Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Gerçek milliyetçi 301’i hemen kaldırır...

Aman kimseler ortaya çıkıp, önce “ben katıksız bir Türk milliyetçisiyim” dedikten sonra, TCK’nın 301’inci maddesini savunmaya kalkmasın.

Özellikle Amerika ve Avrupa sahnelerinde, giderek artan biçimde 301’li oyunlar sahneleniyor.

Yeni moda olmaya başladı.

Türkiye aleyhinde propaganda yapmak veya Türkiye’yi köşeye sıkıştıracak bir adım mı atmak isteniyor, 301’inci maddeden daha inandırıcı hiçbir örnek bulunmuyor.

Bilmeyenler için kısaca anlatayım: Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 301’inci maddesi “Türklüğe hakareti” cezalandırıyor. Ancak, bu maddenin gerekçesi ve örnekleri verilirken, “hakaret” kelimesinden ne anlaşıldığı anlatılırken, “eleştiri” ile “hakaretin” aynı kefeye konduğunu görüyorsunuz.

Örneğin, Kıbrıs’taki Türk askerlerinin çekilmesi gerektiğini söylemek dahi, “Türklüğe hakaret” olarak alınıyor.

Yargıçlarımız da, eleştiri ile hakareti birbirine karıştırınca, işler daha da bozuluyor. Türkiye Cumhuriyeti’ni veya Türkiye’nin temel politikalarını eleştirmek dahi 301’inci madde çerçevesinde cezalandırılabiliyor. Örnekleri hem çok, hem de ortada...

Tabii bu durum, AB’nin Kopenhag Kriterleri’ne tümüyle ters düştüğü gibi, hiçbir uluslararası insan hakları ve özgürlükler antlaşmasına da uymuyor.

Avrupa Birliği üç yıldır, 301 konusunda tepiniyor. Türkiye’nin ise kılı kıpırdamıyor.

AB, 301’i artık tam bir sembol konumuna getirdi. Adeta bir anahtar.

Bu anahtar değiştirilmediği sürece, AB-TR kilidi açılamayacak.

Türkiye ise, tam tersine 301’i, adeta milliyetçiliğin bayrağı konumuna getirdi. Sanki 301 kaldırılır veya değiştirilirse, Türkiye Cumhuriyeti’ne hakaret etmek, yerden yere vurmak isteyenlere büyük bir fırsat tanınmış olacakmış ve Türk düşmanları kolları sıvayıp üstümüze saldıracaklarmış gibi bir resim çizdiler.

İş milliyetçiliğe dayanınca da, AKP iktidarı korktu. Pıstı ve MHP ile CHP’nin taarruzundan kurtulmak için sipere yattı.

Bir yandan 301’in değişmesi gerektiğine inanıyor ve gerektiğini kabul ediyor, ancak öte yandan da, MHP-CHP koalisyonundan çekiniyor ve kıpırdayamıyor. AKP kendini kurtarmak için, “Başka AB ülkelerinde de 301 gibi maddeler var” söyleminin arkasına saklanmaya çalışıyor. Bazılarında 301’in var olduğu doğru, ancak onlarda bizdeki gibi “hakaret” ile “eleştiri” birbirinden ayrılıyor, mahkemeler de buna göre karar veriyor.

Ne MHP-CHP milliyetçileri ne de AKP iktidarı, 301’i bugünkü gibi tuttukları sürece Türkiye’ye en kadar büyük bir zarar verdirdiklerinin farkında değiller.

Bugün Ermeni lobisi, Avrupa ve ABD’de soykırım yasalarının parlamentolardan geçirilebilmesini sağlamak için, en inandırıcı gerekçe olarak 301’i ve bu yüzden mahkemeye verilenleri gösteriyor, hakkında savcılık soruşturması açılanları gündeme getiriyor.

PKK yanlıları, oturma izninden tutun, Roj TV’yi savunmaya kadar, birçok girişimlerinde yine 301’i örnek gösteriyorlar.

Kıbrıs Rumları’nın da elindeki en etkili silah 301. Bu maddeyi gösterip “Türkler bu şekilde bizi eziyor” diyorlar.

Manzara işte böylesine acıklı bir durumda.

Posta, 16 Kasım 2007

M. Ali BİRAND

17.11.2007


 

Pamukoğlu da mı asker düşmanı, vatan haini?

(...)

Dayanabildiğim ölçüde siyasi yazı yazmayacağım dedim ancak Neşe Düzel’in emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu ile yaptığı röportaj alıntılanmayacak gibi değil.

Osman Pamukoğlu 1993-95 arasında Hakkari’de Dağ ve Komando Tugayı ve Güvenlik komutanlığı yapmış bildiğiniz gibi ünlü bir asker. Dağlıca baskını hakkında dedikleri yenilir yutulur gibi değil. Bizler ne söylersek söyleyelim nihayetinde hariçten ve de uzaktan gazel okumaktan başka bir şey değil. Ancak Pamukoğlu diyorsa hakikaten düşünmek lazım.

***

“Zafiyet olmadan olmaz” diyor Şırnak ve Dağlıca baskınları nasıl olabildi sorusuna. “Pusu imkanını ortadan kaldıracak tedbirlerin alınmadığını, büyük bir dikkat ve uyanıklık boşluğu olduğunu gisteriyor. Uyanıklık yok.. Tedbir yok. İstihbarat alınmamış. Bir eksiklik, noksanlık, zayıflık olduğu ortada. Bu hangi kademeye kadar gidiyor araştırılıp soruşturulması lazım.. Soruşturma değil yargılanmaları lazım. PKK’lılara giden askerler dahil o bölgede kim hangi derecede sorumlu sıralı bir idari araştırmadan geçirilmeli.. Bu işler artık “kol kırılır yen içinde kalır, o kurum bu kurum, onun koruyayım” diyerek olmaz. Artık siz onu saklayayım, bunu gizleyeyim, onu koruyayım diyemezsiniz. KORUYACAKSANIZ HALKIN ÇOCUKLARINI KORUYUN.. Milleti koruyun”

Bu kadarla kalsa gene iyi.. Neşe Düzel’in “Neden sınırlarımız içindeki PKK hareketlerine engel olamıyoruz” sorusuna cevabı da şöyle:

“Kimin nerede olduğunu bilmiyorsanız, onun ne yapacağını erken haber alamıyorsunuz demektir. İstihbaratınız zayıf demektir.... PKK’ya mücadelede devletin bütün sıkıntısı nedir biliyor musunuz? Bu mücadele karşısında hem istihbarat yönünden hem de karşı eylemler yönünden gerekli örgütlenmenin henüz yapılmamış olmasıdır.”

“25 yıldır 30 binden fazla insan öldü ve bizim devlet hâlâ örgütlenmedi öyle mi? Bunu nasıl açıklıyorsunuz?” diye soruyor Neşe Düzel.

“Bu gaflet. Açıklanacak bir tarafı var mı? Ama bundan meclisi hükümeti ayrı tutamazsınız. Bugün silahlı gücümüzün kaybı Kurtuluş Savaşı’nın silahlı güç kaybına yetişti. Bir de halktan 30 bin kadar çoluk çocuk öldü. Kurtuluş Savaşı’nda bu kadar halk kaybı yok. Bu şekilde mücadelede sonuç alamazsınız. İnsanlar ölür ve tahmin edemeyeceğiz kadar da paranız gider. 300 milyar en az. Siz böyle paralar harcayabilecek bir ülke değilsiniz.”

Peki ne yapmalı sorusuna ise şöyle cevap veriyor: “PKK’yı otuz yıldır aynı adamlar yönetiyor. 28 yıldır dağda aynı işi yapıyor. Araziyi, fare deliklerini bizim sınırımızı, eksiğimizi, fazlamızı biliyorlar. Siz ise karşısına kimlerle çıkıyorsunuz? Günü gelen normal yeni askerle, yeni subayla, astsubayla. Antalya’dan İzmir’den eksi 30 dereceye, üç metre kara ÇOCUK götürüyorsunuz. İster komando, ister gerilla, ister gayri nizami harp eğitimi deyin sonuçta PKK’ya denk kuvvetler bunlardır. PKK’yla mücadeleyi seçkin savaşçılar yapacak.”

***

Bizler deyince “vatan haini, asker düşmanı, gafil, sersem, edepsiz” oluyoruz. Yerden göğe kadar asker ve de dürüst olan Pamukoğlu için de aynısını söyleyebilecek misiniz şimdi?

Uyanın millet!

Vatan, 16 Kasım 2007

Tuğçe BARAN

17.11.2007


 

Paradigma değişikliği zaman alacak

Mehtap televizyonunda salı akşamları Ali Bulaç’la birlikte yaptığımız “Düşünce Günlüğü” programında bu hafta “AB İlerleme Raporu, 301 ve Anayasa değişikliği” konularını tartıştık.

Konuğumuz Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Şentop idi. Doç. Şentop, Anayasa değişikliğinde asıl sorunun “Paradigma” konusunda ortaya çıktığını ve gerçek değişikliğin de “Paradigma değişikliği” gerçekleşirse olacağını ifade etti.

Paradigma, ana felsefi çerçeve demekti.

Teoride Anayasaların ana felsefi çerçevesi, toplumun haklarını iktidar sahiplerine karşı korumak olmalıydı. Yani bir anlamda iktidar alanını, devleti ve siyaseti sınırlamaktı.

Bizdeki ana felsefi çerçeve ise, resmi ideoloji adına toplumun zaptu rapt altında tutulması yönündeydi. Doç. Şentop, paradigmanın özellikle 1960 anayasasıyla bozulduğunu, o anayasanın asıl mimarının Hıfzı Veldet Velidedeoğlu olduğunu, onun da Recep Peker mantığıyla hareket ettiğini, Recep Peker’in ise, “faşizan bir zihniyet”le toplumu dizayn etme amacında olduğunu belirtti. Milli Birlik Komitesi zabıtlarına bakıldığında bu resmin açık olarak görüleceğini ifade etti.

Bu değerlendirme önemli. “Bir toplumda bir arada yaşayanların ilişkilerini düzenleyen ve barış içinde yaşamalarını sağlamayı hedefleyen bir ictimai sözleşme” hüviyetinden çıkıp, toplumu biçimlendirme mekanizmasına dönüşmek...

Hukukla toplumu dizayn etme iradesi... Bir tür toplum projesi. Bu paradigma değişmedikçe... değişiklikler çok anlamlı olmayacaktı. 1892 anayasasında 17 değişiklik yapılmış, 83 madde değişmişti. Ama ruh aynıydı ve onun için köklü bir değişiklik ihtiyacı söz konusuydu. Bu konuyu, bugün neden gündeme aldım. AKP Genel başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, “Taslakta başörtüsü sorununu bitirecek bir madde var mı?” sorusuna verdiği cevap sebebiyle... Şunu söylüyor: “Başörtüsü inanç özgürlüğünün kullanılması nedeniyle bir insan hakkı. Başörtüsüyle ilgili yasalarda, Anayasa da dahil olmak üzere herhangi bir yasaklama yok. O zaman Türkiye’de eksik olan başka bir şey var. Türkiye’de sistemin tam demokratikleşmediği, tam bir hukuk devleti oluşmadığı ve kişi özgürlüklerine karşı büyük bir saygının oluşmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Tartışma başörtüsüyle ilgili değildir, problem de başörtüsü değildir. Aslında birileri genç kızlarımızın, kadınlarımızın başında olan örtüyü aldılar, kendi yüzlerine örttüler. Aslında tartışma konusu olan şey, egemenliğin kime ait olduğu ve bu egemenliğin kimin eliyle kullanılacağı tartışmasıdır. Cevaplanması gereken iki soru var. Cumhuriyetçi misin, demokrat mısın? Kavga bunun üstünedir.”

-Aslında sorun başörtüsü değil.

-Türkiye’de eksik olan başka bir şey...

-Egemenliğin kime ait olduğu...

-Ve egemenliğin kimin eliyle kullanılacağı...

İşte bu sorulardan, anayasanın ana felsefesi çıkıyor.

Devleti sınırlamak ya da devlet eliyle milleti sınırlamak... Hatta yeni bir millet üretmek...

Bu felsefi ana çerçeve değişmedikçe, anayasada olmayanı Anayasa Mahkemesi’nde üretebiliyorsunuz, ceza yasasında olmayanı, yargıda üretebiliyorsunuz...

Yani yasama organını aşıp, mahkemelerle yasa yapabiliyorsunuz.

28 Şubat günlerinde 312’nin alan dışı kullanımı...

312’yi değiştirseniz onun yerine 146 kullanılır mantığı...

Başörtüsü yasağını sürdürmek için “türban” ve “siyasi sembol” gibi uydurma söylem üretimi..

Şüphesiz Anayasa değişimi, maddelerin yeniden tanzimi önemli... Yazılı hukukun emredici rolü nihai anlamda bağlayıcı olacaktır.

Ama Türkiye’de devlet - toplum ilişkisindeki ana paradigmanın “millet öncelikli” olarak değişmesi şart.

Bir anayasa hukukçumuz şöyle demişti:

“Bu başlangıç hükümleri durduğu müddetçe bu anayasada iyileştirme yapılamaz.”

Paradigma orada...

Ve tüm yorum gerektiren durumlarda orası referans olarak kullanılıyor.

Soru: Anayasa değişikliği paradigma değişimini sağlayabilecek mi?

Bence zaman istiyor.

Bugün, 16 Kasım 2007

Ahmet TAŞGETİREN

17.11.2007


 

Yoruma gerek var mı?

Önce... Dün bizim on dördüncü sayfadaki, ‘Şemdinli’ye dokunan yanıyor’ başlıklı şu haberi bir daha okuyun: ‘Şemdinli’de 2005’te PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz’a ait Umut Kitabevi’nin bombalanmasıyla başlayan hukuk süreci genişliyor.

Adalet Bakanlığı, Van eski Cumhuriyet Savcısı Sezgin Kanmaz’ın talebi üzerine Şemdinli davasının müdahil avukatlarından, Van Barosu Başkanı Ayhan Çabuk ile üyeleri Murat Timur, Bekir Kaya, Kerem Akdoğan ve Cüneyt Caniş, Ankara Barosu avukatlarından Selçuk Kozağaçlı, İzmir Barosu avukatlarından Bahattin Özdemir ve Hakkari Barosu avukatlarından Mehmet Ekici hakkında soruşturma açılması için izin verdi.

Soruşturma sonunda avukatlar hakkında dava açılıp açılmayacağına karar verilecek.

Soruşturma sebebi olarak avukatların Yargıtay’ın bozma kararına yönelik mahkemeye verdiği itiraz dilekçesi gösterildi.

Avukatlar, Van 3. Ağır Ceza Mahkemesine verdikleri dilekçede, dava dosyalarının birleştirmesiyle sanık Veysel Ateş’in askeri mahkemede yargılanabileceğine ilişkin hukuk dışı beklenti bulunduğuna dikkat çekmiş ve ‘Van Cumhuriyet Başsavcılığı meslekte yetersizlik sorunuyla karşı karşıyadır’ demişti.

***

Haberin devamı da şöyle:

‘Şemdinli’de 2005’te meydana gelen olaydan sonra iddianameyi hazırlayan Van Cumhuriyet eski Savcısı Ferhat Sarıkaya, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından meslekten ihraç edildi.

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi sanık astsubaylar Ali Kaya, Özcan İldeniz ve PKK itirafçısı Veysel Ateş’i 39’ar yıl hapis cezasına çarptırdı.

Dosya temyiz için Yargıtay’a gitti. 9. ve 1. daireler arasındaki ‘Görevsizlik’ tartışması sonucunda Yargıtay 9. Dairesi, davayı eksik soruşturma ve yargılananların asker olduğu gerekçesiyle, davanın Askeri Mahkeme tarafından görülmesi gerektiğini belirterek davayı bozdu.

Yerel mahkeme heyeti, Yargıtay’ın görevsizlik kararına uymayarak, davaya bakmaya yetkili mahkemenin kendisi olduğuna hükmetti.

Ancak bu kararın ardından mahkeme üyeleri başka illere atandı.

Yeni heyet ise, Yargıtay 9. Dairesinin görevsizlik kararına uyarak dosyayı Van Askeri Mahkemesi’ne gönderdi. Dava şimdi Van Askeri Mahkemesinde görülüyor.’

Okudunuz mu?

***

Okuduysanız, şimdi de Milliyet Gazetesinin on dokuzuncu sayfasının dibindeki ‘Emekli Korgeneral Tokat’ın ‘birkaç bomba’ sözüne beraat’ başlıklı Gökçer Tahincioğlu’nun haberine bir göz atın:

‘Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde görev yaptığı dönemde, hákim ve savcıları hizaya getirmek için birkaç bomba attırdığını söyleyen emekli Korgeneral Altay Tokat, hakkında açılan davadan beraat etti.

Tokat’ın 2006’da yaptığı açıklamalar nedeniyle iki ayrı soruşturma açıldı.

Askeri savcılığın, ‘meskûn mahalde bomba attırmak’ suçundan açılan ilk soruşturmayı yetkisizlikle sonuçlandırdı.

Hakkári Başsavcılığı, Tokat’ın ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’, ‘yargı görevini yapanı etkileme’den soruşturulması gerektiğine ancak Tokat’ın bölgede 1989’da görev yaptığı ve bu suçlar yönünden zaman aşımına girdiğine hükmetti.

Tokat emekli olduğu için ikinci dava İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde görüldü.

Savcılık, sanığın bombalama eylemleri yaptırdığına yönelik kanıt bulunmadığını, ifadesinde yanlış anlaşıldığını söylediğini belirterek, beraatını istedi. Mahkeme de Tokat’ın beraatına hükmetti.’

***

Siz benim yerimde olsaydınız...

Bu iki haberi peşpeşe okuduktan sonra...

Ne yorum yazardınız?

Yoksa sizin de benim gibi şaşkınlıktan soluğunuz mu kesilirdi?

Star, 16 Kasım 2007

Mehmet ALTAN

17.11.2007


 

PKK mayınına kim basmıyor?

Hafta sonu tatil olduğu için pazartesi günleri haber açısından zayıftır. Bu açık genellikle röportajlarla kapatılır.

Pazartesi sabahları Neşe Düzel’in Radikal gazetesinde yaptığı ve bazen hafta boyunca sözü edilen, tartışılan röportajları merakla hatta heyecanla okurdum.

Neşe Düzel yeni kurulan bir gazeteye geçti. “Taraf”, yazar Ahmet Altan ile Sabah ve Aktüel’den hatırlayacağınız Alev Er’in yayın yönetmenliğini ortaklaşa yaptıkları bir gazete.

‘Taraf’ yayın hayatına dün atıldı ve ilk sayısının manşetini, Neşe Düzel’in yaptığı röportaj oluşturuyordu:

Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu, “ PKK ‘nın Dağlıca baskınından sorumlu olan herkes, erinden generaline soruşturulmalı ve yargılanmalı”

diyor.

***

Pamukoğlu ilginç bir kişilik. 1993-95 arasında Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı’nın komutanı. Sıkı ve gözü pek bir asker olduğunu biliyoruz.

Ancak asıl dikkati çeken özelliği, asker-sivil demeden ülkeyi yönetenleri sözünü sakınmadan eleştirmesi. PKK’nın her büyük eyleminde kameralar ona dönüyor.

Ben Pamukoğlu’nun askeri çizgisini, önerilerini, saptamalarını önemsiyorum. Ancak siyasi yaklaşımı tedirgin edici.

Mesela... 20-21 Ekim’deki Dağlıca saldırısından sonra, yanlış hatırlamıyorsam Sky Türk kanalında konuşurken, önce askeri değerlendirmeler yapmış... Ardından da hızını alamayarak, “PKK’yı askerlerin değil halkın bitireceğini... Bu işi gençlerin yapacağını... Sadece kendilerini kararlı bir biçimde harekete geçirip yönlendirecek bir liderliğe ihtiyaç duyduklarını” söylemişti.

***

Böyle bir şey ancak faşizme yönelmiş popülistotoriter rejimlerde olabilir. (Çeteleşen Kuvvacılar da aynı hayalleri kuruyor.)

Siyasi açıdan böyle nahoş, demokrasi karşıtı laflar eden Pamukoğlu, konu mesleğine yani askerliğe gelince gayet mantıklı konuşuyor.

Onun söyledikleri ile iş dünyasındaki amansız rekabet arasında paralellikler var. Mesela:

- Günümüzde büyük ama hantal şirketlerin kârı düşerken, küçük ama hızlı hareket eden şirketlerin kârı yükseliyor.

- Küçük şirketler piyasadaki değişikliği anında algılayıp ona göre tavır alırken, hantal şirketlerin bilgiyi toparlaması, değerlendirmesi ve eylem kararı vermesi uzun sürüyor.

- Büyük şirketler düzenli ordular gibi... Küçükler ise adeta

gerilla savaşı yürütüyor. (Yönetim kitaplarına bakın, pazarlama, satış ya da reklamda “ gerilla taktiklerinden “ söz ediyorlar.)

***

“ Ben sabit hiçbir şeyden hoşlanmıyorum “ diyerek sınır karakollarına karşı çıkan Pamukoğlu da farklı bir alanda ama “şirket yönetim guruları” ile aynı zihniyette:

“ Karakol demek, bina yapıyorsunuz, içine giriyorsunuz ve sonuçta binanın etrafını koruyorsunuz demektir .”

PKK yıllardan beri üç aşağı beş yukarı aynı şefler tarafından yönetiliyor. Bu da tecrübe birikimine yol açıyor. Hiyerarşik ordu düzeninde ise komutanlar ve diğer askerler geliyor, görev süresini tamamlayıp gidiyor.

Evet, tecrübe “ yazıya “ dökülerek süreklilik sağlanmaya çalışılıyor... Ama yine de “ kuram ile pratik “ arasında uçurumlar oluşuyor.

Bir başka eksiklik de istihbarat alanında... Biz sivillerin ortaya attığımız “ nasıl oluyor da oluyor “ türü soruları, Pamukoğlu da soruyor: “ Niye köylüler mayınlara hiç basmıyor? Çünkü herkes o güzergâhlarda PKK’nın mayını nereye koyacağını üç gün önceden biliyor. “

PKK ile mücadelede Türkiye’nin şimdiye dek 300 milyar dolar harcadığı söyleniyor ya... Merak ediyoruz: “Acaba PKK’nın bitmesini istemeyenler var mı?” Keşke Neşe Düzel keşke bunu da sorsaydı.

Sabah, 16 Kasım 2007

Emre AKÖZ

17.11.2007


 

Terör derin devlete yaradı

(...)Terör, sadece Kürtlere değil, hepimize kaybettirdi. Sadece Kürt meselesinde değil, genel olarak demokrasinin yerleşmesinde en önemli barikat oldu.

Bu savaş, askerin siyaset üzerindeki etkisinin ve kontrolünün sürmesinin en temel gerekçelerinden biri oldu.

Bu savaş yüzünden, birçok tabu sorgulanamaz, birçok reform yapılamaz hale geldi; Türk milliyetçiliği ürkütücü boyutlara ulaştı. Bu savaş yüzünden devlet kirlendi, çeteleşti, Susurluklar, Şemdinli’ler, Sauna’lar hep bu savaş yüzünden; savaş ortamı yüzünden doğdu ve halen de o sayede yaşıyor.

Kısacası bu savaş hem Türklere, hem Kürtlere çok şey kaybettirdi.

Bu savaşta kazanan sadece ve sadece derin devlet oldu.

Bugün, 16 Kasım 2007

Gülay GÖKTÜRK

17.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri