Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Dâvud'a Biz Süleyman'ı ihsân ettik. Ne güzel bir kuldur o! Şüphesiz ki o Allah'a yönelmiş bir kimseydi.

Sâd Sûresi: 30

30.12.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Devamlı olan komşunun şerrinden Allah'a sığınınız. Çünkü kişi geçici komşudan uzaklaşmak istediğinde uzaklaşabilir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 563

30.12.2007


Bizi burada durdurmazlar; sevkiyât var

Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:

Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim, Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.HAŞİYE

O vakit birden merhamet-i İlâhiyenin lisanı, misali, timsali, dellâlı, mümessili olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâmın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, o dermansız, hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı ye’simi, nurlu bir ricaya çevirdi.

Evet, ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyât var. Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalâletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, ahbapların mecmaıdır. Başta şefîimiz olan Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.

Evet, bin üç yüz elli senede, her sene üç yüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbîsi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde, “Es-sebebü ke’l-fâil”* sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenâtın bir misli, sahife-i hasenâtına ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlâhiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin teâlîsinin sebebi olan o zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “Ümmetî, ümmetî” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “Nefsî, nefsî” dediği zaman, yine “Ümmetî, ümmetî” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

İşte o zâtın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyyesine ittibâdır.

Haşiye: Yani, benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği halde, hikmet-i İlâhiye cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekîm-i Lokman da çaresini bulamadığı, dermansız bir derde düştüm.

* Bir şeye sebep olan, işleyen gibidir.

Lem’alar, 26. Lem’a, 3. Rica

Lügatçe:

mufarakat: Ayrılık.

ye’s: Ümitsizlik.

rica: Ümit, teselli.

zulümat: Karanlık.

berzah: Kabir âlemi.

şefî: Şefaat eden.

makasıd-ı âliye-i İlâhiye: Allah’ın kâinatı yaratmasındaki yüce maksatlar.

zulümat-ı berzahiye: Kabir karanlıkları.

30.12.2007


ESMA-İ HÜSNA

Mukallib

Allah (c.c.), Mukallib’dir. Yani, her an her şeyi değiştirmekte, her an her zerre üzerinde akıllara durgunluk verecek ölçüde inkılâplar yapmaktadır. Her şeyin yönünü kemâle doğru çeviren Cenâb-ı Allah’tır. Gece ve gündüz bir biri peşi sıra Cenâb-ı Hak tarafından değiştirilmekte, gece ve gündüz sayfasında yazılan oluşum âyetleri de sürekli ve dâimî bir inkılâp içinde halden hale çevirilmektedir. Kullarının kalplerini hayırdan ve hidâyetten yana çeviren ve hayra daha çok kabiliyetli kılan Cenâb-ı Haktır. Mukallib-i Zülcelâl, her şeyi zaman şeridine takarak belli bir âhenk içinde dâimâ yeni ve değişik biçimlerde yaratır.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber verdiği1 Mukallib ismi Kur’ân’da fiil halinde vâriddir. Cenâb-ı Hak Ashab-ı Kehfin mağaradaki uykuları hakkında şöyle buyurur: “Mağara ehli, uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola çevirirdik. Köpekleri dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları görsen, için korkuyla dolar, geri dönüp kaçardın.”2

Bedîüzzaman’a göre, Fâtır-ı Zülcelal bir tek hakikatı başka başka sûretlerde göstermek ve kâinatların, âlemlerin ve mevcûtların bir biri peşi sıra vücûda gelmelerine zemin hazırlamak için kudretiyle zerreleri tahrik etmektedir. Yeryüzü bir tarla hükmündedir, neşv ü nemaya ve taze taze mahsulât vermeye kabil bir sûrette tanzim edilmiştir. Cenâb-ı Hak yeryüzü tarlasında zerreleri tahrik ederek, intizam dâiresinde vazifelendirip her asırda, her mevsimde, her ayda, her günde, hattâ her saatte kudret mu’cizelerinden yeni yeni birer kâinat göstermekte, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirmektedir. Zerrelere hareket vermek sûretiyle sonsuz rahmet hazinelerinin hediyelerini ve sonsuz kudret mu’cizelerinin nümûnelerini göstermektedir.3

Kâinattaki baş döndürücü değişikliklerin maksat ve gayesinin, “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerinin cevaplarında gizli bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman, bu soruların hakikatini keşf eden ve beşeriyetin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde cevaplandıran elçiler göndermenin Cenâb-ı Allah’ın şânından olduğunu4 kaydeder.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre Kur’ân kâinattan, güneşin, ayın, yıldızların ve her şeyin her an değişen, her yeni ve taze şekliyle emir dinleyen ve itaat eden birer nefer hükmünde olduğunu zihinlere nakşetmek için bahsetmektedir. Her şey Cenâb-ı Hakkın emrine boyun eğmiştir. Gece ve gündüz, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi bir biri arkası sıra dönerek Allah’ın emrine itaat etmektedir.5 Cenâb-ı Hak isimlerinin tecellîlerini tazelendirmek için her bir ruhu bir model yaparak her sene cesedini değiştirmekte ve taze birer ceset giydirmekte, her bir kitabın nüshasını ayrı ayrı binlerce defa çoğaltmaktadır.6

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2: 258

2- Kehf Sûresi: 18

3- Sözler, s. 507-508

4- A.g.e., s. 63

5- Sözler, s. 384

6- Mektubat, s. 319

30.12.2007


Tüketim toplumu günah toplumudur

Farkındasınızdır, yılbaşında ehl-i dünya tarafından iki şey ön plana çıkartılır. Birincisi yılbaşının tüketim zamanı olduğudur. Her yılbaşı alış veriş merkezleri süslenir... Şu Müslüman ülkede bile yılbaşına özel alış veriş yapan insan sayısı hiç de az değildir... İkincisi ise hiç de masum olmayan “yılbaşı kutlamaları”dır.

