Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Şiddetin şiddeti beslediği kısır döngüyü kırmak!

Terör bu kez Diyarbakır'da vurdu. Yarın nerede vuracak?.. Şiddet ve terör uzun yıllardır vurmaya devam ediyor ve haklı olarak lanetleniyor.

Bitmek bilmeyen bir süreç...

Kanlı bir kısır döngü!

Nasıl kırılacak?

Silahla mı? Sanmıyorum.

Bu kısır döngü silahlı mücadeleyle kırılabilseydi, bunca yıldır sonuç alınırdı.

Ama olmadı.

Silah ön plana çıkarılıp, siyaset arka plana itildikçe, çıkmaz derinleşti. Şiddet ve terörün mantığı ağır bastıkça, siyasal çözüm sahneden uzaklaştı.

Bu süreçte "Kökü kazınıncaya kadar mücadele!" sloganı da dillerden hiç düşmedi.

Ama o kök bulunamadı.

Yılların acı deneyimi böyle.

Şiddet şiddeti besliyor!

Bu sürece bir yerde radikal bir siyasal müdahale yapılması şart. Bir yerde kesmek mecburiyeti var. Siyaseti akıllıca devreye sokmak lazım.

Bunun zamanı çoktan geldi.

1999 sonrası fırsat kaçmıştı.

2003 başında yine kaçtı.

Bir kez daha kaçarsa yazık olur.

Şiddeti marjinalleştirmenin öncelikli yolu, demin belirttiğim gibi, 'silah'tan değil, 'siyaset'ten geçiyor. Yoksa şiddetin mantığı giderek siyaseti yeniden tümüyle rehin alacak.

1990'larda da böyle olmuştu.

Tehlikenin farkında mısınız?

'Barış'a şans vermek zorundayız.

Başka çare yok!

Aynı filmi bir daha seyretmek, 1990'ları, o kayıp yılları bir daha yaşamak çılgınlık olur.

1984'le 1999 arasını düşünün.

40 bin ölü...

Ve 120 milyar dolar...

Türkiye'nin toplam milli gelirinin bugün ancak 420 milyar dolar olduğunu göz önünde tutarsanız, bu 120 milyar doların anlamı daha iyi ortaya çıkar.

15 yıl içinde silaha, bombaya, silahlı mücadeleye harcanan 120 milyar dolar yatırıma, Güneydoğu'nun kalkınmasına, aş ve işe gitseydi, çok daha iyi olmaz mıydı?..

Kim bilir ne çok tekrarladık.

PKK ve şiddet, 'Kürt sorunu'nun ürünüdür. Düğüm noktası budur. Bu düğüme el atılmadığı sürece, Türkiye'nin çıkmazı düzelmez.

Demokrasi ve hukuk sorunlarını çözemeyen, içine kapanan bir Türkiye'nin aş ve iş sorunu da hâl yoluna girmez. İşsizliğe çare bulamayan Türkiye, başka hiçbir sorununa dikiş tutturamaz.

Türkiye'nin ekonomide iki yakasını bir araya getirmek için, örneğin bu yıl da 40-50 milyar dolar taze para bulması lazım.

Bir başka deyişle, cari açığımız Türkiye'ye yabancı sermaye akışının devamlılığını gerekli kılıyor.

Uluslararası piyasalar son derece karışık. Ham petrol fiyatı varil başına 100 doları vurdu. Bizim ekonominin dengeleri ise kırılganlığını koruyor.

Bu yıl da 40-50 milyar doları Türkiye'ye çekmek için 'sağlam çapalar'a ihtiyacımız var.

Bunlardan biri IMF'dir.

Diğeri ise AB'dir.

Bu ilişkileri iyi tutmak zorundayız.

Bunun için bir yandan ekonomide, öte yandan demokrasi ve hukuk devleti alanında, zaten Türkiye'nin de çıkarına olan reformcu adımları bir an önce atmak gerekiyor.

Tayyip Erdoğan hükümeti eğer bütün bu konuların içiçeliğini göremezse, Güneydoğu'da şiddetin mantığı, tecrübeyle sabittir ki, 'sivil siyaset'le birlikte Türkiye'nin geleceğini yine rehin alır.

Bir 'kurt kapanı'dır bu.

Evet, dün gazetemizin manşetinde belirtildiği gibi:

Diyarbakır'da çocukları da vurdular!

İnsanın içi acıyor.

Teröre lanet ediyor.

Ama duygularımız, soğukkanlı yapılması gereken kurmay hesaplarını sakın köreltmesin.

Milliyet, 5.1.2008

Hasan Cemal

06.01.2008


 

Sınır berisi...

Kandil'in bombalanması ertesindeki ölçüsüzlük doğrusu beni rahatsız ediyordu...

Kendi kendime 'Allah muhafaza' diyordum, 'ordusu' olan bir ülkeyle savaşa tutuşsak acaba bu nasıl yansıtılacak?

Elimiz ağırdır' manşetleri... BBG Evi benzetmeleri... 'Teröristin ayak izleri' böbürlenmeleri...

Abartılı bir militarizm propagandası...

Gereksiz savaş çığlıkları.

***

Bu pek de sağlıklı olmayan yaklaşımın biriken öfkeyi boşaltmaya yönelik olduğu söylenebilir.

Gabar'da hala anlaşılmayan bir biçimde komandolarımızı yitirmiştik...

Dağlıca'da askerlerimizi şehit vermiştik... Sekizini alıp götürmüşlerdi...

Ama abartı her zaman gereksiz ve tehlikeli...

Çünkü bir şekilde geri tepiyor...

Kandil sonrası haberlerle, hepimizi felç eden önceki günkü görüntüler ve acı birbiriyle bağdaşıyor mu?

***

İkisi öğrenci beş insanımızı nasıl yitirdik?

Diyarbakır'da Dedeman Oteli arkasında askeri bir servis aracının geçişi sırasında patlama meydana geliyor...

Üstelik bu askeri servis aracı asker ailelerinin çocuklarını da taşıyan bir araç.

Ta baştan beri sorup duruyorum, nasıl oluyor da 'uzaktan kumandayla patlatılan bombalara, mayınlara karşı' hala tedbir alınamıyor?

Hertz dalgalarını bütün dünyada yapıldığı gibi jummer ile etkisiz hale neden getirmiyoruz, neden getiremiyoruz?

Bu kadar zor mu?

***

Patlamanın sonrasını neredeyse birlikte yaşadık...

Şiddetli patlamanın etkisiyle tutuşan araçlar, çevredeki evlerin ve işyerlerinin camlarının kırılması, kiminin enkaz haline gelmesi...

Kentin hemen her tarafından duyulan patlamayla birlikte ortalığın kan gölüne dönmesi...

İnfilak eden otobüsün çevresindeki 6 araç ve elektrik trafosunun alev alması...

Ve en korkuncu...

En onulmazı da ...

İkisi minik öğrenci...

Beş insanımızn ölmesi.

Üçü ağır, altmış sekiz kişinin de yaralanması.

Görülüyor ki alçaklığın sınırı yok...

***

Patlamadan sonra bölgede inceleme yapan Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nde görevli bomba uzmanları, patlamaya bir araca konulan ve uzaktan kumanda edilen A-4 tipi plastik patlayıcının neden olduğu yönünde ipuçları elde etmiş.

Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu ise patlamanın, askeri servis aracının özel bir dershanenin önünden geçtiği sırada yola daha önceden bırakılmış bir aracın içindeki bombanın uzaktan kumandayla patlatılması sonucu meydana geldiğini belirtmiş.

Alçakça bir tuzakla çocuklarımızı öldürdüler.

***

İnsanın öfkesi ciğerlerinden fışkırıyor.

Kandil BBG Evi ise...

'Teröristin dağın başındaki ayak izleri' gözetleniyorsa...

Bu vahşet Diyarbakır'da nasıl gerçekleşiyor?

İstihbarat...

Polis...

Asker...

Neden çocukları koruyacak önlemleri alamıyor?

***

Bizde siyaset...

Saray kavgaları...

İhtihat Terakki alışkanlıkları...

'Gerçekler' yerine 'propagandayı' esas ve asıl saymak.

Bunların sonucu olarak hep 'sınır ötesi harekat' konuşuldu ve ona vurgu yapıldı...

Ama şimdi canımız 'sınır berisinde' yanıyor.

Ve çocuklarımız göz göre göre ölüyor...

***

Başımızdaki belayı defetmek, daha gerçekçi, daha bütüncül ve daha doğru değerlendirmelerle...

Çok daha etkin önlemlerle mümkün ancak.

Madem dağ başını fethedebiliyoruz, ayak izlerini bile izleyebiliyoruz...

O halde başta çocuklarımız olmak üzere, insanlarımızı da hain pusular yok edememeli...

İnsanlarımızı korumayı becerebilmeliyiz.

Yoksa bütün o övünmeler neye yarar?

Star, 5.1.2008

Mehmet Altan

06.01.2008


 

Anayasa yapmak

Anayasalar, 'Nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz' sorusuna en genel cevabın verildiği metinlerdir.

Türkiye'de bu mesele yanlış anlaşılmış ve 'Nasıl bir ülkede yaşamak istiyorsunuz' sorusuna cevap verecek anayasanın hayatın her alanına kurallar koyması gerektiği düşünülmüştür

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek "Anayasa yapmak Ağrı Dağı'nı yerinden oynatmak gibi bir şey" diye konuştu.

Neredeyse her sıkıştığında anayasa değiştiren ve sonuçtan bir türlü memnun olamayan bir toplumda bu lafın edilmesini espritüel bir yaklaşım olarak ele almakta yarar var.

Cemil Çiçek Bey gayet tabii ki espri yapmıyor, sadece büyük bir işe giriştiklerini ifade etmeye çalışıyor.

Meclis'te çoğunluğa sahip bir partinin önemli bir isminin bu lafları söylemeye ihtiyaç duyması aslında demokrasi açısından son derece sıhhatlidir de...

Özenirseniz, kıymetini bilirseniz anayasa değiştirmek çok da kolay bir iş olabilirdi. Özellikle demokrasinin askıya alındığı dönemlerde hızla anayasa değişikliği yapılabilmesi de bu nedendendir.

Bilim adamlarını büyükçe bir odaya toplarsınız, onlar da eski anayasaları ve yabancı ülke anayasalarını alırlar önlerine, başlarlar yazmaya. Metni yazmak taş çatlasa iki gün alır.

Biraz mizahi açıdan anlattığımız bu süreç, şimdiki anayasamızın yazılış şeklini gerçekçi bir şekilde tanımlamaktadır. İşte bu nedenle şimdiki anayasamızdan neredeyse hiç kimse hoşnut değildir.

O yazış yönteminin yanlışlığının ortaya çıkmış olması; "Anayasa yapmayı Ağrı Dağı'nı yerinden oynatmak kadar zor hale getirmiştir". Artık, meselenin, metni yazmaktan ibaret olmadığı anlaşıldı.

Anayasalar, 'Nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz' sorusuna en genel cevabın verildiği metinlerdir.

Türkiye'de bu mesele yanlış anlaşılmış ve 'Nasıl bir ülkede yaşamak istiyorsunuz' sorusuna cevap verecek anayasanın hayatın her alanına kurallar koyması gerektiği düşünülmüştür.

Bu yüzden Türkiye'de anayasalar hep uzun olmuştur. Halbuki demokrasileri en az sorunla işleyen ülkelerde anayasalar genellikle kısadır. Çünkü anayasada, temelde 'Nasıl toplumda yaşamak istiyoruz' sorusuna cevap verilir genel olarak ve sonra da hayatın o cevaba göre düzenlenmesi işi yasalara bırakılır.

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek'in işaret ettiği zorluk, metnin teknik yazılmasında değil, 'Nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz' sorusuna henüz net cevap verilmemesindedir.

Buna verilecek cevap netleştiğinde anayasa yazmak son derece kolaylaşır. AKP iktidarının başlarında bu cevap daha netti. Avrupa Birliği'ne üyelik hedeflendiğinde, kendiliğinden cevap verilmiş oluyordu.

Yeni anayasa yazılmasının teknik çalışmaları sürerken, bugün Türkiye'nin Avrupa hedefini her zamankinden daha net olarak telaffuz etmesi gerekiyor.

Avrupa Birliği'ne üyelik yolunda emin adımlar atan bir Türkiye, toplumun bütün kesimlerinin yaşamak istediği ve hayalinde kurguladığı ülkeye yakın olacaktır.

AKP, toplumun tüm kesimleri tarafından desteklenen Avrupa idealine tekrar sağlam bir şekilde sahip çıkmalı.

Bu aşamada bu çok daha önemli. Çünkü 'Nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz' sorusuna cevap vermeyi amaçlaması gereken anayasa yapmak sürecindeyiz.

Akşam, 5.1.2008

Serdar Turgut

06.01.2008


 

Osmanlı, Araplara nasıl öğretildi?

Bir milyondan fazla tirajı olan El Ahram gazetesinde geçtiğimiz hafta önemli bir makale yayınlandı. Yazıdaki imza, Mısırlı aydınlarından biri olan Ahmet Behcet'e aitti.

"Osmanlı Devleti" başlıklı yazıda, Arap dünyasıyla ilişkilerimizi olumsuz etkileyen önemli bir yaraya parmak basılıyordu.

Bu yara, Avrupa'nın entrikaları, bir avuç yerli işbirlikçinin siyasi hırsları ve İttihat Terakki'nin cahilce politikaları yüzünden 1917'ye kadar süren 400 yıllık Türk-Arap birlikteliğin yeni kuşaklara nasıl aktarıldığıyla ilgiliydi. 'Arap' denince bir Türk'ün zihninde canlanan imaj veya bir Arap'ın kafasındaki Türk imajının oluşmasında, bu tarihin nasıl öğretildiği hayati önem taşıyordu.

Mısırlı yazar da tam bu noktaya dikkat çekiyordu: "Tarih kitaplarına doldurulan ve bizlere gerçek olaylar olarak öğretilen çok sayıda yalan vardır. Belki bu yalanların en göze çarpanı Osmanlı Devleti'ne ilişkin olanıdır. Hepimiz liselerde, Sultan Selim'in Mısır'ı fethiyle ülkenin bilginler ve sanayiciler açısından kıtlık yaşamaya başladığını öğrendik. Öyle ki Mısır'ın beyin gücü uçmuş ve 50 sanayi dalı ortadan kaldırılmıştı. Dahası, Türk padişahlığı için Avrupa'nın ve bizim ölmesini dilediğimiz hasta adam tanımlaması yayıldı. Yine yaygınlaştırılan kanılardan biri de Türk hükümranlığının dünyanın en karanlık dönemi olarak sunulmasıydı. Bu kanıya göre Türkler, kılıçla fethettikleri ülkelerin Avrupa ile kaynaşmasını engelleyerek yalnızlığa itilmesi ve geri kalmasına sebep olmuştu."

Bu yaklaşım yüzünden ortalama bir Arap gencin zihninde Osmanlı, "tek bir ışık noktası bulunmayan salt bir şer gücü" olarak canlanıyordu. Yazara göre bu karalama kampanyasının arkasında 3 kaynak vardı: Avrupa'nın büyük emperyalist ülkeleri; Roma'daki Papalık ve enternasyonal Siyonizm. Kampanyanın nedeni, Osmanlı'nın tarihte Avrupa'nın güneydoğusunu fetheden ilk İslam devleti olması ve jeostratejik, kültürel ve maddi zenginlik bakımından dünyanın en önemli bölgelerini kontrol ediyor olmasıydı. Amaç, Müslüman halkın gözünde yönetimi gözden düşürmekti.

Çok şükür, son dönemde bu tabloda önemli değişiklikler oldu. Türkiye, komşularla iyi ilişkiye daha fazla önem veriyor. Suriye ile savaşın eşiğinden dönen ilişkilerde bahar dönemi yaşanıyor. (...) Arap medyası, artık Batı üzerinden değil, Ankara ve İstanbul'a gönderdiği muhabirler vasıtasıyla Türkiye'yi izliyor. Karşılıklı kültürel, turistik ve ticari temaslar artıyor. Ancak bir dönemin kalıntılarını gidermek için daha sistemli çalışmalara ihtiyaç var. 2007'nin sonunda Ahmet Behcet'in bu yazısını okuduktan sonra, yeni yılın hemen başında bu doğrultuda önemli bir projeyi öğrenmek güzel sürpriz oldu.

İslam Tarih Sanat Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) öncülüğündeki projeyle, Türkiye ve Arap ülkeleri tarih dersi kitaplarındaki karalamaları temizleyecekti. İlk uygulama Suriye ile başlamıştı. Tebrik için aradığım IRCICA Direktörü Dr. Halit Eren, yeni nesillerin düşmanlık tohumları ekilmeden yetiştirilmesi gerektiğini, bu çalışmanın gerçekler tahrif edilmeden yapılacağını söylüyordu. IRCICA, İslam Konferansı Örgütü'nün bir organı olduğu için projenin bütün İslam ülkelerine teşmil edilmesi de gündemdeydi. Eskiden beri bu konuda dertli olan Ahmet Behcet projeyi öğrense kim bilir ne çok sevinirdi?

Aslında bu, Avrupa'nın çoktan yapıp bitirdiği bir iş. En son 2. Dünya Savaşı'nda birbirinin şehirlerini yerle bir eden, milyonlarca insanı katleden Avrupa ülkeleri, bu acı tecrübeyi Avrupa Birliği gibi büyük bir işbirliğine dönüştürmeyi becerdi. 20. yüzyılda iki kez Paris'i işgal eden Almanya ile Fransa'nın bir süredir ortak hükümet toplantıları yaptığını unutmayalım.

IRCICA'nın öncülük ettiği proje, geç de olsa tarihî önyargılardan kurtulma şuurunun bizim dünyamıza da sıçradığını gösteriyor. Umarız, bu sayede Araplar, Osmanlı'nın İttihatçı paşalardan, Türkler de Arapların Şerif Hüseyin'den ibaret olmadığını öğrenir. Belki projenin kapsamı genişletilerek, kitleler üzerinde ders kitaplarından daha çok etkili olan film ve belgeseller de eklenir. Çünkü ilişkilerde alınan mesafeye rağmen bazı Arap ülkelerinin devlet kanallarında Türkleri aşağılayan yıllanmış filmlerin yayınlandığını duyuyoruz.

Zaman, 5.1.2008

Abdülhamit Bilici

06.01.2008


 

Sivil anayasaya Diyarbakır bombası

Hatırlayacaksınız, sivil anayasa tartışmalarının ilk başladığı günlerde, trajikomik bir cephe açılmıştı: "Hayır! Millet Meclisi, anayasa Yapamaz. Anayasaları ancak Kurucu Meclis'ler Yapabilir!"...

Geçmişinde halk katılımlı bir yasalaşma serüveni olmayanlar için hayret uyandırıcı bir girişimdi "sivil anayasa" kavramı. Halk; anayasa gibi yüksek ve önemli bir işten anlamayacağı için, bu büyük meseleyi ancak birtakım seçkinler yapabilirdi. Gerçi; anayasa, fertlerin hak ve hürriyetlerinin, kurumların yetki ve vazifelerinin belirlendiği temel vatandaşlık sözleşmesidir diyeceksiniz. Olsun. Fert veya yetkilendirdiği temsilcisi ne anlayacak haktan hürriyetten, onun yerine kurucu birtakım seçkinler yapar bu işi, olur biter diyecekler size...

"Olur biter!"

Bu cümle yazmıştır bizim siyasal tarihimizi...

Anayasalarını her daim olağanüstü şartlar altında hazırlamış; cuntanın yönetime el koyarak ilan ettiği sıkıyönetim günlerinde kaleme alınmış direktif manzumeleriyle idare olunmuş, muhtıradan başka bir yöntem tanımamış ve üstüne üstlük buna alışmış, bu el koyuşu önce normal bir gidişat ardından da kutsal ve tek şerait olarak bilmiş bir zihniyetten ne beklenir ki?

Sadece elitlerin problemi değil bu tasnifçi bakış açısı... Bugün Anayasa hakkında soru sormak için yoldan çevireceğiniz herhangi bir kişi de benzer sıklet altındadır: "Ben bilmem beyim, büyükler bilir!" diyecektir size...

Halk katılımının önünde neredeyse 250 senelik bir tıkaç vazifesi gören bürokratik elit (dar çevre) kendinden menkul bu tartışılmaz seçkinliğinde, tek başına değildir. Onun aslında varolmayan bu geniş yetkilerle kutsanmasında, hepimizin de payı vardır.

Legal ve denetime açık genel seçimlerle kendi temsilcilerini Meclis'e yollamış seçmenler için bile "sivil anayasa" tanınmadık, bilinmedik bir şey... Oysa tarihte ilk kez, olağanüstü koşullarda değil de hepimizin tartışacağı, düşüneceği ve sesini duyurabileceği, olağan anayasal bir zeminden bahsediyoruz.

82 Anayasası'nın tabiriyle "kurumlar aracılığıyla" gerçekleşen yönetim kavramından, bizzat "halk katılımlı" yönetişim kavramına geçiliyor taslak metinlerine baktığımızda... "Yasama, Yürütme ve Yargı" erkleri aracılığıyla yönetime katılmak ayrı... Şimdiye kadar olduğu gibi; "kurumlar aracılığıyla" yönetime katılmak ayrı şeyler... Birincisinde halk, kendi seçtiği temsilcileri aracılığıyla yönetime iştirak ederken, diğerinde kurumlara bıraktığı yetki ve vazifeler çerçevesinde sadece yönetiliyor...

Kimdir bu aracılığı ile şimdiye kadar bizi yöneten kurumlar? Hemen hatırlayacaksınız; başta Anayasa Mahkemesi ve YÖK olmak üzere, kendini hiçbir kanunla sınırlı tutmayan, hatta anayasayı bile hiçe sayarak temel evrensel hukuk kaidelerini göz göre göre çiğneyen kurumlardır bunlar... Ne halk oyuyla seçilmişlerdir, ne halkı temsil ederler ama hiçbir temsil yetkileri yokken, tayin edilmiş birer kamu görevlisi oldukları halde, kendi akıllarınca halka nizamat vermeye kalkarlar... Özellikle 28 Şubat 1997'den bu yana, bahsettiğimiz kurumlar, halkın yasal seçimlerle yönetime geçirdiği hiçbir hükümeti hiçbir Meclis'i ciddiye almadılar. Bildiklerini okudular...

İşte tartışma buradan çıkıyor!

Bürokratik elit, kurumlar aracılığıyla idare etmeye alışık olduğu sistemin değişmesini istemiyor. Halkın kendini yönetmesi ve kendi geleceği hakkında karar vermesi gibi mevzulara tamamen kapısını kapatmış durumda...

Şimdi Diyarbakır'da patlayan bombalar, şehir meydanlarında kundaklanan arabalar, ateşe verilen otobüsler, dershane önlerinde patlatılan öğrenciler derken, güvenlik ve hayati tehlike meselesi üzerinden, yeni bir "sivil olmayan", "olağanüstü" gündemin ön koşulları oluşuyor farkındaysanız...

Hasılı; ne bürokratik derin güçler, ne terör memnundur "sivil anayasa "dan... Korkutulmuş, sindirilmiş, yoksullaştırılmış, hayati tehlike içindeki kalabalıklar, Efendi'lerin en rağbet ettiği yığınlardır zaten... Bıktık bu kirli ve kanlı oyundan!

Vakit, 5.1.2008

Sibel Ersalan

06.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri