Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Helâl de bellidir, haram da bellidir. Öyle ise seni şüphelendiren şeyi bırak, şüphelendirmeyen şeye bak.

Câmiü's-Sağîr, No: 630

23.05.2008


Medeniyet-i hâzıra insanı fakir ediyor

kinci sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları, faydalarına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur’ân’ın kanun-u esasîsi, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Sûresi, 53:39.) “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” (A’râf Sûresi, 7:31.) ferman-ı esasîsiyle, “beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir” diye Risâle-i Nur bu esası izaha binaen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti. (...)

Elhâsıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Emirdağ Lâhikası, s. 334

aşâir: Aşiretler.

avâm: Sıradan biri, fakir halk tabakası.

garp: Batı.

hâcât: İhtiyaçlar.

hasenât: İyilikler, sevaplar.

havâic-i gayr-ı zaruriye: Zarurî olmayan ihtiyaçlar.

havas: Marifet ve yaşayışça üstün olan, üst tabaka.

hayat-ı içtimaiye: Toplumsal hayat.

hevesat: Hevesler.

hurmet-i riba: Faizin haram olması.

istirahat-i umumiye: Genel istirahat.

kanun-u esasî: Temel kanun.

maksud-u hakikî: Hakiki kastedilen.

medeniyet-i hâzıra: Şimdiki medeniyet, hazır medeniyet.

medeniyet-i hâzıra-i garbiye: Şimdiki Batı medeniyeti.

medeniyet-i zâlime-i hâzıra: Şimdiki zalim medeniyet.

mübareze: Çekişme, kavga.

râcih: Üstün gelme.

saadet-i hayat-ı dünyeviye: Dünya hayatının mutluluğu.

sa’y: Çalışma, gayret.

seyyiât: Kötülükler, günahlar.

tehyiç: Heyecana getirme.

terakkiyat: İlerlemeler, gelişmeler.

23.05.2008


“Rabbin kim?”

Her şey bir soruyla başladı. Bir soruyla devam ediyor. İlerimizde aynı soru bizi bekliyor… Dün ruhlar âleminde muhatap olduğumuz, “Rabbin kim?” sorusuna, yarın da berzah âleminde cevap vereceğiz.

Bize düşen ise, şu soru kirliliğinde, doğru soruyu bulup onun izini sürmek. Çünkü soru, aklımıza bir yoldur. Yanlış sorular ise, bizi yanlış yerlere götürür.

Bizi şu dünyada yaratan ve bize sorma yeteneği veren Rabbimiz, soracağımız gerçek soruların cevaplarını da yine dünyada yarattı. Soru sormamızı isteyen Yaratıcımız, bize akıl verdi, âlemi de cevap olarak yarattı.

Tercihlerimiz bizi yol ayrımlarına getirir ya, bizim düşünmemiz, görmemiz, konuşmamız ve topyekûn hayatımız da, bu soruyla yoluna girer ya da yoldan çıkar. Bizim için en önemli gerçek şu ki; “Rabbin kim?” sorusuna sadece dün ve yarın değil, bugün de muhatabız. Kazanmak için bunu görmemiz şart.

Yaşadığımız dünya, hem soru, hem de cevap bize.

Her takdirinde hikmetler dolu Yaratıcımız, kutsal kitaplarıyla, peygamberleriyle bize konuştuğu gibi, yarattığı kâinatla da hitap etmekte bize. Yarattığı mektupların, mesajların, işaretlerin dilleriyle daima konuşmakta bizimle. Nazla, şımarmayla sınav geçilmez; bizimle, ille de bizim gibi konuşmasına gerek yok.

Şu muazzam harikalarla yaratılan kâinattan daha açık bir mektup mu olur?

Her mevsim elimize kadar gönderilen meyvelerden daha güzel bir mesaj mı olur?

Aklı olana bir işaret bile neler anlatır.

Rabbimiz her şeyle konuşur bizimle; her şey Allah namına dillenir bize.

Atomundan güneşine her varlık konuşur bizimle, elimize aldığımız elma sorar meselâ: “Toprağı alıp elma yapan kim?”

Yumurta sorar: “Bende eseri bulunmayan organları, güzelliği, sesi, hayatı kuşa veren, yumurtayı böyle mükemmel terbiye eden kim?”

Tohum sorar: “Küçücük tohumdan, böyle ilim, kudret, irade gerektiren san'atlı ağacı, çiçeği, meyveyi yaratan kim? Cansız, ilimsiz, kudretsiz, iradesiz, san'attan anlamayan, toprak mı, hava mı, güneş mi, genler mi?..”

Atom sorar, güneş sorar, cümle âlem, bütünüyle ve tek tek, her şey sorar: “Bu mükemmel eserler, cansız, şuursuz, ilimsiz, akılsız varlıkların eserleri olabilir mi?”

Bu sorular bizlere verilen cevaplardır aynı zamanda. Tek tek her şey ve bütünüyle kâinat insana der: “Beni, ilmiyle ve kudretiyle Allah yarattı, terbiye edip mükemmel hâle getirdi.”

Ve ardından insana sorulur: “Senin Rabbin kim? Seni, sen yokken yaratan, her ihtiyacını en güzel şekilde verip, seni besleyen, büyüten kim? Seni imkânlarla donatan, seni sen yapan kim?..”

Yediğinde sorulur: “Yediğini yaratan, bedeninde faydalı hâle getiren kim? Senin Rabbin kim?”

Baktığında sorulur: “Gözünü de, görmeyi de, gördüğünü de yaratan kim? Senin Rabbin kim?”

Duyduğunda sorulur, nefes aldığında, gezdiğinde, düşündüğünde, hayal ettiğinde, sevindiğinde.. sorulur: “Rabbin kim? Seni yaşatan kim?”

“Rabbin kim?” sorusu, sadece dünün ve yarının değil, asıl bugünün de sorusu.

Bu sorulara verdiğimiz cevaplarla, yarın elimize verilecek amel defterimizi de doldururuz. Dünyada bu sorulara doğru cevapları vermeliyiz ki, berzahta da doğru cevapları verebilelim. Öyle değil mi; cevaplarını sınavdan önce hazırlayanlar başarılı olabilirler.

Suat ÜNSAL

23.05.2008


Onlar dünyanın çocukları

GECE yarısı ansızın Gazze düşer mi yüreğinize benim gibi? Ne olduysa film izlerken oldu ve filmdeki bayan şöyle diyordu: “Hiçbir fikir, hiçbir ülke bir çocuğun hayatından daha önemli olamaz”.

Filmin gerisini hatta öncesini bile hatırlamıyorum, sadece ben orada, o sahnede, o cümlede kalmıştım. Oturduğum yerde kalakalmışken öyle kendi halimde, televizyon ekranında kayıp giden insanlar başımı kaldıracak kadar, gözümü alacak kadar dikkatimi çekmiyorlardı artık.

Bilemiyordum ama, ya yüreğim Gazze’nin tam ortasına düşmüştü, ya Gazze yüreğimin tam ortasına. Yüreğim Gazze çocuklarına koşmuştu bedenimden önce. Onların ellerinden tutmak istercesine, yanaklarını okşamak istercesine koşmuştu. Yüzümde bir anlık beliren gülümsemeyle çocukluğumun o unutulmaz çocuk oyununun sözleri dilimde yuvarlanırken eller arıyordum sadece tutmak için, çocuk elleri arıyordum inadına ve boşlukta kalırcasına. “Kutu kutu pense, elmamı yerse, arkadaşım arkasını dönse” diyordum ama bir isim konduramıyordum. Bütün isimler silinmişti hafızamdan ve ben hafızamı kaybetmişçesine Gazze sokaklarında dolanıyordum, öyle başıboş, öyle çaresiz, öyle umarsız.

Köşe başından hızlıca dönen bir Gazzeli çocuğa takılıyordum. Bedenini göremeyecek kadar kör olmuştum. Gözleri olmayan bir bakıştı benim gördüğüm, ruhumda belirense kocaman bir kördüğüm. Mahir Hamade. Sokakta arkadaşlarıyla top oynarken atılan bombayla yaralanan, yüzüne gelen şarapnel parçalarıyla gözlerini kaybeden çocuk. Mahir şimdi dünyaya ezan okuyarak sesleniyor. “Allah büyüktür” diyor. Umudunu kaybetmiyor. Gözlerini yitirse de umudunu yitirmiyor. Dünyaya böyle sevgiyle seslenebiliyor gözlerine rağmen, her şeye rağmen. Oyuncak yok Mahir ve Mahir gibilerin hayatında. Sokaklarda saatlerce top oynamak da yok. Bütün parklar savaş alanına dönmüş durumda. Mahir’in ve Gazzeli çocukların çocuk olmaya hakları yok. Babasının arkasına saklanarak dünyanın acımasızlığına meydan okuyan babasının çaresizliğine şahit olan Muhammed Cemal Durra da çocuk olamadı. Okula giderken yirmi kurşunun kafasına boşaltıldığı Semire de çocuk dünyasından bîhaberdi. Bir füzenin en son ulaşabileceği adres olan Emire’nin küçücük bedeni de çocuk olamadı. Daha dört aylık iken annesinin kollarında katledilen İman Haccu da çocuk olma isteğini gerçekleştiremedi. Bu gözler çok şeye şahit oldu, pek çok şeyi kabullendi. Gel gör ki; çocukların çocuk kalamamasına, ne bu gözler seyirci olabildi, ne bu yürek dayanabildi. Bu canilik, bu vahşet nereye kadar bilinmez ama, bari çocukları sürüklemeyin, vahşetinize dâhil etmeyin. Bari çocukları. Bırakın onlar çocuk olma haklarını kullasınlar. Bırakın onlar çocuk olsunlar, çocuk kalsınlar. Sadece çocuk…

Süveyda GÜNER

23.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır