızı 1947’de kurulan İsrail devletinde hızla parladı. Savunma Bakanlığı’nda değişik görevler üstlenen Peres İsrail’in gelişmiş silahlara sahip olması için gereken tüm yollara başvurdu.

1960’lı yılların sonunda Peres Fransa’dan nükleer reaktörleri ile Mirage-3 savaş uçaklarını satın alabildi.

Yani eğer bugün İsrail İstanbul ve Ankara dahil tüm İslam ülkeleri şehirlerini yerle bir edecek nükleer bombalara sahip ise bunu Peres’e borçludur.

1956’da İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’a saldıran İsrail’in Savunma Bakanı Müsteşarı Peres idi. Tıpkı daha sonraki Arap ülkelerine yönelik tüm savaşlarda ve Filistin halkına yönelik tüm saldırılarda değişik konumlarda yer aldığı gibi.

Peres; 1947’de Filistin‘in Siyonistler tarafından işgal edilerek İsrail devletinin kurulmasında ve daha sonra 1967’de geri kalan Filistin, (Gazze ve Batı Şeria) Suriye, Mısır, Ürdün ve Lübnan topraklarının işgal edilmesinde hep önemli roller üstlenmiştir.

İki kez başbakan olan Peres başta Savunma ve Dışişleri olmak üzere birçok bakanlık görevini de üstlenmiştir. Yani öncesini bir yana bıraksak bile 60 yıllık İsrail devletinin tüm saldırganlık ve yayılma kararlarında Peres’in parmak izlerini bulabilirsiniz.

Ve toprağını işgal ettiği Yaser Arafat ile 1994’te tokalaştı diye (daha sonra Arafat’ın yavaş yavaş olmasında önemli rol oynadı) birleri çıkıp bu Peres’e Nobel Barış ödülü veriyor.

İnanılacak gibi değil!

(...)

Peres’e bu daveti yapanlar ve ona bu olanağı sağlayanlar umarım ne ve neden yaptıklarını biliyorlardır.

Umarım öyle bir davet ABD’deki Yahudi lobilerinin gönlünü almak ya da Washington’un Ortadoğu’da vereceği yeni roller karşılığına yapılmamıştır. Çünkü herkes biliyor ki; Başkan Bush Sayın Başbakan Erdoğan ile 2 saate yakın sürede yalnızca PKK’yı konuşmadı.

Bir de şu Abbas konusuna bakalım. Çünkü Peres’i TBMM’de misafir eden Ankara bunu Mahmut Abbas ile dengelemeyi hesaplamaktadır.

Oysa ABD, İsrail ve AB destekli Abbas, Filistin halkını temsil etmemektedir. Bu coğrafyada ABD destekli Abbas benzerlerini çok görebilirsiniz. Bunlarla birlikte bölgede barış, istikrar, güvenlik ve esenlik sağlanacağına inanan varsa onların önce zekasından sonra da vicdanından şüphe etmek gerekir.

Çünkü istenilen ortamın gerçekleşmemesinin tek bir nedeni var. O da Peres’in devlet başkanı olduğu İsrail ile onun arkasındaki ABD ve çiftte standartlı ve riyakâr Batı’nın tutum ve davranışıdır.

(...)

Türkiye’nin İran ile doğalgaz anlaşması imzalamasına ve Suriye liderinin Türkiye’ye gelişine ya da Erdoğan ve Sezer’in Şam’a gidişine kızan İsrail ise Ankara’nın bölgesel barış için arabuluculuğunu hiçbir zaman kabul etmedi ve etmiyor.

Türkiye’ye güvenmeyen ve onu rahatsız etmek için Irak ve Kuzey Irak’ta herkesin bildiği çok tehlikeli işler yapan böyle bir İsrail’in cumhurbaşkanı Peres bugün ilk kez Müslüman bir ülkenin halk meclisinde yani TBMM’de olacak ve TBMM üyeleri onu ayakta karşılamak zorunda olacak.

Tarih yazmasa da halkların hafızası böylesi önemli hatıraları asla unutmaz.

Tıpkı Sultan Abdülhamit’in Filistin’i Siyonistlere vermediğini unutmadığı gibi!

Akşam, 13.11.2007

Hüsnü MAHALLİ

14.11.2007


 

Tek sorumlu 8 er mi?

PKK ile mücadele ederken, karşılaştığımız vurgunlar canımı sıktı. Son olarak kaçırılan 8 erin tutuklu yargılanması, işin tuzu biberi.

“Peş peşe gelişen olaylarda, neden başka sorumlu aranmıyor?” sorusunu sormak isterim. Tabibir cevap veren bulabilirsem.

- 29 Eylül’de bir minibüs tarandı, 12 sivil öldü. Eylemi PKK üstlenmedi; sonra “kan davası” iddiası ortaya atıldı; kimi JİTEM’in ismini öne sürdü.

- 7 Ekim’de Gabar’da 13 şehidimiz var. Şırnak 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı’na bağlı 5 tim, operasyona gidiyorlar. İlk 4 tim, teröristlerin pusu kurduğu bölgeden zayiat vermeden geçiyor, 18 askerden oluşan son time, teröristler, el bombalı ve uzun namlulu silâhlarla saldırıyor. Gabar Dağı’nda PKK avına çıkmışsınız; demek tehlikenin mevcut olduğunu biliyorsunuz; gene de tuzağa düşüyorsunuz. Timler niçin birbirinden ayrılarak görev yapıyor? Bu işin sorumlusu yok mu? Şırnak 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı, bir özeleştiri yaptı mı?

- 21 Ekim’de Dağlıca köyü yakınlarında konuşlanmış piyade taburunu koruyan bölüğe saldırılıyor, 12 şehit veriyoruz. Bu ne biçim koruma mekanizması? Bırakınız, taburu korumayı, kendilerini bile koruyamıyorlar. Ve bunun tek sorumlusu, PKK’nın kaçırdığı 8 asker mi? 8 askerden, neredeyse, neden çarpışıp, şehit olmadıklarının hesabı soruluyor. Oysa verdikleri ifadelere göre, kiminin tüfeği tutukluk yapmış, kiminin mermisi bitmiş, arkadan takviye gelmemiş vs...

Çok şükür CHP, “İçimizdeki düşman” la uğraşmaktan vazgeçip, laiklik tartışmalarını bir kenara bırakıp, memleketimizin gerçek sorununa yöneldi: PKK ve Kürt meselesi.

Unutmayalım ki, 28 Şubat sürecinde, o günkü komuta heyeti, “Asıl tehlike irticadır” diye brifingler düzenlemişti. Acaba “iç düşmanla” bu denli uğraşmak mı bizi PKK ile ilişkilerde bu noktaya getirdi?

Sabah, 13.11.2007

Nazlı ILICAK

14.11.2007


 

Yanlışta ısrar

Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt basınla son buluşmasında hepimizin yüzünde tebessümlere yol açan bir öykü anlatmış: Dağlıca’daki müessif olay sonrasında kendisini ‘Tümgeneral Yılmaz’ diye tanıtan biri Tabur’u arayıp bilgi almaya çalışmış... İzini sürdüklerinde, arayan numaranın bir gazeteye ait olduğunu tespit etmişler... Org. Büyükanıt gazetenin yayın yönetmenine teessüflerini bildirmiş; görüştüğü gazetecilere de “Etik olmayan bu yöntemler yanlış” demiş...

Medya, günledir, kendini ‘Tümgeneral Yılmaz’ diye tanıtan gazetecinin peşinde; kimi düpedüz hafiyelik yaparak, kimi de akıl yürütme yoluyla ‘zanlı’ sayısını birkaça indirmiş durumda.

Haber alabilmek için kendini başkası gibi gösterme âdeti pek yaygın değil medyada; bunun bir sebebi ‘etik’ kaygılar ise başka bir sebebi de teknolojinin sahteciliğe prim vermemesi... Geçmişte olsa Tabur’a edilen telefonun kaynağını tespit zordu; şimdilerde çocuk oyuncağı bu iş... Kendini ‘Tümgeneral Yılmaz’ olarak tanıtan kişi, Genelkurmay Başkanı’nın çıkışından sonra, bu kötü alışkanlığını herhalde terk edecektir.

Konunun esas üzerinde durulması gereken yönü, kendini başkası yerine koyanın bunu ‘asker’ kişiliğine bürünerek yapması... Ortada ‘zanlılar’ olsa da isim netleşmediği için ancak spekülasyonda bulunabiliriz: ‘Tümg. Yılmaz’ kişiliğine bürünen ‘gazeteci’, acaba başka kimliklere de girebilen bir ‘binbir surat’ mı, yoksa yalnızca tek bir takma suratı mı var?

Bu soruyu, yalnızca bazı tiplerin kendilerini ‘askere yakın’ görmelerine bakarak soruyor değilim. Küçük yaşlardan beri ‘asker’ özentili büyütülen nesilleriz ve bu yetişme tarzı insanın kişiliği üzerinde kalıcı izler bırakabiliyor. Ayrıca ‘asker-gazeteci’ ilişkisinde de bunu teşvik eden bir yön var; Genelkurmay Başkanlığı, yıllar önce, ‘Mehmetçik gazeteci’ diye yaygınlaşan bir isimle ödül de dağıtmaya başlamıştı.

‘Akreditasyon uygulaması’ da bu tür kişilik sapmalarına yol açıyorsa şaşırmalı mıyız?

Genelkurmay Başkanlığı’nın uyguladığı ‘akreditasyon’ medyada bazı gazetelerin (ve gazetecilerin de) diğerlerinden daha ‘vatansever’ oldukları kabulüne dayanıyor. Askerlerin düzenlediği etkinliklere katılabilmek için ‘akredite’ sayılmak gerekiyor ülkemizde. ‘Akredite edilmemek’ söz konusu olunca da, ‘akredite edilmiş olmak’ bir imtiyaz teşkil ediyor. Org. Büyükanıt’ın “Yayın yönetmeniyle görüştük” demesi de, ortalıkta dolaşan ‘zanlı’ isimleri de, eleştirilen kimlik yanıltmacasını ‘akredite’ bir gazetecinin yaptığına işaret ediyor.

İlginç olan, bir kez ‘akredite’ olan bir gazetecinin, süreç içerisinde ilişkiyi zedeleyecek yanlışları görülse bile, bu konumunu kaybetmeyişi... Yeni açıklama çıkınca kaçırmamak için gazetelerde gece-gündüz nöbet tutulan Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde yer alan ‘yalanlama’ ve ‘düzeltmeler’ bu gözle incelendiğinde görülecektir: Geçen haftanın Genelkurmay Başkanı ile buluşma toplantısında daha önce haberleri yalanlanan ve yazdıkları düzeltilen gazeteciler de bulunuyordu.

Uygulayıcı ‘akreditasyon’ konusuna hangi gerekçeyi uygun görürse görsün, dışarıdan bakanlar, bunu ‘imtiyaz’ ve ‘hak mahrumiyeti’ kıskacında değerlendiriyorlar. Avrupa Konseyi’nin Türkiye ile ilgili son İlerleme Raporu’nda, ilk kez, Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘akreditasyon’ uygulaması da eleştirildi. Raporda denen şu: “Basın özgürlüğü Genelkurmay Başkanlığı’nın çıkardığı bir iç genelgeyle sınırlandırılıyor; TSK’yı fazla eleştirenler, askerî davet ve bilgilendirme toplantıları için gerekli ‘akreditasyon’dan mahrum ediliyorlar.”

Her mahrumiyet birilerine imtiyaz kazandırır, Genelkurmay Başkanlığı’nın geniş biçimde uyguladığı ‘akreditasyon’ da bazı gazete ve gazetecilere imtiyaz sağlıyor elbette. Akredite medya işitip gördüklerinden okurlarını yararlandırırken, akredite edilmeyenler bunu yapamıyorlar.

Kendini ‘Tümgeneral Yılmaz’ diye tanıtan kişi -belli ki- ünlü bir gazeteci değil; onun durumu “Her imtiyazlı kişi kendisine tanınan ayrıcalığı taşıyamaz” kuralının işlediğini gösteriyor yalnızca. Askere yakınlığı zaten bilinen biri olsaydı, Tugay’ı aramak için bir başka kimliğe bürünme zahmetine katlanması gerekmezdi.

Yanlışta ısrar yeni yanlışlara sebep oluyor işte.

Yeni Şafak, 13.11.2007

Fehmi KORU

14.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri