Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Lisede namaz

Haber, pek çok gazetede yer aldı. İstanbul Bahçelievler Erkan Avcı Anadolu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi'nde mescit varmış.

Öğrenciler de teneffüslerde burada namaz kılıyorlarmış. Bazılarına göre çok önemli bir haber... Hatta büyük bir skandal! Onlar, bu ülkede lise öğrencilerinin okulun bir köşesinde namaz kılmaları kadar büyük bir tehlikeyi ortaya çıkarmışlar. Bunu da gazetelerin birinci sayfalarında, televizyonların ana haber bültenlerinde yayınlıyorlar. Milli Eğitim yetkilileri de panikte!

Bazıları, "Eyvah yakalandık" korkusu içinde olayı ört-bas etmeye çalışıyor. Kimi "Yok böyle bir şey" türünden açıklamalar yapıyor. Kimisi de bu "büyük skandal" için soruşturma başlatıldığını bildiriyor. Ne yapmış çocuklar? İşledikleri suç ne? Lisede ders arasında namaz kılmışlar! Peki, yapılacak soruşturma sonunda bu namaz kılan çocuklar bulunursa ne yapılacak? Mahkeme karşısına mı çıkarılacaklar? Cezalandırılacaklar mı? Mümkün değil. Bu ülkede "Lisede namaz kılmak" diye bir suç yok. Ama, medyanın bu baskısı yüzünden belki "namaza göz yuman" öğretmenler başka okullara gönderilecekler. Belki de idari ceza alacaklar.

Lisede namaz kılmak suç değil, ama laiklik karşısında büyük bir tehdit! Bazılarına göre, bu faaliyet ülkenin dibine dinamit koymak kadar büyük bir eylem! "Lisede olmaz" diyorlar... Üniversitede gençlerin dini inançlarına göre hareket etmesini kabul etmiyorlar. Memurların cuma namazlarına gitmek için mesailerini ayarlamalarına tepki gösteriyorlar. Ramazan aylarında otellerde verilen iftarların ardından namaz kılınmasını "büyük bir suç" gibi haber yapıyorlar...

Tutumları, Doğu Türkistan'da camileri halka kapatan zihniyetten farksız. Orada da camilerin kapısına yazılar asılıyor: "Komünist Partisi üyeleri, Partiye üye olmaya hazırlananlar, devlet görevlileri, her kademe okulda okuyan öğrenciler, devletle her türlü ilişki içine girenler, askerler giremez." Geriye de zaten kimse kalmıyor!

Öyle bir tutum içindeler ki, tepkilerine bakılırsa, her türlü melanetin kaynağı mescitler ve camiler. Namaz kılanların tamamı da potansiyel birer tehlike! Okulların önleri sokak çeteleri ile dolmuş. Uyuşturucu ticareti ortaokulların kapısına kadar dayanmış. Eğitim yuvalarına silah sokan ortaöğretim öğrencileri artık birbirlerini vuruyormuş. Gençler öğretmenlerini sokak ortasında çevirip, tehdit ediyorlarmış. Bazı öğretmenler okul koridorlarında saldırıya uğruyormuş...

Okullarda bu toplumun sahip olduğu değerler her geçen gün biraz daha aşınıyormuş. Büyüğe saygı, küçüğe sevgi kalmamış. Olsun, kimin umurunda! Okulların içinde namaz kılınması çok daha tehditkar, çok daha önemli, çok daha büyük bir haber!

Kimseye en ufak bir saygı göstermiyorlar, ama herkesten kendilerine ve düşünce sistemlerine karşı saygılı olmasını bekliyorlar. Yetmiyor, çevrelerindekilerin de kendileri gibi yaşamasını istiyorlar. Alabildiğine dayatmacılar. Aslında toplumsal barışı dinamitliyorlar. Bu ülkedeki kutuplaşmaların mimarlığını yapıyorlar. Lafa geldi mi de "toplumsal barıştan" söz ediyorlar. Peki nasıl sağlanacak bu?

Bugün, 23.1.2008

Emin Pazarcı

24.01.2008


 

İsrail'le hangi istihbaratı paylaşıyoruz?

Abdullah Gül Dışişleri Bakanı iken "Filistin'in tapusu bizde" demişti. Bu, Filistin'le ilgili bütün meselelerin Türkiye'den sorulması gerektiği anlamına geliyordu. Şimdi Gazze ahalisi Türkiye'ye soruyor:

"Aylardır amansız bir ambargodan mustaribiz. Gıdasız kaldık, ilaçsız kaldık, karanlıkta kaldık. Üstelik başımıza mütemadiyen bomba yağıyor, insanlarımız ölüyor. Bir zamanlar İsrail'i devlet terörü uygulamakla suçlayarak gönlümüzde taht kuran Tayyip Erdoğan nerede? 'FİLİSTİN'İN TAPUSU BİZDE' diyen Abdullah Gül nerede? Siyonistler Başbakanımız İsmail Heniye'yi öldürmeye hazırlanırken Türkiye nerede? Elhak, Gazze'de birçok yardım faaliyetiniz var, bunlar için size müteşekkiriz; fakat yeniden İslam dünyasının yıldızı olmaya soyunan Türkiye bundan çok daha fazlasını yapmalı değil mi? İslam Konferansı Teşkilatı'nda, Birleşmiş Milletler'de, Annapolis gibi zeminlerde yumruğunuzu masaya vurup 'GAZZE'YE AMBARGO YA KALKACAK, YA KALKACAK!' diye gürlemeniz gerekmez mi? Venezuela Cumhurbaşkanı Hugo Chavez, İsrail'in Filistin ve Lübnan'daki mezalimini protesto etmek için Telaviv'deki elçisini geri çekti; siz de hiç değilse Türkiye-İsrail Savunma İşbirliği Anlaşması'nı iptal edemez misiniz? Bize bu zulmü reva gören İsrail'e karşı neden hiçbir somut adım atmıyorsunuz?..."

* * *

Gazzeliler Türk Hükümeti'nin İsrail'e karşı somut adımlar atmasını bekleye dursunlar, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül İsrail Saldırı Bakanı Ehud Barak'ı Ankara'da misafir etmeye hazırlanıyor. Barak, "savunma alanındaki diyaloğu sürdürmek" için Şubat ayında Ankara'ya gelecekmiş. Görüşmelerde ele alınacak konular arasında bölgenin güvenliğini ilgilendiren sorunlar ve savunma sanayiî alanındaki işbirliğinin yanısıra "terörle mücadelede istihbarat paylaşımı" da yer alıyormuş. Bu çerçevede, istihbarat paylaşımının arttırılması bekleniyormuş. (Kaynak: ANKA)

Vecdi Gönül'ün şahsında AK Parti Hükümeti'ne ve Genelkurmay Başkanlığı'na soruyoruz:

1. Sonu gelmeyen işgal siyasetiyle bölgenin güvensizliğinin 1 numaralı sorumlusu olan fitne-fesat rejimi İsrail'le "bölgenin güvenliği" hakkında neyi konuşacaksınız?

2. İsrail'le "savunma sanayiî alanındaki işbirliği"nin utancını daha ne kadar taşıyacağız? İsrail'den silah alarak veya elimizdeki silahları İsrail'e modernize ettirerek, Filistinlilerin canına okuyan Siyonist rejimin finansmanına daha ne kadar katkıda bulunacağız? İsrail silah sanayiî Türkiye için gerçekten vazgeçilmez midir? İsrail'in karşıladığı ihtiyaçları mesela Almanya karşılayamaz mı? Bu arada; Suriye'yi bombalayan İsrail savaş uçaklarının Konya'dan havalandığı yönündeki iddialar için ne diyorsunuz? 10 yıl önce imzalanan Türkiye-İsrail Savunma İşbirliği Anlaşması böyle şeylere mi hizmet ediyor? Gazzeli kardeşlerimize bomba yağdıran İsrailli savaş pilotları hâlâ Türkiye semalarında mı idman yapıyor? Türkiye, İsrail'in mezalimine ortak mı oluyor? "Haşa" diyorsanız, lütfen şu Türkiye-İsrail Savunma İşbirliği Anlaşması'nın neye yaradığını kamuoyuna izah eder misiniz? Eskiden "Suriye'nin düşmanca tutumuna karşı bir tedbir" filan deniliyordu; Suriye artık Türkiye'nin en yakın dostu olduğu halde bu anlaşmada niçin ısrar ediliyor? Türkiye ile İsrail'in hangi ortak düşmanları var ki savunma alanında işbirliği yapmak icap etsin?

3. "Terörle mücadelede istihbarat paylaşımı" ve bu paylaşımın "arttırılması" ne demek? İsrail'le hangi istihbaratı paylaşacaksınız? Diyelim ki İsrail size PKK ile ilgili istihbarat verecek; peki siz İsrail'e hangi istihbaratı vereceksiniz? HAMAS'ı mı ihbar edeceksiniz? Lübnan Hizbullahı'nı mı ihbar edeceksiniz? Nedir bu "paylaşım" meselesi?

* * *

Türkiye'nin İsrail'le bu kadar içli-dışlı olmasını makul gerekçelerle izah etmek mümkün değil.

Dikkat!

Mazlum Gazze öyle bir "âh" çekiyor ki, hepimiz o "âh"ın altında kalabiliriz.

Yeni Şafak, 23.1.2008

Hakan Albayrak

24.01.2008


 

Zehirli sarmaşıklar

"Geçen bir yılda İttihat ve Terakki'nin, Teşkilatı Mahsusa'nın kendileri için tehlikeli gördükleri kişileri öldüren, öldürten kadrolarının 85 yıl sonra bile devletin derin birimlerinde varlıklarını sürdürdüğünü ürpererek, dehşetle gördük."

Sevgili meslektaşımız Hrant Dink'in öldürülmesinin birinci yıldönümünde, Türkiye'nin tablosunu böyle çizmiştik.

İşte o "Derin" kadroların bir bölümü (33 kişi) dün birçok ilde düzenlenen operasyonla toplanıp gözaltına alındı.

Aslında ne derindi o kadrolar, ne de gizli. Kendilerini de, hedeflerini de hiçbir zaman saklamadılar. Tam tersine iyice pervasızdılar. Çünkü dokunul(a)maz olduklarına inanıyorlardı.

"Milli Güçler" diye örgütlendiler, "Kızıl Elma" koalisyonu kurdular, "Ergenekon" adını aldılar, "Kuvayı Milliyeciler" tabelasıyla dernekleştiler.

Sadece grup olarak değil, bireysel olarak da hep ortalıkta dolaştılar. TV'lere çıktılar, gazeteleredergilere demeçler verdiler, konferanslarda konuştular. Hep meydan okuyarak.

Önce o, sonra kurşun geldi

Örneğin dün gözaltına alınanlardan biri karanlık ve kabarık sicilinden "Devlet yap dedi, yaptım, Hiçbir şeyden pişman değilim. Devlet istesin gene yaparım" diye gurur duyuyordu. Hrant Dink'in kardeşi Orhan Dink ve avukatı Erdal Doğan ondan ürpererek söz ediyorlardı: "Hrant Dink öldürülmesinden 5-6 ay önce onun tarafından birkaç kez telefonla tehdit edildiğini anlattı. Bir gün mahkeme salonunda gördük onu. Ağabeyim çok huzursuz oldu. Çünkü ondan sonra kurşun gelebilirdi. Geldi de." Ardından kurşunun geldiği o emekli tuğgeneral, JİTEM'dendi. Ya da kendi ifadesiyle, "İstihbarat Gruplar Komutanlığı"ndan.

Bir diğeri kurduğu "Kuvayı Milliye Derneği"nde üyelerine Kur'an, bayrak ve silah üstüne el bastırıp "Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türküm ben. Vatanım için ölmeye de, öldürmeye de hazırım" yeminleri ettiriyordu. "Hıyaneti Vataniye Kanunu'nun zamanı geldiğinde yeniden yürürlüğe girmesi için çalışacağını" söylüyordu. "11 Kasım 1938'den bugüne kadar ihanet eden her şahıs, kurum ve kuruluş hesap verecek" diyordu. 13.500 hain kişi ve kurumun listesini çıkardığını anlatıyor, hedefini gözünü kırpmadan "Bizim amacımız kelleleri çuvala doldurmak" diye açıklıyordu. O da emekli bir kurmay albaydı. NATO Özel Harp Dairesi'nde, yani Gladio'da görev yapmıştı.

Gizli birimlerin açık oluşumu

Bir ayrıntı daha: Gladio'nun Türkiye'deki biriminin bu eski yöneticisi, derneğinde yaptığı o ünlü "Bizim amacımız kelleleri çuvala doldurmak" konuşmasından sonra yakınında oturan bir kişiyi işaret etmişti"Benim genelkurmay başkanım bile belli. İşte karşınızda."

Gösterdiği kişi de bir emekli tümgeneraldi. O da muvazzaf subaylığı sırasında Kara Kuvvetleri Psikolojik Harekât Şube Müdürlüğü, Genelkurmay İstihbarat ve İstihbarata Karşı Koyma Daire Başkanlığı görevlerinde bulunmuştu.

Ümraniye soruşturması kapsamında Beşiktaş Ağır Ceza Başsavcılığı'nın talimatıyla gözaltına alınan bu kalabalık grup, "Devletin gizli bilgilerini ele geçirmek", "Devletin gizli bilgilerini ifşa etmek" ile suçlanıyor. Çünkü evlerinde hükümet üyelerinin bile ulaşamayacakları belgeler, yani "Çok gizli" damgaları sırlar bulundu.

Nasıl ulaşmasınlar? Kurdukları derneklerin, örgütlerin kilit noktalarında hep devletin veya derin devletin en hassas, en gizli birimlerinde görev yapmış kişiler bulunuyor.

Uluslararası güvenlik uzmanı Davut Şahin'in "Zehirli sarmaşıklar" diye tanımladığı ve devletin kalbine kadar uzanmış bu yasadışı oluşumlar, bu çeteler, bu Teşkilatı Mahsusa artıklarının kökü kurutulmadıkça, Türkiye ne demokratikleşebilir, ne de normalleşebilir.

Sabah, 23.1.2008

Erdal Şafak

24.01.2008


 

Derin denge...

Demek ki hükümet de "yanlış tercihlerin" hayatı nasıl zora soktuğunu fark etti.

Çünkü bu tür yanlış tercihler yeni yanlışlıklan doğurur ve uğursuz bir zincir gibi insanın hayatına dolanarak uzar gider.

Dün yapılan büyük operasyon, hükümetin son anda bir refleksle bu zinciri kopartmaya çalıştığını gösteriyor.

Susurluk'la özdeşleşmiş, çeteciliğin sembolü haline gelmiş, JİTEM'in kurucusu olduğu söylenen, mafyayla ilişkileri açığa çıkan Veli Küçük'ün gözaltına alınması Türkiye'deki "derin dengelerin" ciddi biçimde sarsıldığını ve daha da sarsılacağını düşündürüyor.

Veli Küçük'ten "aşağıya" doğru uzanan bağları herkes biliyor.

Hangi "çeteci" emekli subayla ilişkisi var, hangi katille daha önce resim çektirdi, hangi mafya reisleriyle telefonda konuştu, bunlar gazetelere kadar yansımış bilgiler.

Ama Veli Küçük'ten "yukarı" doğru uzanan bağlar bilinmiyor.

Taa albaylığından itibaren adı hep "suçla" birlikte anılan bu adamı kim tuğgeneralliğe kadar yükseltti, kim cesaretlendirdi, kim korudu, bunları biz bilmiyoruz.

Ama birilerinin onu koruduğu kesin.

Yoksa bir albay ya da emekli bir general onun yaptıklarını yapamaz, onun kurduğu ilişkileri kuramaz.

Dünkü operasyon Veli Küçük'ün "aşağıya" doğru uzanan bağlarının temizleneceğinin işaretini veriyor bence.

"Kızılelma" yapısı dağıtılacak herhalde.

Gözaltına alınanlar Hrant Dink, Danıştay, Malatya cinayetleriyle, Ümraniye'de depolanan silahlarla ilgili sorgulanıyor.

Bunlar Türkiye'yi sarsan büyük suçlar.

Bütün bunları Veli Küçük gibi birinin tek başına kotarmasına imkân yok.

Biri ona "yap" dedi, o da yaptı.

Şimdi iki ihtimal var.

Ya Küçük'ü kullanan güç, bir pazarlık karşılığı bu emekli generalden ve örgütünden vazgeçip onları kaderleriyle baş başa bırakıyor...

Ya da, devlet içindeki bir güç çatışmasından Küçük'ü kullanan taraf yenildi ve kendi kellesini kurtarmak için adamlarını teslim ediyor.

Bir ihtimal de, bu iki durumun birada gerçekleşmiş olması.

Bu cinayetleri örgütleyenler, bu işleri "devletin" gövdesinden bağımsız bir şekilde, tümüyle kendi kararlarıyla yaptılar ve devlet içinde bir sürtüşmeye yol açtılar.

Ve yenildiler.

Yenilgi sonrası yapılan bir pazarlıkla adamlanndan vazgeçip kendilerini kurtardılar.

Yapılan pazarlıklarda hükümetin de "çetelerin" yakalanmasından yana bir ağırlık koyduğu anlaşılıyor.

Veli Küçük'le adamlarına karşılık pazarlıkta neler verilmiş olabilir peki?

Bunları tam bilmiyoruz.

Devlet içi hiyerarşide bazı değişikler karşılıklı kabul edilmiş olabilir.

Bunları daha sonra göreceğiz.

Ama şu anda somut bir gerçek var, o da, bir çeteler koalisyonunun tümüyle temizlenmesi operasyonunun yürürlüğe konulması...

Derin devlet-mafya bağlarının ciddi bir darbe daha yemesi...

Siyasi cinayetlerin, saldırıların en azından bir süreliğine durması...

Türkiye'yi istikrasızlaştıracak, ülkeyi zora sokacak suçların işlenmesine göz yumulmayacağı mesajının bütün "odaklara" verilmesi.

"Ulusalcılık" maskesiyle oluşturulan, hukukun kendilerine dokunmayacağına inanan bir yapı artık ülkenin hayatından çıkarılıyor.

Bundan sonra ardarda birçok çetenin yakalanmasını, birçoğunun da kendiliğinden çözülüp dağılmasını bekleyebiliriz.

Bütün o çeteleri bir arada tutan "belkemiği" sıkı bir darbe yedi çünkü.

Kırılmadıysa da kıpırdamasını çok zorlaştıracak biçimde çatladı.

Türkiye'de hukukun ve demokrasinin gelişmesini önleyen en önemli etkenlerden biri olan "çeteler" ilk kez bu kadar ağır bir biçimde hırpalanıyor.

Buna "milat" diyenler var.

Haklı olabilirler.

Çünkü Veli Küçük'ün yakalanması, gözüktüğünden daha büyük bir anlam taşıyor.

Onun arkasındaki güçlerin gerilediğini gösteriyor.

Susurluk'tan beri "hukuksuzluğu" bir yöntem olarak benimseyen, ülkeyi kan revan içinde bırakan birileri oyun dışına atılıyor.

Bundan sonra birçok sorunun çözümü herhalde daha kolay olacak.

Siyaset alanı daha genişleyecek.

Mahkeme kapılarında linç tertipleri, Türkiye'yi dünyayla düşman haline getirmeyi amaçlayan cinayetler, fikir özgürlüğünü engelleyen baskılar duracak.

Ülkeyi yıllardır saran korku iklimi yerini daha hafif, daha rahat bir ortama bırakacak.

Hastalanmış bir toplumdaki en büyük sağlık işaretlerinden biriyle karşı karşıyayız sanırım.

Belki, bunun böyle olmadığını göstermek isteyen "kılıç artıkları" çıkabilir, belki Küçük serbest bırakılabilir ama durum değişmez.

Bir kere dokunulana her zaman dokunulabilir çünkü.

Derin devletin "dokunulmazlığı" bugüne kadar rastlanmamış bir biçimde sallandı.

Tabii bu işin takipçisi olan savcıyı, operasyonu düzenleyen polisi de kutlamak...

Bizim ürkek iktidarı da alkışlamak lazım.

Demek arada bir cesaretlenebiliyorlar ya da onları cesaretlendirecek anlaşmalar yapabiliyorlar.

Bu yapılan doğru bir tercihti.

Doğru bir tercih yapmanın ödülünü ülke de iktidar da bir arada görecek.

Ve bunun, yanlış tercihlerden daha akıllıca olduğunu anlayacaklar.

Taraf, 23.1.2008

Ahmet Altan

24.01.2008


 

Tehcirsever

Ecevit'in gizli arşivi açıklanmış... Daha doğrusu, Rahşan Hanım, değerli meslekdaşlarımız Can Dündar ile Rıdvan Akar'a bir "kıyak" yapmış, onlara vermiş, onlar da kitaplaştırmışlar. Elbette "promosyon" niyetine önce kendi gazetelerinde yayınlıyorlar bazı bölümleri.

Ecevit'in özenle sakladığı belgeler arasında, 1961 yılında Milli Birlik Komitesi'nin hazırladığı, daha doğrusu kurmuş olduğu bir "Doğu Grubu'na" hazırlattığı (bu size birşeyler hatırlatıyor mu?) bir rapor var: Kürt sorununa çözüm!

Bir de İsmet Paşa'nın ünlü raporu vardır bu konuda, bilirsiniz, ama o çok daha eskidir.

1961 tarihli raporda, Kürtler'den, "kendilerini Kürt sananlar" şeklinde sözediliyor.

Bu da, "dağda yürürken karlara basıp kart kurt diye ses çıkaranlar" yaklaşımı kadar gerçekçi ve sorunu çözücü bir bakış açısı!

Bu kadar feraset ancak devlet yönetmekle ve hükümet devirmekle mümkündür.

Nitekim, rapor, o yılın sonbaharında "demokrasiye geçilince" (bu kaçıncı geçiş?), yeni kurulan koalisyonun başbakanı İsmet İnönü'ye devredilmiş, gerekenin yapılması istenmiş.

İnönü de, ne hikmetse, raporu vere vere, çiçeği burnunda Çalışma Bakanı Bülent Ecevit'e vermiş.

Raporun altında imzası bulunan Kurmay Albay Haşim Tosun, Kürt sorununa çözüm olarak "tehcir" istiyor!

Yani, kendini Kürt sanan halk, Karadeniz kıyılarına göçettirilecek.

O kıyılarda bulunan "fazla nüfus" da kendini Kürt sananlar bölgesine aktarılacak.

Bu bölgeye ayrıca "memleket dışından gelen Türkler" de yerleştirilecek. (O sıralarda işçilerimiz Almanya'ya yeni gitmeye başlamış oldukları ve henüz hiçkimse "kesin dönüş yapmayı" düşünmediğine göre, Gagavuzlar'ı mı getireceklerdi acaba?)

Bu arada kendini Kürt sanan halkı eğitmek için de bölgeye "kız ve erkek misyonerler" gönderilecek. Evet, raporda "misyoner" kelimesi kullanılmış.

Kendilerini Kürt sananların kendilerini Kürt sanmamaları için de, kendilerine "Turani kavimlerden geldikleri" anlatılacak.

Hayatta mıdır bilmiyorum ama, Sayın Kurmay Albay Haşim Tosun'u kutluyorum!(...).

Say ki raporu Tosun yazmamış da Bahaettin Şakir merhumla Doktor Nazım merhumun ruhları elele vermişler, ahretten tebliğ yoluyla albayımın kulağına fısıldamışlar.

Vallahi, beni "ordu karşıtları kara listesine" alan askeri istihbarat binbaşısının da ondan öğreneceği çok şey varmış... Belki de yanında yetişmiştir.

Albayımın parlak buluşları, yalnız bugünümüze değil, yarınımıza da ışık tutacaktır.

Hani maazaallah bir "ara rejim" arızasında tatbik mevkiine konulabilecek bir çok tedbirin nüvesi, albayımın raporunda kuluçkada yatmaktadır.

Buna göre, "türban yanlıları" da topluca tehcir edilip, kendilerine uygun kuytu bir ilimizde, örneğin Konya'da "ikamete memur" edilebilirler. Halep, Beyrut falan artık elimizde olmadığına göre, oralara gönderemeyiz.

Yaşadıkları yerlerin isimlerini de değiştirir, örneğin Fatih ilçesinin Çarşamba mahallesini Atakent yaparız.

Yanlarına taşıyabildikleri kadar mal, para ve ziynet eşyası alarak, gayrımenkullerini terk ederek zorla yollara düşürülecek "ikinci cumhuriyetçi liboşlar" da olacaktır. Bunları, özleri gereği, alafranga bölgelere, Bodrum'a falan yerleştirelim. Bir kısmını Alaçatı'ya gönderelim.

Karıları kızları helal midir bilmem ama bazılarının kütüphanelerinde gözüm olabilir ha...

Bunlar yolda giderken "sözde kazalara" uğrarlarsa da, meseleyi tarihçilere bırakırız!

Akşam, 23.1.2008

Engin Ardıç

24.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri