Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Pakistan ve bir ülke

Benazir Butto'nun öldürülmesi Pakistan'da "Pandora' nın Kutusu"nu açtı. Ve kutudan öyle karanlık güçler çıktı ki, ürperdik; çünkü bize bir başka ülkeyi hatırlattı. Özellikle de o ülkede 2007'nin ilk yarısında yaşananları.

Önce Butto'nun Pakistan'a döndüğü gün, onu karşılayanları hedef alan ve 140'tan fazla kişinin ölümüne yol açan iki intihar saldırısıyla ilgili olarak Karaçi'de yayınlanan "Daily Times" gazetesinin yaptığı analizden bir bölüm aktaralım:

"Benazir Butto, dönüşünden hemen önce Dubai'de yaptığı açıklamalarda, kendisi için hazırlanan komplolardan korkmadığını söylüyordu. Bir intihar saldırısıyla onu ortadan kaldırmakla tehdit eden Pakistan Talibanları'nın lideri Beytullah Mehsud'u (Not: Pakistan hükümeti Butto suikastinin sorumluluğunu ona yıkmaya kalktı, delil olarak da bir militanla yaptığı telefon görüşmesinin kaydını açıkladı. Ancak Mehsud, suikastle hiçbir ilgileri bulunmadığını bildirdi, "Çünkü biz kadınları öldürmeyiz" dedi) ciddiye almadığını, çünkü onun çok geniş bir çetenin sadece piyonu olduğunu belirtiyordu. O çetenin perde arkasındaki yöneticilerinin emekli üst düzey subaylar olduğunu vurguluyordu.

Butto'ya göre kurulu düzenin (Not: Feodal elitlerle işbirliği halinde ülkeyi yöneten askeri yönetimi kastediyor) maşaları olan bu emekli subaylar, Güney Veziristan bölgesinde gönüllü kamikazeleri eğitip başkent İslamabad'a gönderiyorlardı."

Bölünme korkusu

Emekli subaylar neden Pakistan' ın demokratikleşmesini istemiyorlar? Cevap: Bölünme korkusu! Ve bu korkunun kökleri devletin kurulduğu döneme kadar uzanıyor. 19'uncu yüzyılda hem Hindistan'ın (Pakistan ve Bangladeş dahil), hem de Afganistan'ın sahibi olan İngiltere, 12 Kasım 1893'te Afgan Emiri Abdurrahman Han ile Londra'nın Dışişleri temsilcisi Sir Mortimer Durand arasında imzalanan ve Afganistan'ın 100 yıllığına Hindistan'daki İngiliz yönetimine kiralanmasını öngören anlaşmayla, aynı zamanda sınırları da çizdi. "Durand hattı"

olarak bilinen bu sınırlarla Afgan halkının egemen unsuru olan Peştunlar'ın ve bölgelerinin büyük bölümü o dönemdeki Hindistan'da kaldı. 1947'de Pakistan'ın kurulmasından sonra da yeni devlette. O kadar ki, Peştunlar'ın bugün 1213 milyonu Afganistan'da yaşıyor, 35-40 milyonu ise Pakistan'da.

Ve Pakistan, kuruluşundan bu yana, Peştunlar' ın birleşip "Büyük Peştunistan"ı kurmaları olasılığından kaynaklanan kabusla yatıp kalkıyor. Silahlı kuvvetler, gizli servisler kabusun gerçeğe dönüşmesini önlemek için sürekli bu halkı parçalama planları hazırlayıp hayata geçiriyorlar. Sadece "Peştunlar"dan oluşan Taliban hareketinin ortaya çıkarılmasının nedeni de bu: Dini araç olarak kullanıp Peştunlar'ın milliyetçi duygularını bastırmak.

ABD karşıtlığı

Pakistan'da silahlı kuvvetlerde son yıllarda ortaya çıkan bir önemli değişim daha var: "Had derecede" ABD düşmanlığı. Muvazzaflar, "Terörle işbirliği" adı altında ABD ile ilişkileri mümkün olduğunca, daha doğrusu kerhen sürdürüyor gibi görünseler de, üniformalarını çıkarır çıkarmaz, yani emekli olur olmaz "ABD karşıtı" duygularının tüm barajlarının kapaklarını açıyorlar.

Dahası, ABD'nin "Teröre karşı işbirliği" adı altında bölgede emperyalist planlar yaptığına inanarak, sırf o hesapları bozmak için, Çin ve Rusya ile stratejik işbirliği istiyorlar, hatta işi karşı cephede yer almaya, Taliban'la, hatta El-Kaide ile işbirliği yapmaya kadar götürüyorlar.

ABD de bu "Güçler"in derinliğini ölçememenin sıkıntısıyla kıvranıp duruyor. Çünkü 1990'dan bu yana hiçbir Pakistan subayı artık ABD'de eğitilmiyor!

Bu tablo size de bir başka ülkeyi çağrıştırıyor mu?

Sabah, 31.12.2007

Erdal Şafak

01.01.2008


 

Darbeyle gelenin suikastla gittiği yer

Pakistan'da siyasetin en önemli iki parametresini darbeler ve suikastlar oluşturuyor. Darbe yapmak bütün Genelkurmay başkanlarının en doğal hakkı gibi görülüyor. Bir darbecinin bir sonrakine bu hakkı devretmesi içinse ya doğal ömrünü tamamlaması veya bir suikasta kurban gitmesi gerekiyor. 1999 yılında bir darbeyle iktidara gelen Pervez Müşerref, bu süreci geciktirmek için, darbe yapacağına kesin gözüyle baktığı bir G.kurmay başkanına alan bırakmadı görev süresi boyunca. Bu esnada devlet başkanlığı görevini G.kurmay başkanlığı ile birlikte yürüttü.

Ancak, darbeyle gelenin darbeyle değilse suikastla gittiği ülkede kural değişmiyor. Benazir Butto'ya yapılan suikast aynı zamanda Müşerref'i hedef almıştır. Olayın arkasında Müşerref'in kendisi varsa bile durum değişmiyor. Suikastla başlayan süreç Müşerref'in iktidarının bitişinin hızlanmasını da işaret ediyor.

Olayla ilgili ilk kuşkular e-Kaide'yi gösterdiği halde örgütün Pakistan'daki temsilcisi olayı üstlenmeyi açıkça reddetti. Ancak el-Kaide'nin marka değeri ve ideolojik yansımaları bugün onu çok odaklı ve herhangi bir tutarlılıktan bağımsız eylemlere kaynaklık edebileceğini de gösteriyor. En azından suikastın benzer bir ideolojik etkiyle yapılmış olma ihtimali tümüyle yok sayılamaz. Bu eylemin sonuçlarının son kertede el-Kaide'nin nihai planlarına uygun olup olmayacağı da çok önemli değildir. El-kaide'nin nihai planının ne olduğunu kim biliyor ki? Şimdiye kadar yaptığı bütün eylemler ABD'nin bölgedeki nüfuzunu daha fazla artırmaktan başka bir şey yapmamış.

Pakistan'daki siyasetin iki önemli parametresi suikast ve darbedir ya. Suikastın ortaya çıkardığı kaos bir darbe ile sona erdirilir. Görünürde darbeciler ne yaptıklarını iyi bilirler, kaosun kendisi ortaya çıkmak için meşru bir gerekçedir. O yüzden kaos ile darbeciler arasında her zaman mantıksal ve nedensel bir illiyet kurmak olağan karşılanır. Bu biraz da Türkiye'deki olayların sıradüzeni dolayısıyla kazandığımız bir alışkanlık olsa gerek.

Oysa sosyal olguların tabiatı dolayısıyla bilinmesi gereken bir gerçek vardır ki, suikastçılığın, darbeciliğin mantığı hiçbir zaman beklendiği gibi tam-rasyonel çalışmaz. Darbe fikri insanın kafasına üşüşmeye görsün, aklını başından alır darbecinin. Hesap hataları birbirini kovalar. Başvurulan enstrümanlar, örneğin siyasi hamleler, propagandalar, suikastlar, ne kadar profesyonelce uygulanmış olursa olsun, son uygulamada istenmeyen sonuçlara esir düşmesi hiç de muhal değildir.

Butto'ya yönelik suikasttaki yüksek başarı, çok büyük bir hesabın bizzat olayın aktörleri tarafından iyi yapılmış olduğunu göstermez. Önümüzde bir süre ertelense bile gelecek olan seçimler, bundan önce halkın sergilemekte olduğu infiallerin ne tür sonuçlar vereceğini kimse bilemez. Bunun sonuçlarının en azından olayın arkasındaki görünür şüphelilere yaramayacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

Fehmi Koru şaşırmamızı bekleyerek bir tarihi tespitte bulundu dünkü yazısında. Pakistan'ın Müslümanlara ait bir ülke olarak Hindistan'dan ayrılıp kurulmasına en fazla muhalefet edenler Müslüman ulema olmuş. Aralarında "İslam devleti" düşüncesinin 20. yüzyıldaki en önemli temsilcisi Mevdudi'nin de bulunduğu bu ulemanın Pakistan devletine bu şekilde muhalefet etmelerinin arkasındaki nedenleri iyi irdelemek lazım.

Aslında 20. yüzyıla kadar bütün İslam ülkelerinin tarihi misyonu çoğulcu yapılarında saklı idi. Müslüman devletlerin laikleşmeleri ve ulus-devlet yapılarına dönüşmeleri ile türdeş tek-dinli bir nüfus yapısına kavuşmaları eş zamanlı olmuştur. Garip bir biçimde tek-dinli yani sadece Müslüman bir nüfustan oluştukça da İslami bir pratikten uzaklaşmıştır bu ülkeler. İslam, halkı Müslüman olan ülkelerin ulusal bir bileşenine indirgenmiştir. Tuhaf bir durum yaratmıştır bu gelişme. Örneğin, pratikte dinle hiçbir ilgisi olmayanların ulusal kimliği olarak fanatikçe benimsenebilmiştir İslam. İslam'ın bir çok sembolik değerine savaş açanların aynı anda misyonerlere, Hıristiyanlara da düşmanlıkta öne çıkması da bu tür tuhaflıklardan. İslam bir içe kapanma ideolojisi olarak ve buna sağlayabildiği ölçüde benimsenmiştir.

Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılması ise gayr-ı müslim bir toplum içinde bir kalite sergileme ihtimali olan ve daha büyük bir Hindistan için çalışıp buna öncülük edebilecek olan Müslümanların Pakistan olarak tecrit edilmesi sonucunu da doğurmuştur.

Pakistan sağlıklı bir İslam siyasetinin sonucunda veya o siyasete yol açacak şekilde kurulmuş değil. Sanıldığının aksine Hindistan üzerindeki İslam etkisini kırmak üzere Hindistan'dan kopartılmıştır. İngilizlerin bu fikre başından beri Gandhi'nin bütün muhalefetine rağmen sıcak bakmış olmalarından bunu anlamak lazımdı.

Görünürde bağımsızlık iyi bir şeydir, Müslümanların kendi kaderlerini tayin edecek duruma gelmeleri çok iyi bir şeydir. Hiç kuşkusuz.

Ancak yine görünüyor ki, Pakistan'da yaşanan bu ayrılık, pek iyi olmamış, Müslümanların daha da gerilemesine yol açmış.

Yine aynı Hintli Müslüman alimlerden Hasan en-Nedvi'nin dediği gibi "Müslümanların gerilemesiyle" sadece Müslümanlar değil bütün "dünya neler (neler) kaybetti!"

Yeni Şafak, 31.12.2007

Yasin Aktay

01.01.2008


 

AKP için tehlike henüz geçmedi

Sayın Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının yeni bir parti kurma hazırlığı içinde oldukları 2001 yazında, muhtemel partinin önündeki fırsatlara ve bunların iyi değerlendirilmemesi halinde ortaya çıkabilecek sonuçlara dikkat çeken bir yazı yazmıştım.

O yazıda şöyle diyordum: 'Söz gelişi, sisteme 'güven verme' kaygısı statükonun onaylanmasına dönüşür veya halkta böyle bir izlenim oluşursa veya globalleşmenin ve AB'ye uyumun gerekleri duygusal bir milliyetçiliğe kurban edilirse cari sistemin anaforunda yok olmak işten bile değil. (...) Ayrıca cari sistemin patronaj ağları içinde kaybolma ve popülizme teslim olma riski de var. Bu yola sapılması yeni oluşuma belki mevcut yapı içinde bir ölçüde tutunma şansı verir ama bu 'topu taca atmak' olur. Böyle bir durumda Erdoğan'ın partisinin mevcut partilerden farkı kalmaz ve kurulu düzenin sıradan bir elemanı haline dönüşür.' ('Erdoğan ve Liberalizm', Radikal, 11/7/2001).

O yazının muhatabı her ne kadar Erdoğan ve arkadaşları idiyse de, orada dikkat çektiğim tehlike aslında sadece AKP için değil, yenilikçilik iddiasındaki her parti için geçerlidir. Bunu yeniden ifade etmek gerekirse: Türkiye'nin cari sistemi ciddî bir dönüşüm iddiasıyla iktidara gelen partileri bile kısa zamanda 'yoldan çıkarabilir' ve onları carî rant mekanizmalarına entegre edebilir.

Benim görebildiğim kadarıyla, bunun birbirine bağlı iki temel nedeni var. Birincisi, Türkiye'deki 'rejim'in ideolojik karakteriyle ilgilidir. Rejimin bu özelliği onu kapsamlı veya anlamlı değişimlere ve dolayısıyla değişim aktörlerine karşı dirençli hale getirir. Bu da, karşılaştığı direnç nedeniyle sükût-u hayale uğrayan siyasî partilerin bu sefer sistem içinde varlıklarını sürdürebilecek başka yollar aramalarına neden olur.

Bu noktada devreye carî sistemin ikinci özelliği girer: Resmî ideoloji duvarına çarpan siyasî partiler için sistemin 'teselli ikramiyesi' vardır. Bu 'ikramiye' veya 'sistemik rüşvet', kısaca, reformist iddiasından vaz geçmesinin karşılığı olarak, eski değişimci partiye rant kapılarının açılmasıdır. Rant dağıtımından bir kere pay almaya başlayan bir partinin bir daha kendine gelmesi ise hiç de kolay değildir.

Gerçi, teorik olarak, bir partinin bu şekilde hem rantçı sisteme eklemlenmesi hem de aynı zamanda 'değişimci' olduğu izlenimini koruyabilmesi ihtimali de vardır. Ne var ki, vaktiyle ANAP örneğinde görüldüğü gibi, bu manevra kabiliyeti 'değişimci' partinin çöküşünü olsa olsa geciktirebilir, ama onu engelleyemez.

Bugüne gelirsek, aradan yaklaşık yedi yıl geçtikten sonra, AKP'nin hala aynı tehlikeyle karşı karşıya olduğu kanaatindeyim. Nitekim, bir yandan AKP'nin değişim iradesinde bir süredir zayıflama gözlenirken, öbür yandan da sistemin rant mekanizmalarına gitgide daha fazla eklemlendiği görülüyor. Bunun böyle olduğu şuradan da belli ki, sistemin AKP'ye gösterdiği direnç bugün epeyce gevşemiştir.

Bu bana, vaktiyle ANAP'ın gösterdiği, işe yaramamış olan o manevra kabiliyetini hatırlatıyor. Bence, yeni bir yıla daha girerken AK Parti'nin bir de bu açıdan kendisine bakmasında yarar var.

Star, 31.12.2007

Mustafa Erdoğan

01.01.2008


 

Türk ekonomisi 2008'de iki yönden kırılganlığa açık

BİRİNCİ CEPHE: Ben önümüzdeki sürecin geçmiş olan sürece göre önemli farklılıklar taşıdığı bir ara noktada olduğumuzu görüyorum. Bir kere son ekonomik göstergelerde bozulmalar var. Nedir onlar?

1- Türkiye'nin yıllık enflasyonu yüzde 4 hedeflediği bir ortamda, aylık oran kasımda yüzde 2'ye yakın çıktı. Bu, ana hedef olarak enflasyonu aşağı çekmeye çalışan bir ülkede çok yüksek ve önemli bir gösterge.

2- 2001 krizinden sonra ilk defa büyümede önemli bir kırılma var. Yılın üçüncü çeyreğinde GSYH büyümesi yüzde bir buçuk. Bu çok büyük bir düşüş. Sanırım 2007 büyüme oranı da psikolojik sınır olan yüzde 5'in altında çıkacak.

3- İşsizlik oranında 2006'nın Ağustosu'na göre 0.1, Eylül'üne göre 0.3 kadar yükselme var. Kaldı ki zaten nüfus arttığı, ekonomi büyüme trendi gösterdiği halde toplam istihdam 2001 öncesiyle aynı düzeydeydi. O yüzden bu artış bize eğride ciddi bir yön değişimi olduğunu söylüyor.

4- 2007 itibariyle 35-40 milyar cari açığın ortaya çıkacağı düşünülüyor. Toplam talep üzerindeki baskıya rağmen cari açık artıyorsa bu önemli bir hadise. Ayrıca son birkaç yıldır cari açığa sebep olan yeni bir yapısal unsurla da karşı karşıyayız: Sürekli hizmet sektörlerine giren yabancı sermayenin kâr transferleri. 2002'de cari açık tablosundaki kâr transferleri 89 milyon dolardı, 2007 yıl sonu itibarıyla 2 milyar dolara yakın çıkacağı anlaşılıyor. Bu önümüzdeki yıllarda da katlanarak artacak ve cari açığı çok olumsuz etkileyecek.

5- Dünyada var olmanın en temel göstergesi ekonomik rekabet gücüyle bağlantılıdır. Türkiye'ye baktığımızda ise kur sürekli düşüyor. Dolayısıyla sanayimiz daha pahalı girdi kullanıyor, daha az gelir elde ediyor. Kurun düşüşü ihracatı zorladıkça, ithalatı özendiriyor. "Bu kur da piyasada oluşuyor" vs. denebilir... O zaman Türkiye'yle aynı konumundaki yükselen piyasalar ekonomilerine baktığımızda o ülkelerde kurun düşüşü yok. Yine o ülkelerde bizden farklı olarak cari fazlaları var.

İKİNCİ CEPHE: Dünya hassas bir noktada. Yakın zamana kadar devam eden likidite bolluğu devam ediyor. Ama riskler var. ABD'de 300-500 milyar dolar gibi dönmeyen kredilerden söz ediliyor. Bu bir dalgalanma yarattığı takdirde finans kuruluşları dışarıya açılan sermayelerini çekerler. O zaman da bizdeki cari açığı finanse eden para bolluğu ortadan kalkar.

SONUÇ: Eğer hiçbir önlem alınmaz, "küresel dalga neyse ekonomi de odur" denirse ortaya ne çıkar? 2008 içinde dış dalga geldiği anda Türkiye'de kriz çıkar. Böyle bir dalganın oluşmasına izin verileceğini sanmıyorum, ama dışarıda olup bitenlerin de hiçbir garantisi yok. İkincisi böyle bir dış dalga gelmese bile bana göre az önce anlattığım iç veriler de önümüzdeki süreçte Türk ekonomisini darboğazlara götürebilir. Türkiye'nin artık iki yönlü kırılganlığa açık bir yapısı var.

"YABANCILAŞMAYI" TARTIŞACAĞIZ: Hiçbir şey olmadan böyle gitse bile bu durumun gideceği yer ekonominin tamamen yabancılaşmasıdır. Bu ekonomi politikalarının da yabancılaşması anlamına gelir. Sanıyorum "yabancılaşma" ekonomistlerin 2008'de ayrıca tartışması gereken bir başlık olacak.

DERVİŞ PROGRAMI BİTECEK Mİ?: Hassas bir noktadayız. Yeni açılımlar yapmamız gerekiyor. Rekabet gücünü temel baz alan yeni bir ekonomik program şart. 2008'de ekonomide rekabet gücünü artırmaya yönelik aktif politikaların, tüm birimlerde görüşbirliği ve kabullenmelerin ortaya çıkması lazım.

Milliyet, 31.12.2007

Abdullatif Şener

01.01.2008


 

2008 de kayıp bir yıl mı olacak?

2007'ye bugün veda ederken, ekonomide bizce sadece bugün için değil gelecek için de potansiyel kayıplara tanık olduk.

Birincisi, yılın başında olacağı belli bir siyasal belirsizlik, yönetilerek son noktaya kadar ortadan kaldırılmadı. Bunun iktidar partisi için 'ödülü' seçim başarısı olabilir, ancak ekonomi feda edildi. O ekonomi ki, sandığa gidilirken bile 'bonus' niteliğinde bir siyasal fayda sağlamıştı. Ayrılıklar, çatışmalar ve kutuplaşmalar en üst noktasına çıkarken; siyasal istikrarsızlığın hane halkı harcamalarını daraltması, ekonominin yavaşlaması sürpriz olmadı doğrusu.

İkincisi, 'hikâyemiz' ivmesini kaybetti.

2001 sonrasındaki değişimin ortaya çıkardığı ekonomik ivme azaldı. Bu ekonomik ivmenin devamı için gereken reformlar yapılmadı. Genel seçimler yapılmasına karşın, yeni dönemde reform niyeti ve vurgusu hiç de güçlü biçimde yapılmadı. Daha doğrusu, hükümetin bakanları bile neyin yapılacağı, neyin yapılmayacağı konusunda emin değiller!

Üçüncüsü, dış dünyadaki gelişmeler, bize destek olacak bir konjonktürün sona erdiğini, artık önümüzde işimizi zorlaştıracak bir konjonktür olduğunu söylüyor. İşin yine tuhaf tarafı, hükümet hiç de bunun pek farkında gibi görünmüyor.

Peki nasıl bir sonuç oldu?

Ekonomik büyümede son beş yıldaki yüzde 7.2'lik ortalamadan sapıp, 6. yılı zorlukla yüzde 4 sınırında bitiyoruz. Enflasyonda konulan yüzde 4'lük hedefi, 2 puanlık belirsizlik aralığının iki katı sapmayla, nihai olarak kabaca yüzde 8 seviyesinde bitiriyoruz.

Ülkemize gelen doğrudan yabancı sermaye miktarı ikinci yılında da kabaca 20 milyar dolara ulaşacak. Varlık değerleri, başta İstanbul borasında işlem gören şirketlerin piyasa değerleri toplam 160 milyar dolardan 275 milyar dolara çıkmış olacak. Tekrar anımsatalım, bu iki gösterge de 'hikâyesi olan' ekonominin yarattığı bir sonuç idi.

Şimdi, 2008'den başlayarak ne dış koşullar, ne de içerideki

'hikâyesizliğimiz' bu olumlu gelişmelerin devamını getirecek gibi durmuyor. Hemen söyleyelim, reformların yol haritasının belirlenmesi ve güçlü bir biçimde bunun kamuoyuna açıklanması, Türkiye ekonomisi için yeni bir 'hikâye' olacaktır.

2008'de de ekonomik büyümenin yüzde 2.5-3.5 arasında olmasını bekliyoruz. Kredi krizi yaşayan gelişmiş ekonomilerde yavaşlamanın olması kaçınılmaz. Bunun anlamı da, ihracatta dış talebin azalmasıdır.

Enflasyonun ise yüzde 5.5-6.0 aralığında gerçekleşmesini bekliyoruz. Enflasyonda olumlu senaryo; küresel ekonomide olası yavaşlamanın getireceği hammadde ve enerji fiyatlarındaki gerileme ile dış talep yavaşlaması olacaktır. Bu olasılık, 'enerji fiyatlarında artık gerileme beklemeyin' uyarıları yanında sürpriz olasılık olarak bir tarafta duruyor. Merkez Bankası'nın faiz indirimlerine devam etmesini bekliyoruz. Ancak faiz indirimi ile ekonomik büyüme hızının artmasını bekleyenlerin hayal kırıklığına uğramaları olasıdır.

Ödemeler dengesinde, cari açığımızın gerileme olasılığı var. Ancak bundan çok daha fazla belirgin bir olasılık, dış sermaye girişinin yavaşlamasıdır. Bunun izlendiği yer, ödemeler dengesinin finansman kalemleridir. Özellikle bankalar ve şirketlerin dışarıdan sağladıkları kredilerde düşüş bekliyoruz. Bunun da, orta vadede (birkaç yıllık dönemde) döviz kuru üzerinde yukarı baskı getirmesi kaçınılmaz.

Türkiye olumlu kazanımlarının sürekliliğini sağlayacak, bunları ileriye taşıyacak adımları savsaklamıştır. Şimdi, olumsuz bir dış konjonktüre girerken, seyretme durumumuz da devam ediyor. Yazık oluyor. İyi bir yıl dileğiyle...

Radikal, 31.12.2007

Uğur Gürses

01.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri