Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Haberiniz olsun ki, "Allah doğurdu" demeleri de onların uydurmalarındandır. Şüphesiz onlar yalancılardır.

Saffât Sûresi: 151-152

14.12.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İş ehil olmayana verildiğinde Kıyâmeti bekle.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 498

14.12.2007


Kanunsuzluğa karşı muhalefet suç sayılamaz

Muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene emsâlsiz ihânetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere mâruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnadların esâsı birkaç noktaya dayanır:

1. En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telâkkî etmeleridir. Malûmdur ki, her hükûmette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukûkî bir müteârifedir.

Dîninde çok mutaassıb ve cebbâr bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyâde Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’ân ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.

Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudîler, Nasrânîler tâbî oldukları memleketin dînine, kudsî rejimine muhâlif, zıt ve mûteriz bulundukları halde, o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.

Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhâkeme olundular. Halbuki, o Hıristiyan İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhâlif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adâlet müesseselerinde cârî ve hâkimdir.

Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyât-ı Kur’âniyeye istinâden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi altında dîne ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa, Anayasanın hakîki ve samîmi müdâfaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhâlefet, hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur.

Tarihçe-i Hayat, s. 564

Lügatçe:

müteârife: Bilinen.

Nasrânî: Hıristiyan.

mûteriz: İtiraz eden.

cârî: Geçerli, işleyen.

âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri.

istibdâd: Baskı.

muvâzene-i adâlet: Adalet dengesi.

14.12.2007


Ölüm hakikatı

Ölüm gerçeği ile her an iç içe yaşamak... Nasıl mümkün oluyor? Nasıl dayanabiliyoruz? Yaşama azmimizi nasıl buluyoruz? Her gün bir dostumuzu mezara koymak... Sonra dünyanın fâniliğine dönüp hiçbir şey olmamış gibi, kaldığı yerden devam etmek... Dünyaya tutunmak... İnsana mantıklı gelmiyor. Çünkü ölümün yaşı yok. Şu önce şu sonra diyebileceğin bir durum söz konusu değil. Her an her şey olabilir. Fakat insanlar yıldız böceği misüllü duyarsız. Yıldız böceği gibi güneş gerçeğine gözünü kapayıp, gece dışarı çıkıyor. Küçük kafa fenerine güveniyor. Veya deve kuşu gibi kafasını kuma sokmuş, koca gövdesinin dışarıda olduğunun farkında değil. Kendi görmemesini yeterli buluyor. Gerçeklere insan bu derece duyarsız olursa, maneviyât gözü dumura uğramış demektir. Maneviyât gözü körleşmiştir.

Evet! Ölüm yok oluş değildir. Ölüm, bir tebdil-i mekândır. Bu gerçek olmasa, bir dostumuzun veya bir yakınımızın yatağında eridiğini görerek yaşayabilir miydik? Evet! Ölüm vatan-ı aslîmize, ilk toprağımıza dönmektir. Hakikatı olmasaydı, dünya nimetleri boğazımızdan geçebilir miydi? Yakınımızı kara toprağa bırakıp hayata tutunabilir veya devam edecek enerjiyi bulabilir miydik? Hayır, ölüm Âdem babamızın memleketine gitmektir. Bu söz bizlere, ölümde var olmayı öğretiyor. Bizlere ebediyeti, ebed yurdunu haber veriyor, hatırlatıyor. Bir yakınımızın yatağında, başucunda beklerken sabretmeyi, bir gün bizlerin de aynı kaderi paylaşacağını, hazırlıklı olmamızı bildiriyor. Canlı ve hakkalyakîn bir öğreti oluyor. Elinle koymuş gibi, gaybı görür gibi hatırlatmada bulunuyor. İbret al! Kendine gel! Yol yakınken dön! Maddede yok olma! Mânâ âlemine dal! Tâ ki çift kanatlı yaratıldığını bil! Ayıl! Sadece dünya için mi yaratıldın ki, hep dünyaya çalışıyorsun.

Ölümde var olmak bu olsa gerek... Mevtte vuslatı bulmak... Kavuşmak... Asıl benliğine dönmek... Dünyanın fanilik perdesini yırtıp, ebed ebed diye haykıran gerçeklerin arkasından gitmek... Sonsuzluğa uçmak... Fanide bakiyi görmek... Tenteneli dünya perdesini aralayıp ahirete pencere açmak... İşte o zaman insanlığın efendisi, âlemin eşref-i mahlukatı olursun. Yaratanın muhatabı olursun. Azizleşirsin. Değer kazanırsın. Küçük gördükçe kendini, büyürsün. Mânâya daldıkça gerçek insan olup, diğer canlıları geride bırakırsın. Makamı sabit olan melekleri imrendirir, evc-i bâlâya uçarsın. Gıpta ile bakmalarına sebep olursun.

Cihat ERDOĞ

14.12.2007


Kâinatın insana mülk olması

“Bir insan, Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.”1

Yukarıya aldığım cümlede üç konu öne çıkıyor: İnsanın Allah’a halis, yani ihlâslı bir kul olması; kâinatın Allah’ın mülkü olması ve kâinatın ihlâslı bir insana mülk olması.

Bilindiği üzere, mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf edebilir. Kâinatta olan, olacak ve olması muhtemel bütün olayların işleyicisi, kudreti her şeye yeten Allah’tır. Âyet-i kerimede belirtildiği gibi, bir yaprağın kımıldaması dahil herşey Allah’ın dilemesi ve bilgisi dahilinde gerçekleşir.

Elbette Allah, dilerse ve isterse, kâinatta geçerli kanunları, sevdiği kulları için değiştirebileceği gibi, kanunları onların arzularına göre de işletebilir.

Bahse konu olan bu tür olaylara şu örnekleri verebiliriz:

* Medayin valiliği görevinde iken, Selman-ı Fârisî (ra), bir gün bir misafiri ile birlikte Medâyin’den yola çıktılar. Yolda karınları acıktı fakat yiyecekleri yoktu. Selman-ı Fârisî (ra), bir geyikle bir kuşu çağırınca, ikisi de geldi. Onlara: “Bu kimseler benim misafirimdir. Sizi ona ikram etmek istiyorum” dedi. Geyik ve kuş hiç itiraz etmediler. Onları kesip yediler. O zât bu işe çok şaşırdı ve “Ey efendim! Geyik ve kuşu çağırdığınızda hiç kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret ettim” dedi. Selman (ra) “Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bir kimse Allahu Teâlâ’ya itaat eder ve hiç günah işlemezse, her şey ona itaat eder” buyurdu.

* Hz. İbrahim’in (as) ateşte yanmaması olayında, Allah’ın mülkünde bir hizmetçi durumunda olan ateşin özelliği olan yakma işlemi gerçekleşmemiştir. Ateşin yakma özelliği, Allah’ın dilemesiyle Hz. İbrahim (as) üzerinde tecellî etmemiştir. Sanki ateş, Hz. İbrahim’in (as) kendi mülkündeki bir hizmetçisi imiş gibi hareket ederek, ona râm olarak, yakma işlemini gerçekleştirmemiştir.

* 16. Mektub, 4. Nokta’nın üçüncü örneğinde, Üstadın Çam Dağında ağaç dalında sıcak ekmek bulması hadisesi anlatılıyor: “Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfî geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: ‘Git, ekmek getir.’ İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. ‘Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber duâ etmek arzu ediyorum’ dedi. Ben de dedim: ‘Tevekkelnâ alâllah, kal.’ Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: ‘Kardeşim, bir parça çay yap.’

“O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: ‘Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi.’

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfî geldi.”

* Firavun ile Hz. Musa (as) arasındaki olayda da, Hz. Musa (as) denizden geçerken denizin yarılıp yol vermesi, mülkün (denizin) halis bir kula hizmetçi olması; aynı denizin Firavun geçerken kapanıp onu ve ordusunu ifnâ etmesi normal durum mudur?

Demek; “Allah’a abd olana her şey musahhardır. Olmayana her şey düşmandır.”2

Allah’ın en has bir abdi olan Hz. Peygamber’in (asm) namazını kaçırmaması için güneşin geç batması... Taşların elinde zikretmesi... Dağın, ağaçların yürümesi, konuşması... v.b. olaylar da, yukarıdaki cümleyi tamamen destekleyen örneklerin başında zikredilmelidir.

Bunlardan başka bazı velilerin suda yürümesi, Mahmud Hüdayi Hazretlerinin göz kapayıp açıncaya kadar hacca gitmesi, Hz. Süleyman’ın (as) rüzgâra binip seyehat etmesi gibi olaylar bizlere anlatıyor ki, kâinat her şeyi ile insana hizmet edebilir. Tek şart, insanın hâlis bir abd/kul olması.

Konuyu özetleyen bir paragrafla yazımı bitirmek istiyorum:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Her kim kendisini Allah’a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah’a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur. Allah’a mal olmak ise, bütün eşyayı terk ve her şeyin Ondan olduğunu ve Ona rücû ettiğini bilmekle olur.”3

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, Habbe, s. 111, 1994.

2- Mesnevî-i Nûriye, Habbe.

3- Mesnevî-i Nûriye, Zeylü’l-Hubab.

M. F. UTKAN

14.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri