Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

İblis "Ben ondan daha hayırlıyım," dedi. "Beni ateşten, onu da çamurdan yarattın."

Sâd Sûresi: 76

25.01.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Ağır duyana söz işittirmek sadakadır.

C

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 595

25.01.2008


Dindarlara ilişmemek gerektir ve elzemdir

Bir mektubun yirmi kelimesinde beş kelime kusurlu görülse, o beş kelime sansür edilir. Mütebâkisine izin vermek bir düstur iken, Eskişehir Mahkemesinin dört ay tetkikten sonra, yüz bin kelime içinde zâhirî nazarda zararlı tevehhüm edilen yalnız on beş kelimeden başka bulmamasıyla ve Heyet-i Vekile de dört yüz sayfalı Zülfikar'ın yalnız iki sayfasında (şimdiki kanuna uygun olmamasından) otuz sene evvel yazılan iki âyetin tefsirinden başka ilişmemesi ve Denizli ve Ankara ehl-i vukufu on beş sehivden başka ilişmemesiyle ve şimdiye kadar yüz binler adamın ıslahına vesile olmasıyla, vatana ve millete bin büyük menfaati tahakkuk eden Risale-i Nur'a küçük bir hizmet eden veya kendi imanını kurtardığı için bir risalesini yazan ve Emirdağı'nda garip ve ihtiyarlığıma şefkaten bana kardeşlik eden Çalışkanlar gibi rıza-yı İlâhî için bana hizmet eden bîçareleri iş mevsiminde ve dehşetli kışta taht-ı tevkife almak, hükûmet-i cumhuriyenin hangi prensibiyle kabil-i tevfîk olabilir? Ve hangi kanunu, müsaade etmeye imkânı var?

Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile dinsizlere ilişmiyor; elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir. Bin seneden beri bu milletin gıda ve ilâç gibi bir hâcet-i zaruriyesi olan takvâyı ve salâhati bu mazhar-ı enbiyâ olan Asya'da hükmeden ehl-i siyaset yasak etmez ve edemez biliyoruz.

Yirmi seneden beri münzevî yaşayan ve yirmi sene evvelki Said'in kafasıyla sorduğu bu suallerde bu zamanın tarz-ı telâkkisine uygun gelmeyen kusurlarına bakmamak, insaniyetin muktezasıdır.

Vatan ve millet ve âsâyişin menfaati hesabına bunu da hatırlatmak bir vazife-i vataniyem olması cihetiyle derim: Böyle bize ve Risâle-i Nur'a az bir münasebetle taht-ı tevkife alınmak, gücendirmek yüzünden vatana ve âsâyişe dindarâne menfaati bulunan pekçok zatları idare aleyhine çevirebilir, anarşiliğe meydan verir. Evet, Risâle-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaattar vaziyete girenler yüz binden çok ziyadedir. Hükûmet-i cumhuriyenin belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faydalı ve müstakimâne bir surette bulunuyorlar. Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir.

Şuâlar, s. 311

Lügatçe:

mütebâki: Geriye kalan.

tevehhüm: Vehmetme, kuruntu.

Heyet-i Vekile: Bakanlar Kurulu.

taht-ı tevkif: Gözetim altında, hapishanede.

kabil-i tevfîk: Uyumlu olma, bağdaşma.

hürriyet-i vicdan: Vicdan hürriyeti.

mübareze: Kavga, çatışma.

nâfi: Faydalı.

hâcet-i zaruriye: Zaruri ihtiyaç.

takvâ: Allah korkusuyla dinin yasak ettiği şeylerden kaçınma.

salâhat: Dindarlıkta çok ileri olma hâli.

mazhar-ı enbiyâ: Peygamberlerin zuhur ettiği yer.

müstakimâne: İstikametle, doğrulukla.

25.01.2008


Gül ve diken

"Ya kırmızı gülden ayrı yaşamalı,Yahut

dikeninin acılarını hoş görmeli." (Sadi)

Yeryüzünde güzellikler ve çirkinlikler iç içedir. Kâinat sarayının dünya bahçesinde güzel kokulu güller de vardır; hoş olmayan muzır diken ve bitkiler de vardır. Gönül gülü sever, onu koklamak için yüzüne, burnuna dikenlerin batmasına aldırmaz. "Gülü seven dikenine katlanır" sözü de bu gerçeği ifade etmektedir. Güzel güllere ve hoş kokulara meftun olan insan, dikenleri var diye ondan vazgeçmez. İnsana düşen dikene değil, güle nazar etmektir.

Aynı şey insanlar için de söz konusudur. Yani insan güzellikleri ve çirkinlikleri bir arada barındırabilir bir yapıya sahiptir. Çirkin olan yönlerinden dolayı o insanı tamamen gözden çıkaramayız. Onun da muhakkak içinde barındırdığı güzel huyları vardır. Sanki kendimiz dört dörtlük müyüz? Hangimiz şimdiye kadar hiç hata yapmadan yaşadığını iddiâ edebilir ki? Hep güzellikleri yaşamak istedik ama bilerek ya da bilmeyerek çirkinleştiğimiz, dikenlerimiz ile zarar verdiğimiz, gönüllerini kanattığımız dostlarımız olmadı mı? Ya bizi dikenleriyle kanatanlar, incitenler, ağlatanlar? Ama olsun, onları gönül bahçemizden söküp atmak, dostluk defterinden silmek doğru değildir.

Mademki güzellik ve çirkinliklerin iç içe olduğu bir dünyada yaşıyoruz, öyleyse bizimle aynı dünyayı paylaşan insanlara da katlanmak, onlarla bu hayatı paylaşmak durumundayız. Biz mümkün olduğu kadar hoşgörülü ve sabırlı olmalıyız. Nazarlarımızı hep güzelliklere çevirir, her zaman iyiliklerle meşgul olursak, kötü ve çirkin olanlar dünyamızdan silinip gider.

Biz güllerin efendisi Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm'dan öğrendik taş atanlara gül atmayı. Hem mesleği Haliliye, meşrebi hıllet olan bir Üstâdın yolundan gidiyoruz inşallah. Kendisine düşmanlık edenlerin, hatta defalarca zehirleyip zindanlara atanların dahi ıslâhı için duâ eden, onlara acıyan bir Üstâda talebe olma arzusunda bulunuyorsak 'en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş' olarak tam bir muhabbet fedâisi olabilmeliyiz. Öyle ise dostlarımızın, kardeşlerimizin hoş olmayan bir ahlâkını ya da tavrını gördüğümüz zaman bizim buna gücenmeye, ona sırt çevirmeye hakkımız yoktur.

Bizim vazifemiz daima güzellikleri görmek ve daima gönül kazanmaktır. Gül tohumları saçmak, gül yetiştirmek, gül dermek, gül vermektir. Bazen sıcak bir tebessüm, bazen içten bir selâm, bazen kardeşâne bir kucaklaşma hemen o anda meyvesini verecek, sevgi ve muhabbet çiçeklerinin açmasına vesile olacaktır.

Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî'nin de Risâle-i Nur'da ifade ettiği gibi her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde dahi, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Kâinattaki her şey, her hadise ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibariyle güzeldir.

Gülden ayrı yaşayamayacağımıza göre dikenleri hoş görmeli, daha doğrusu lütufla ıslâhına çalışmalı ve bir nev'î gül bahçemiz olan hayatımızı acılarla târümâr etmemeliyiz. Güzel bakmalı, güzel düşünmeli ve güzellikleri seyretmeliyiz pencerelerimizden. Güllerle ve güzelliklerle kalın.

Mehtap Yıldırım

25.01.2008


Siz hiç Bediüzzaman Mevlidlerine katıldınız mı? (2)

(Dünden devam)

Bizim gibi mevlide önceden gelenlerin uğrak yerlerinden en önemlisi Van Kalesi olmalı ki, burası Bediüzzamanın sevenleriyle dolup taşıyordu. Üstadın yıllar önce Lem'alar isimli risâlesinde anlattığı gibi manzara hüzün verici idi.

Üstada biraz daha arkadaşlık etmek istedim: "Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kale dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrip edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğuyla dost ve ahbap idim. Kısm-ı âzamı, Allah rahmet etsin, muhâceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka, Van'ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten vatanıma döndüm, gurbetten kurtuldum zannediyordum. Vâ esefâ, gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm."1

"Yekpare taştan olan" Van Kalesini gezdik. Ermenilerin yakıp yıktığı eski Van'ı esefle seyrettik. Harabeleri hâlâ duruyordu. Kaleden eski ve yeni Van şehirlerini bir arada seyretmek mümkün.

Üstadın "Horhor" medresesini ziyaret etmemek olmaz. Zira yıllar önceden böyle bir davet almıştık. Münazarat'ı bize hitap eder gibi okumaya başladık: "Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler ve sâireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, 'Sadakte' deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan 'Henien leküm' (Ne mutlu size!) sadâsını işiteceksiniz."

Üstadım, başlarımızı kaldırdık, sana "sadakte" diyoruz. O muasırların dinlememiş, biz dinliyoruz dedik. Siz kışta gelmişsiniz, biz baharda geldik. Sizin ektiğiniz nur tohumları şimdi rengârenk çiçekler açtı. Horhor denilen medresene uğradık, o istediğin bahar hediyelerinden bolca getirdik. Onları mânen kalenin başına taktık. Bize mânevî cânibden "henîen leküm" sadası geldi. Sen haklı olarak çağdaşlarına da serzenişte bulunuyorsun: "Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvurâtları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar, şu kitabın (Risâle-i Nurlar) hakaikini hayal tevehhüm etsinler." Gerçi çağdaşların seni pek anlayamamışlar. Sözlerini hayal tevehhüm etmişler. Evet sizin dediğiniz gibi "şu kitabın mesâili hakikat olarak" bizde tahakkuk etmiştir. Sen "asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuş"sun; "sûreten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camie dâvet ediyor"sun. İşte biz de geldik. Senin dâvetine icabet ediyoruz.

Sen yine gür sesinle diyorsun: "İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!"2

Burada bahsettiğin nesl-i cedid olmaya çalışıyoruz. Lütfen bizleri kabul et.

(Devam edecek)

Dipnotlar:

1- Lem'alar, s. 546-547, YAN

2- Münazarat, s. 89, YAN

Ahmet Özdemir

25.01.2008


BİR KISSA, BİN HİSSE

Abdurrahman b. Ebî Akîl (ra) şöyle anlatıyor: Sakîf oğullarının Hz. Peygamber'e (asm) gönderdiği heyet arasında bulunuyordum.

Hazret-i Peygamber'in (asm) kapısına geldiğimizde develerimizi oraya bağladık. Huzuruna girerken, dünyada ondan başka sevmediğim ve buğzettiğim kimse yoktu. Huzurunda iman nasip olmuştu. İman ettikten sonra ise birden bire sevgisi bütün kalbimi kuşattı. Artık huzurundan, ondan daha fazla sevdiğim kimse olmadığı halde çıktım.

İçimizden birisi: "Ey Allah'ın Resûlü! Niçin Allah'tan, sana Hz. Süleyman'ın mülkü gibi bir mülk vermesini istemediniz?" diye sordu.

Hz. Peygamber gülerek şöyle buyurdular:

"Sizin Peygamberiniz için Allah katında Süleyman'ın mülkünden daha üstün bir şey vardır. Allah Teâlâ gönderdiği her peygambere bir dilekte bulunmasını söylemiştir. Onlardan bazıları bu haklarını dünya için kullanmışlar; Allah da onlara dünyayı vermiştir. Bazıları ise bu dileklerini bir kavim aleyhinde kullanmışlar, Allah da o kavmi helâk etmiştir. Allah Teâlâ bana da bir dilekte bulunma hakkı bahşetmiştir. Ben hakkımı kıyamet günü için sakladım ki, bu, ümmetime olan şefaatimdir." (Kenz, 7/272)

Süleyman KÖSMENE

25.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri