Sosyal yardımlaşmada temel düşünceler
Yardımlaşma geleneğimiz İslâm diniyle zirveye ulaşmıştır. Allah rızasını esas alan düşünce, insanları birbirlerini görüp gözetmeye sevk etmiştir. Zaten zekât da İslâm’ın köprüsü olarak kabul edilmiştir. İnsanları birbirine bağlayan köprü zekâttır. Zekât bu öneminden dolayı İslâm’ın şartları arasına girmiş ve zenginlere farz kılınmıştır.
Bediüzzaman Said Nursî’ye göre, “Zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyâttır. Zekâtı vermeyenin, herhâlde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.”1
Osmanlı Devleti’nde varlıklı bir vatandaşın vergi dışında bir yükümlülüğü daha vardı: Sosyal yardım. Devlet, bayındırlık eseri yaptırmakla, vatandaşı okutmakla, camiler, kervansaraylar, hastahaneler, çeşmeler, imaretler vb. inşâ ettirmekle ve yaşatmakla görevli değildi. Bunları, zengin vatandaşlar yaptırır ve bu eserlerin hayatlarını devam ettirebilmesi için, tesisin büyüklüğüne göre gelirler bırakırdı. Buna “vakıf” denilir.
Vakıf, bir malı mülkiyetten çıkarıp gelirini belli şartlarla, devamlı olarak bir hayır yönüne tahsis etmektir. Vakıf yapan şahsın, kurduğu vakfın idare kurallarını kapsayan yazılı belgeye de “vakfiye” denilir.
Vakıf, karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan ve insanlığın tarih boyu iftihar vesilesi olan medenî bir kurumudur. Bilindiği gibi, insanlar gerek fikrî ve gerekse bedenî yetenekleri açısından birbirlerinden farklı yaratılmışlardır. Kuvvetlisi, zayıfı, zengini, fakiri vardır. Zayıflarda daima bir sığınma duygusu mevcuttur. Kuvvetli olanlarda ise, koruma duygusu ve sahip çıkma hissi görülür. Bu duygular sayesinde cemiyet hayatı devam eder. Bu duruma göre karşılıklı yardımlaşma, medenî hayatın esası ve temelidir. En güzel yardımlaşma ise, karşılığında bir şey beklemeden yapılan yardımlaşmadır. Bunun en güzel yolu da vakıftır.
Vakfedilen şey ne satılır, ne satın alınır; ne miras kalır, ne de bağışlanırdı. Bir bakıma
dünya durdukça dururdu. Geliri, tahsis edilen yöne sarf edilirdi. Meselâ, birisi bir hastahane yapar, vakfeder. Vakfettiği andan itibaren onun mülkünden çıkardı. Vakfın kurucusu, vakfının ne yolda idare olunmasını isterse; bu isteğini hâkim (kadı) huzurunda tescil ettirirdi. Bu belgeye “vakfiye” adı verilirdi. Meselâ, söz konusu hastahaneyi vakfeden kişi, orada yalnız kimsesizlerin tedavi olunmalarını arzu eder, vakfiyesinde bu şartlar yazılır; vakfedenin şartlarına da uyulurdu. İstanbul’da bulunan Vakıf Guraba Hastahanesinde olduğu gibi... Kimsesiz bir hasta, bu hastahanede tedavi edilir, yedirilir, içirilir, iyileşir, sonra çıkar giderdi. Hiçbir kimseye bir ücret ödemezdi. Bir başkası okul, bir diğeri imaret (aşevi), bir diğeri de cami yaptırırdı.
Günümüzde devletin yapmakla mükellef olduğu bir çok kamu hizmetleri, Osmanlı Devleti zamanında vakıflar yoluyla îfâ edildiği bir gerçektir. Tanzimat Dönemine kadar Osmanlı Devleti’nde, bugünkü ilköğretim kurumları olan sıbyan mektepleri, ortaöğretim ve yüksek öğretim kurumları olan medreseler ve dârülfünunlar, tamamen vakıflar yoluyla kurulmuş ve hizmet vermişlerdir.
Sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik ve sosyal yardım hizmetlerinin yerine getirilmesinde de vakıfların önemli bir yeri olduğu inkâr edilemez.
Belediyelere ait bazı hizmetler, esnaf kuruluşları ve ordu yardımlaşma kurumlarının ifâ ettikleri hizmetler de vakıfların görevleri arasında yer almaktadır. Hatta şuradan buradan atılan kedilere ciğer vakfedildiği gibi, çanak çömlek ve bardak kırıp da ustalarından ve efendilerinden dayak yiyeceklerini bilerek ağlayan çırakları ve köleleri dayaktan kurtarmak için kırılan şeyin bedelini vermek veya mislini almak üzere bile vakıflar kurulmuştur.
Böyle hayır ve sosyal yardım eserlerini yaptıranların başında padişahların gelmesi tabiîdir. Zira devletin en zengin adamı padişahtır. Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından eniştesi Damat Lütfi Paşa, Asafname adlı eserinde ideal bir devlet adamının gelirinin üçte birini harcamasını, üçte birini biriktirmesini, üçte birini de hayır işlerine ve eserlerine yatırmasını yazmaktadır.
Bugün Osmanlı Devleti’nin yayıldığı topraklar üzerinde sayısız vakıf eserleri hâlâ ayaktadır. Akıl almaz işler için vakıflar kurulmuştur. Meselâ, Rumeli Kazaskeri Esad Efendi’nin 1845 yılında kurduğu vakfın biri, evlenme yaşındaki yoksul kızlara çeyiz temini, diğeri de İstanbul’un sapa sokaklarındaki kaldırımların tamiri içindi.
Yoksullar ve yolcular, imaret ve kervansaraylarda bedava yemek yiyebiliyorlardı. Yoksul ailelere maaş bağlayan vakıf imaretler vardı. Yalnız İstanbul imaretlerinde günde 30.000, İznik I. Murad İmaretinde 2.000 kişiye bedava yemek veriliyordu.
Bir kişinin, koskoca Osmanlı Devleti’ni bir baştan bir başa, her konakta kervansaraylarda ve şehirlerde imaretlerde kalarak, yiyecek ve yatacak parası vermeden gezmesi mümkündü. Kervansaraylar özellikle ticaretin canlı ve kolay tutulması için yapılmıştı.
Selâtîn camileri çoğunlukla külliye (kampüs) şeklindedir. Yani yanlarında medreseler, mektepler, imaretler, çeşmeler, hastahaneler, kütüphaneler, hamamlar ve benzeri sosyal yardım kurumları vardı. Süleymaniye Külliyesi, en meşhur Osmanlı külliyelerindendir, belki de en büyüğüdür.
Evliya Çelebi, Osmanlılar zamanında yolcuların dağ başında misafir olup bedavadan yiyip içtikten sonra sabah kalkıp yine yollarına devam ettikleri bir vakıf kervansaraydan şöyle bahsetmektedir:
“Bu vakıf kervansarayların kapıları akşama kadar açık dururdu. Ortalık karardıktan sonra kapılar kapanır, vakıf sahibinin vazifelendirdiği kapıcılar kapının arkasında yatarlardı. Gece bir yolcu geldiğinde kapıları açıp yolcuyu içeri alırlar, vakıftan, hayvan sahibinin hayvanına yem, kendilerine de yemek çıkarırlardı. Amma gece içeri gireni bir daha çıkarmazlardı..
“Sabah oldukta mehter çalınarak kapılar açılır, yolcular hazırlanırdı. Bu sırada kervansarayın misafirleri arasında dolaşan bir münadi:
“Ey ümmet-i Muhammed! Maldan, candan, dondan eksiği olanlar var mı? diye bağırırdı.
“Kervansarayda misafir olan yolcular:
“Hiçbir eksiğimiz yoktur. Her şeyimiz tamamdır. Allah vakıf sahibinin hayrını kabul etsin. Hayatta ise kendisine selâmet, vefat etmişse rahmet eylesin!” derlerse kapılar açılır:
“Öyleyse Allah, giden ümmet-i Muhammed’e selâmetler, kalanlara ise rahatlar versin!” derlerdi.
“Kapıdan yolcuları uğurlayan kervansaray bekçileri:
‘Ey din kardaşlarımız! Yolunuzda durmayın, sizi namazınızdan alıkoyanlarla arkadaşlık kılmayın. Her yüzünüze güleni dost sanıp da ibadetinizden kalmayın! Haydin Hak yardımcınız olsun. Güle güle uğurla gidin!’ derlerdi.”
Mazisini bilmeyen geleceğini düşünemez. Osmanlı’da yardımlaşma duygusunun temeli Hz. Peygamber’in şu hadis-i şeriflerine dayanmaktadır:
“Dünyada senin elinde kalacak olan, yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve Allah (cc) yolunda sadaka verip bakileştirdiğinin dışında hiçbir şey yoktur.”
“İnsanoğlu vefat ettiği zaman bütün ameli kesilir. Şu üçü müstesna: Kendisinden yararlanılan hayırlı ilim, kendisine duâ eden hayırlı evlât ve kendisinden sonra da devam edecek sadaka ve hayırlı iş.”
Bizim millî ve dinî terbiyemize göre, herkes başkasına yardımla mükelleftir. Hiçbir kimse başkasından yardım beklemez. Osmanlı tarihine bir göz atılırsa, bugün kamu hizmetleri özelliğini taşıyan sayısız sosyal hizmetlerin, vakıf kurumları tarafından gerçekleştirildiği görülecektir. Osmanlı devrinde binlerce kişi kendi paralarıyla, hiçbir menfaat beklemeden, devletin bugün yapmakta olduğu kamu hizmetlerinin çoğunu yapmak üzere nice dinî ve hayrî kurumlar meydana getirmişlerdir.
Günümüzde sosyal yardımlaşma çeşitli vakıf ve kurumlar aracılığıyla da devam ettirilmektedir. Yardımlaşmanın temelinde ise, Allah rızası yatmaktadır. Yardımların yoğunlaştığı mevsim ise üç aylar ve özellikle Ramazan ayıdır. Çünkü bu mevsim, mânevî duyguların coştuğu, sevapların kat kat arttığı, binlere, otuz binlere ulaştığı çok verimli zaman dilimleridir.
Dipnotlar:
1- Mektûbat, s. 264
|
Ahmet ÖZDEMİR
30.04.2008
|
|
Mış gibi yapmak üzerine
İmaj devri olan yaşadığımız çağda, bir işi yaptığını göstermek, onu yapmaktan daha önemli sayılıyor. Doğru çalıştığınız, selim düşündüğünüz, doğru düşünerek doğru neticelere vardığınız halde bunları gösterebilme şansınız zayıf ise birilerinin dünyasında yer etmeniz epeyce zordur.
Bu durum ‘Tenbîh ul-Ğâfilîn’de anlatılan adama ne kadar benziyor! Dükkânda işleri kesat giden adam akşam evine dönerken çıkınına ağaç kabukları doldurup öyle geliyormuş. Maksat ‘Bugün iyi kazanmış’ dedirtmek.
Bu, resmî başşehir olduğu kadar mürailiğin de önemli bir merkezi olan bir şehirde özellikle geçerli bir tavırdır. Bir devlet dairesindeyiz diyelim. Saatlerce iş yapılmaz; hükümetler kurulur, yıkılır, gayrimenkulün getirisi ve dövizin kaybettirişinin muhabbeti nice zamanı heba eder. Tam da o sırada, dairenin “yaptığı” faaliyetleri gösterecek bir yayının hazırlığını yapan bir şubenin elemanları fotoğraf çekmek için gelirler. Hemen saça başa, elbiseye çekidüzen verilir, bir kitap veya dosya alınarak kafa kafaya verilir “incelenme”ye başlanır.
Liderin görüşlerine, yaptıklarına katılmıyorsunuzdur. Ama ne olur olmaz, gelecek seçimlerde, halkı sizi hiç tanımayan bir vilayetin olmayacak bir sırasında mebus adayı gösterilmek de var. Ne yapacaksın? Viran olası hanede evlâd-u iyal derdi var: Oğlan üniversitede, kız evlilik hazırlığında. Son tahlilde, liderle aynı görüşleri paylaşıyormuş gibi yapmak tek çıkar yoldur.
Bu sebeple, dar ve geniş dairedeki birçok toplulukta istişarenin hakkı verilmez; istibdat hemen her seviyede karşımıza çıkar.
Çocuklar, fıtratları, hadîsin deyişiyle İslâm üzere olan minikler bu gibi aşağı hallerden ne derece uzaktırlar… Onlar ne iseler öyle görünürler. Çocuk fotoğraflarına baktığımızda bunu kolayca hissederiz. Ne ağlamaları yapmacıktır onların, ne gülmeleri desinler içindir.
Çocuk fotoğrafları niye böylesine içtendir? Niçin inceleyenlere birer asudelik ve huzur halini hissettirirler? Buna ‘Çocuklar poz vermezler de ondan’ diye cevap vermemiz mümkündür. İngilizce sözlükler karıştırıldığında, poz verme (pose) fiiline şu iki anlamın da verilmiş olduğu görülür; 1) Yapmacık bir tavır takınmak, 2) Giyinişi, kılık kıyafeti ile zenginmiş, makam sahibi imiş gibi tavır takınarak insanları etkilemek.
Anadolu, geçtiğimiz günlerde -mış gibi yapmanın, artık kabak tadı veren bir örneğine şahit oldu. Millet egemenliği kavramının içinin niçin boşaltıldığını açıklayamayanlar, meclisin yüzde altmış beşi bulan çoğunluğunun partilerinin niçin kapatılacak olduğuna bir cevap bulamayanlar, çocuk bayramı sözü ile insanları kandırmaya çalışıyorlar.
Büyükler saatlerce, belki günlerce bazı klişe ifadeleri çocuklara ezberletir de, çocuklar birilerinin makamlarına geçip de bunları tekrarlarsa, bu çocuksu bir spontanlık mı olur, yoksa öğretilmiş bir riya mı? Kameramanların ısrarlı poz verme isteklerine utanarak, bazen de kızarak cevap vermeyen çocukların varlığı size bir şeyler hatırlatmıyor mu?
Bu sistematik riya talimleri ile onları şimdiden kendimize, çoklukla fıtratlarımızın tersi birer yol izliyor olan bizlere benzetmeye çalışmaya ne hakkımız var?
Hem şunu da hatırlatalım: “Çağdaş” dünya zaten gülüyor bu olup bitenlere. Gelecek nesillerin de bize alaycı birer tebessüm göndermelerinden de mi çekinmiyoruz?
Rabbim “poz vermek”ten uzak, Kendi hazır ve nazırlığını sürekli hissettiğimiz “huzur”lu zaman dilimleri nasip etsin.
|
Mehmet BOYACIOĞLU
30.04.2008
|
|
Mevsimler ve Nisan rahmeti
Yılın her ayının kendine has özellikleri vardır. Kâinatın Yaratıcısının sıfatları her ayda farklı tecellî etmekte.
Yaradılış harikası olan mevsimlerin özelliklerini hatırlamakta fayda var.
Yaz ayları, yakıcı sıcaklıkları ile birlikte, gönülleri ferahlandıran güzelliklerin gözle görüldüğü, Esmâ-i Hüsna’nın tecellî ettiği, meyvelerinin çok olduğu aylardır. Dünyanın, günün, insan ömrünün orta kısmını andırır. Gün içinde öğlen vakti, insan hayatında da gençlik gibi çok güzellikleri hatırlatır bu mevsim. Gençlik, iyi kullanıldığında değerli hâle gelerek hayatımıza hayat kattığı gibi, iyi kullanılmadığında başa belâlar açabilir. Yaşlanınca ‘eyvah’ dememek için gençliğimizi iyi değerlendirmeliyiz.
Güz ayları; yaz mevsiminin sonu ile birlikte birçok insanın mahsûlâtını topladığı, geleceği için bir şeyler depolamayı düşündüğü, kış hazırlığının yapıldığı bir aydır. Bazen yazdan kalma sıcacık günlerini, bazen de kışa antrenman olarak soğukluğunu hissettirir. Okullar açılmış, kış hazırlıkları başlamıştır.
Kış ayları, görünüşte soğukturlar; lâkin mevsimin önemli bir konuğu olan kar, soğuk ve tatsızlığı içinde, sımsıcak ve tatlı bir mânâyı barındırır. Kar deyip geçmeyelim. Zirâî işlerde en etkili faktördür. Genellikle ‘kar’ın çok olduğu yıllarda mahsül de çoktur. Bereket vardır. Aynı zamanda bize ömrümüzün sonunu da hatırlatır. Beyaz kefene bürünmüş haliyle, ebedî yolculukta fani âlemin bitişini, ebedî ve güzel bir hayatın başladığını haber verir.
Bahar ayları; kışın sona erdiği, yeni bir hayatın başladığı, ölü bitkilerin yeniden dirildiği, adete çölleşmiş-kurumuş yeryüzünün cennet bahçesini andıran güzelliklere büründüğü, Rahmet diye bilinen yağmurun çatlayan toprağa düşerek can verilmesine vesile olduğu, yaz meyvelerinin çıkmaya başladığı aylardır. Yazın güzelliğinin müjdecisidirler.
Biz şimdi Nisan’ın sonundayız. Bu ayın sayısız özellikleri ve güzellikleri vardır. Rahmet olan yağmur sağanak sağanak yağarken, dereler, çaylar, nehirler coşar, barajlar dolar, tarlalar suya doyar. Canlılar âlemi yeni bir hayata başlar. Kışın kurumuş, ölmüş olan çiçekler, bitkiler, yeniden hayat bularak canlanır, yeniden dirilirler.
Mânâ âleminde de başka güzeldir Nisan. Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) bu ayda dünyaya gelerek kâinatı nurlandırmıştır. Melekler saf saf yere inerek rahmet saçarlar. Farkında olmasak da herkes hissesini alır.
Nisan ayı, gerçekten bir rahmet ayıdır.
|
Mehmet ÇALIŞKAN
30.04.2008
|