Birincisi yani fazladan tüketim bariz bir biçimde Kur’ân’ın “İsraf etmeyin” emrine karşıdır. Diğeri ise zaten “Hevâya uymak”tır. “Sefahet”tir. O da açık ve net bir biçimde Kur’ân’ın emirlerine karşıdır.

Bizim yılbaşı dediğimiz zaman dilimi, ilginç bir biçimde bu iki kavram arasındaki, tüketim ile sefahet arasındaki ilişkiyi ele vermektedir. Üstelik bu ilişki çok sıkı-fıkı bir ilişkidir. Bu iki kavram, aslında birbirlerini tetiklemekte ve desteklemektedir.

İsterseniz önce tüketimden başlayalım. Farz edelim ki, hiç ihtiyacınız olmadığı halde bir şeyi yılbaşı alış verişinizde satın aldınız. Bu durumda, daha hayırlı işlerde kullanabileceğiniz paranızı boş yere harcadınız. Geçiyoruz Afrika’da açlıktan ya da Irak’ta ilâçsızlıktan ölen insanları, yanıbaşınızdaki bu dondurucu kış soğuğunda çadırımsı bir yerde yaşayan aileyi de hiç düşünmediniz. Bütün bu insanlara haksızlık ettiniz. Tüketimin daha başındayız ve bakın ne kadar da kötü birşey yaptınız.

Tükettiğiniz şey eğer gerçek bir çam ağacıysa herkes sizi ayıplayacaktır. Çevreci geçiniyoruz ne de olsa... Hayrettir ki aldığınız şey plastik bir çam ağacı ya da benzeri birşey olunca durumu kurtarırsınız. Çünkü plastiğin hammaddesi petroldür ve o da çok ucuzdur(!). Sonuçta ne olursa olsun boşu boşuna tükettiğiniz şey aslında dünyanın kaynaklarıdır. Dolaylı olarak yine diğer bütün insanlara haksızlık etmiş olursunuz.

Tüketimin sonucu ise daha vahimdir. Bu sefer haksızlık halka karşı değil, ama Hâlık’a karşıdır. Hakikaten tüketimin mantığı hiç de vahye ve/veya İslâmî ölçülere dayanmamaktadır. Bir kere tüketici—yani insan—olduğundan hayli farklı algılanmaktadır. İnsan kendinde bir şeyler “tüketme” hakkını görüyorsa, o zaman tüketilecek olan şeylerin kendi malı, “kendi mülkü” olduğundan yola çıkmaktadır. Halbuki vahyin ölçüsü bu değildir. Mülk Allah’ındır ve dolayısıyla insan Mâlik-i Hakîki’nin mülküne ancak bir emanetçidir. “O’nun mülkünde çalışan bir memlûku”dur. Dolayısıyla ihtiyacından fazlasını tüketme hakkına sahip değildir. Üstelik tüketilen şey de sahiplenilmiştir, sahiplenilen şeyin bekası istenir, oysa hiç de öyle değildir.

Hem siz sahip olduğunuz şeylere gerçekte sahip değilsinizdir, hem siz de fanîsiniz. Böylece hayatınızın biteceği düşüncesi, âciz olduğunuz düşüncesi sizi içten içe kemirmeye başlar. O zaman bütün bu şeylerin fanî olmasından kaynaklanan elemi, üzüntüyü, sıkıntıyı unutmak için ne gerekiyorsa yapılır. [Ki bu durum Risâle-i Nur’da “...muvakkat iptal-i his nev’înden bir çare bulur...” (11. Şuâ) gibi ifadelerle bir çok yerde anlatılmıştır.] Tüketimin sonucunda artık insan sefahete son derece eğilimli, müheyya bir yapıdadır.

Sonra ne mi olur? Kendinizi yılbaşını kutlarken bulursunuz. İşin daha da ilginci sefahet de, tüketimi desteklemektedir. Meselâ; piyango bileti “satın alırsınız”, içki su gibi “tüketilir”. Vs. vs...

Yanlış anlaşılmasın. Sorun, zengin olmakta değildir... Sorun, tüketim toplumu olmaktadır.

Ne yazık ki tüketim toplumu, aynı zamanda günah toplumudur. İşte bu yüzdendir ki; iktisat fevkalâde önemli bir hale gelmiştir. İşte bu yüzdendir ki, kapitalizm, komünizm kadar, hatta daha fazla tehlikelidir. İşte bu yüzdendir ki, dünyevîleşme bizi şiddetli bir biçimde tehdit etmektedir. Yine bu yüzdendir ki, ehl-i dünya bizi yılbaşında tüketime çağırmaktadır. Çünkü tüketimin ardından günah gelecektir.

Neyse ki biz onların çağrısına değil, Kur’ân’ın çağrısına kulak veriyoruz:

“Külû veşrabû ve lâ tüsrifû, innehû lâ yuhibbül müsrifûn” Meâli: “Yiyin, için, israf etmeyin! Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf / 31.âyet)

Not: Bu yazıdaki “tüketim toplumu”ndan (dolayısıyla “tüketim”den) kasıt, ihtiyacından fazlasını tüketen, tüketmek için yaşayan bir toplumdur. Yoksa insânî ihtiyaçları karşılamak için yapılan tüketimle “tüketim toplumu” olunmaz. Galiba bu çetrefilli durumun da en güzel ifade edildiği yer yine Risâle-i Nur: “...bu zamanda mimsiz medeniyetin icâbâtından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş.” (Emirdağ Lâhikası)

Ahmet Tahir UÇKUN

30.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri