Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Tam devlet ile yarım vatandaş

“Yarım demokrasi” birçok şeyin yanında bir de şudur: Vatandaşın bilgi edinme hakkını kullanmasının zorluğuna karşılık...

Devletin vatandaş hakkında bilgi edinme, fişleme hakkının hak ötesi olması.

Birbirleriyle, hatta kendi içlerinde de zaman zaman “ tatlı bir rekabet”te olan istihbarat kurum ve birimleri, Milli olan, Polis olan, Asker olan, “vatandaşın tüm bilgileri” ne ulaşabilmek istiyormuş.

Bu “tüm” e, bir kayda girmiş neyiniz varsa, o dahil olmalı.

Bir zamanlar üniversitede ders verirken, adı “Araştırmacı (soruşturmacı) Gazetecilik” olan, esasında “Normal gazetecilik” denecek derste, ilk günler şunu rica ederdim öğrencilerden:

Doğumunuzdan itibaren bıraktığınız izleri, hakkınızdaki kayıtları, her gün hayatta, kentte, ülkede ve dünyada adınızın düştüğü yerleri sıralayın(ız).

Doğumla başlarlar, yani ne kadar da çok olabilir ki, diye düşünürler

En sonunda kendi listelerine kendileri de şaşırırlardı.

Taksi durağından (şu şu saatte) adrese araba çağırmaktan, tüm banka işlemlerine, tüm internet erişimlerine, eve veya başka yere yemek (neden o gün o kadar çoktu!) siparişine, kredi kartını her kullanışa, tüm faturalara, kimlik veya vergi numarasıyla yaptığınız her işe, rezervasyonlara, biletlere... Her şey.

Bu nevi “alıştırmalar” da, “kâğıt izler, açık istihbarat” gibi gazetecilik kültürü dışında, özellikle (yabancı) “kriminal araştırma” kitapları çok faydalı eserlerdi.

En azından ders anlatırken!

Bizde, poliste (veya başka yerde), “izden, delilden suçluya gitmek” denen teori ve pratik Polis Akademisi dışında henüz pek revaçta değildi o zaman; tercihen “suçludan delile gitmek”, yani “ne pahasına olursa olsun suçu itiraf ettir veya kabul ettir, sonra delil bul” yöntemi, tüm tehdit, dayak ve işkence repertuvarıyla daha yaygındı.

Şimdi “Bilgi çağı” ya...

Bilgi istiyor güvenlik ve istihbarat kurumları. Her bilgi, tabii ki size fiş olarak dönecek.

Bahsettiklerimiz, “insan üstü”, “ideoloji ötesi”, “tam bağımsız ve tümüyle tarafsız”, sadece hukuka saygıdan ibaret, insansız, pilotsuz kurumlar değil.

Eti de var, kemiği de. İnsanlı. Canlı. Çeşitli şekillerde heyecanlı.

Bize bir oran söylesinler:

Tahminen, kaç suçlu (zanlı) izlemek için kaç kişinin tüm bilgilerini istiyorlar?

Binlere karşı milyonlardan mı söz ediyoruz?

Yoksa, en küçükler bir yana, 50 milyon hepten zanlı mıyız!

Sanırım en doğrusu bu.

Evet, “yarım demokrasi”de biz hepimiz hep “yarı zanlı”yız.

İyi tarafından bakın: “Yarı masum”uz.

İşin bir de “devlet içi savaş” boyutu var ki...

Eminim, siz de işinize geldiği gibi yorumlarsınız.

Karşı taraftan birinin telefonları (hukuksuz) dinlendiğinde de “kanıt”, sizinkilerden biri dinlendiğinde “ayıp” sayarsınız.

Zaten devlet de öyle işliyor.

Zaten medyada da, kendi telefon kayıtları afişe edilen yönetmenler “Haberleşmenin, özel hayatın gizliliği” gibi kurallara, ilkelere sarılıyor

Sonra ellerine başka birinin telefon dökümü geldiğinde manşete sarılıyor.

Sarmaş dolaş bir porno!

İşte, devlet de farklı değil.

Kurumlar, bürokratlar, siyasiler, siviller, askerler birbirlerini hiç izlemiyor, desek; doğru olur mu?

Bir de , “özel ve özelleşmiş” telefon şirketleri, dinleme, kayıt vesaire için mahkeme emri soruyor mu, bilmiyorum ki.

Maliye, Merkez Bankası şeyi şey ediyor mu; bilmiyorum ki.

Sabah, 26.5.2008

Umur TALU

27.05.2008


 

Bizim yargıyı nasıl bilirsiniz?

Dünkü star gazetesindeki yazımın sonunu ‘muhteşem denge’ diye bir kavramla noktaladım.

Söz konusu muhteşem dengede parlamentolar meşruiyetlerini demokrasiden, yargı da evrensel hukuktan alacak ve böylece çoğunluk tercihinin uygulamaları evrensel hukuk normlarına göre denetlenecek, azınlık hakları korunacak ve ortaya ‘muhteşem siyasal-anayasal denge’ çıkacak. Bizde durum biraz karışık, tam da böyle değil yani ‘muhteşem denge’ tam da tutturulamıyor.

Evet, bizde parlamentolar meşruiyetlerini demokrasiden alıyorlar ama mevcut siyasi partiler kanunu ve seçim kanunu çerçeveleri bu demokratik meşruiyete azımsanmayacak gölgeler düşürüyor.

Demokratik meşruiyet üzerine düşen gölgeler sadece lider hegemonyalarına izin veren parti kanun yapılanmalarından ve adam gibi demokrasilerde görülmemesi gereken yüzde onluk seçim barajlarından değil daha ağırlıklı olarak tüm siyasal partileri aynı tornadan çıkmış olmaya iten, partileri tekçi ideolojilere, resmi ideolojilere, belirli milliyetçilik anlayışlarına mahkum eden sözde hukuksal düzenlemelerden de kaynaklanıyor; bu işin siyasal meşruiyet tarafı.

‘Muhteşem denge’nin öbür ayağında ise çoğunluk tercihlerinin uygulamalarını evrensel hukuk adına denetleyecek yargı var ve galiba esas sorun da buradan kaynaklanıyor zira bizim yargı hukuksal eylemlerine meşruiyet zeminini evrensel hukuktan değil çok ama çok yerel bir hukuktan alıyor, daha doğrusu aldığını zannediyor ve ortaya da içine düştüğümüz kaos ve kakafoni çıkıyor. Bizim yargı tercih ve önceliklerini bireyden, yurttaştan yana değil de devletten, resmi ideolojiden yana kullanıyor gibi çok doğru ama beylik ifadeler de kullanmak istemiyorum, örnekler üzerinden gitmek daha aydınlatıcı olabiliyor.

* * *

Yüksek yargı organlarının imajlarının çok önemli olduğunu düşünüyorum; imaj derken amacım reklama yönelik bir kavram değil, yüksek yargı organlarının adı geçtiği zaman sıradan, hukukçu olmayan ama meselelere yakın birinin aklına nasıl bir görüntü geldiği.

Mesela; ABD Federal Mahkemesi ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dendiğinde ilk aklımıza gelen kararlar nelerdir, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi, Yargıtay’ı ya da Danıştay’ı dendiğinde ilk aklınıza gelen kararlar nelerdir, imaj sorunundan muradım tamamen budur.

(...)

Ben bu imaj meselesini çok ciddiye alıyorum, yüksek yargı mensuplarının de almasını temenni ediyorum; hukuk tahsili görüp bir yüce mahkemede yargıç olma ayrıcalığı ve onuru elde edebilmiş olsaydım, parçası olacağım yargı kurumunun, ders kitaplarına, bireylerin özgürlük pencerelerini genişletici, çağı önceden algılayan ve belki de çağı hızlandıran kararlarla geçmesinden onur duyardım, bu sürece katkı yapmak isterdim. Aksi ise çocuklarıma, torunlarıma bırakacağım çok hoş bir manevi miras olmaz idi düşünüyorum.

Türkiye Cumhuriyeti Yargıtay’ı dendiğinde benim ilk aklıma gelen imaj kararlar maalesef çok parlak değil; bu konu benim hukukçu olmamamla ilintili olabilir, meselelere belirli bir açıdan yaklaşmamdan kaynaklanabilir ama söyleyeceklerimin tümünün de çarpık olduğunu söylemek pek mümkün değil.

Yargıtay Başkanlar Kurulu son bildirisinde AB organ ve bürokratlarını kastederek ‘yabancılar’ tabiri kullanılıyor; bu ‘yabancı’ tabirinin böyle kullanımının Yargıtay için çok önemli bir olumlu gelişme olduğunu görüyorum zira bu kurum geçmişinde Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı ama müslüman olmayan yurttaşlar için ‘yabancı’ tabirini kullanabilmiş bir kurum ve elimde değil mesela benim Yargıtay dendiğinde ilk aklıma gelen konu bu. Yargıtay Başkanlar Kurulu siyasete olur olmaz müdahale etmek yerine geçmiş bu ‘tuhaf’ kararları hakkında bir özeleştiri metni yayınlasa eminim kurumun prestiji açısından çok daha parlak soruçlar üreyebilir.

Yargıtay dendiğinde aklıma gelen ikinci konu merhum Hrant Dink’in 301’den mahkumiyet kararı; Yargıtay bu kararı bilirkişi raporlarına rağmen ve benim için daha da önemlisi benim anadilimde yazılmış söz konusu suçlama metnini benim defalarca okumama ve Yargıtay’ın anladığı gibi anlamamama, çevremdeki çok sayıda insanın da anlamamasına rağmen veriyor ve muhtemelen de haince pusuya giden yolda bu karar katiller için bir sözde meşruiyet kaynağı oluşturuyor.

Yargıtay dendiğinde yine aklıma, mesela, yarın değineceğim Handyside kararını uygulayabilecek iken, Yaşar Kemal hakkında verilen mahkumiyet kararı geliyor.

Star, 26.5.2008

Eser KARAKAŞ

27.05.2008


 

1. askerî darbenin yıldönümü

Bu hafta cumhuriyet tarihimizin ilk askeri darbesi olan 27 Mayıs ihtilalinin yıldönümü de gündemde.

Resmi söylemde, bu darbe haksızlıklara başvurmaya başlamış ve diktatorya izlenimleri vermeye başlamış bir iktidara karşı sistemin kendisini koruması hareketi olarak anlatılır.

Bu söylem cumhuriyet tarihimizin bugüne kadarki bölümünde de resmi söyleme damgasını vurmayı sürdürmüştür. Ondan sonra gelen tüm askeri darbelerde de iç ve dış düşmanlara karşı sistemin kendisini koruma içgüdüsü, ön plana çıkan nedendir.

Bu düşmanlar arasında bulunan iç düşmanın darbeciler açısından çok daha tehlikeli bulunduğu aşikârdır. İç düşmanın niteliği ise içinde bulunan konjonktürün niteliğine göre tanımlanmıştır. Bu bazen komünistler olmuş bazen de irtica.

Bu bakış açısının günümüzde resmi söylemde hâlâ sürdürüldüğü de söylenebilir.

Eğer biz 27 Mayıs darbesinin alt metnini doğru çözümleyemezsek Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu kısırdöngüsel sorunu hiç çözemeyeceğiz, daima aynı sorunla boğuşarak yaşamaya devam edeceğiz.

27 Mayıs darbesinin alt metnini doğru çözümleyebilmek için Demokrat Parti iktidarının anlamını anlamak zorundayız. Demokrat Parti iktidarına gelinceye kadar, tek parti iktidarı döneminde sistem halkı dışlayarak kendini tanımlayabiliyordu. Evet; tek parti iktidarı döneminde büyük hizmetler yapılmış ve çok zor koşullar altında bir ülke inşa edilmiş olabilir ama bu sistemin işleyişinde halkın talepleri ve beklentileri dışlanarak gerçekleştirildi.

Çok partili sisteme geçilir geçilmez Demokrat Parti iktidar oldu. Onlar geçmişten de ders almış olmalılar ki; o güne kadar sistemin dışında tutulmuş halk kesimlerini, köylülüğü, dar gelirlileri ve onların beklentilerini sistemin içine çekmeye başladılar.

Açıkça söylemek gerekirse; köylülüğün ve dar gelirli halkın beklentileri arasında dini özgürlükler ön planda geliyordu.

Tek partili iktidar, Türk toplumunun dini ortada hiç yokmuş gibi davrandı ve halkın beklentilerini duymazdan geldi.

(...)

Ekonomik şartlar da tek parti döneminde halkın sistem dışında tutulmasına uygun ortam sağlıyordu. Demokrat Parti iktidara geldiğinde halkın üretici ve tüketici olarak sistemin içine hızla çekilmesi zorunluydu. (Bunu Marksist bakış açısıyla sermayenin gelişim evreleri şeklinde açıklayabiliriz. Birinci aşamada ülkenin altyapısı hızla kuruldu. İkinci ve demokratik aşamada ise o altyapı üzerinde sermaye birikimi ve özel sermaye oluşturulması dönemine girildi. İkinci dönemde halkın katılımı kaçınılmazdı artık). Demokrat Parti ekonomik zorunlulukla gelen ideolojik zorunluluğu da iyi gördü. Hızla sistemin içine çekilen halkın din konusunda beklentileri de sistemin içine çekildi.

Tek parti iktidarının döneminde oluşmuş bazı kurumların dinin böyle yönetim işlerine sokulmasına tahammülleri yoktu.

(...)

Özetle; biz hâlâ daha 27 Mayıs 1960 döneminde başlatılmış olan çatışmaları yaşamaktayız. Bu da Türkiye’nin enerjisini yiyip bitiriyor. Kapatma davası da, türban davası da aynı kavganın tezahürüdür. İnşallah bir süreçten bir şekilde geçip bu kavgayı sonunda çözeceğiz diye umuyoruz biz.

Bu hafta 27 Mayıs günlerini hatırlarken bütün bunları da hatırlasak iyi olacak diye düşünüyoruz.

Akşam, 26.5.2008

Serdar TURGUT

27.05.2008


 

Ortadoğu ‘üç vakte kadar..’

Hani kahve falı bakmakta mahir olanlar, söze ‘Üç vakte kadar...’ diye başlar ya... Türkiye arabuluculuğunda öngörüşmelere girişen İsrail ile Suriye’nin bir gün barış müzakerelerine başlayıp sonuca bağlama olasılıkları için de kahve falı jargonu pek münasip düşüyor. ‘Üç vakte kadar.. yani üç gün, üç ay, üç yıl, üç yüzyıl...’

Ortadoğu ve barış meseleleri mevzu bahis olduğunda, iyimserlik zırhını bir türlü kuşanamayanlardanım. Bu yüzden de İsrail ile Suriye arasında kısa ve orta vadede barışı mümkün görmeyenler dahil pek çok yorumcu, Suriye’yi hemen İran/Hizbullah/Hamas üçlüsünden koparma düşleri eşliğinde yeni bir Ortadoğu denklemi kurduğunda, yine ‘Ben niye böyle olamıyorum’ diye hayıflanıp durdum. Zira madalyonu ha bire tersinden okumaya çalışıyorum. ‘Yoksa ABD’nin bütün psikolojik belirleyiciliğini yitirdiği bir ortamda, Acem oyununa mı geliniyor’ diye düşün dur şimdi!

‘Bush yönetiminin sekiz yıldır Ortadoğu’ya dayattığı neocon politikalar iflasın eşiğinde’ dersek, mübalağa etmiş olmayız. ABD’nin önüne koyduğu hedeflerden ne derece uzaklaştığını görmek için Bush’un ‘topal ördek’ vasfıyla geçirmekte olduğu son dönemine bakmak dahi yetiyor.

Irak’ın işgali Bush’un söyleminin aksine Ortadoğu’da demokrasinin esamisine vesile olabilmiş değil. Irak savaşını meşrulaştırmak için kullanılan sav ucuz petrolken, petrol fiyatlarının yanından geçilmez oldu. İşgalin Bush yönetimi açısından en tuhaf sonucu da malum. Pandoranın kutusu açıldı, Şiiler Ortadoğu denkleminde ağırlıklı söz sahibi oluverdi. Körfez’de nüfuslarının azımsanmayacak kısmını Şiilerin oluşturduğu Sünni yönetimler, İran’ın alıp başını giden etkinliği karşısında artık sırtlarını ABD’ye ne kadar dayayabileceklerini kestiremez durumda. İran’la ilişkilerinde her zamankinden çok hassasiyet gözetmeleri bundan. Oysa İran, Bush yönetimi için Irak, Lübnan, Filistin ve hatta Afganistan için tehdit olarak algılanıyor. O halde ‘tehdit’ çook ama çook fazla büyümüş demektir.

‘Köşeye sıkıştı’ diye görülen Suriye, daha üç beş sene önce Lübnan’dan sökülüp atılmasını Bush yönetimi ile İsrail’in burnundan fitil fitil getiriyor. Şam, 2006’da Tahran’la kurduğu ‘stratejik ortaklık’ sayesinde manevra alanını genişletti. İki ülke, Beyrut’taki ortakları Hizbullah aracılığıyla Lübnan siyasetini belirler oldu. Sünni Arap kardeşlerinin hasmane tutumuna karşılık Suriyeliler, AKP idaresindeki Türkiye kartını da iyi oynamış görünüyor. Şimdi ABD’nin gönülsüz onayıyla İsrail içsiyasetinde akıbeti meçhul Olmert yönetimiyle dolaylı temas kurarak üzerlerindeki baskıyı hafifletmiş oluyor.

Hal böyleyken, Şam salt ABD tecridinden sıyrılmak, Golan’ı da -tümünü alamayacaklarına göre- İsrail’le paylaşmak karşılığında İran’la, Hizbullah’la, Hamas’la tüm bağlarını çöpe atar mı?

Lübnan cephesinde 2006’da İsrail’i püskürterek büyük itibar kazanan Hizbullah ile Arap aleminde ‘Nasır’ı sollayan lideri Nasrallah sürekli yükselişte. En son mayıs başındaki krizde ABD ve İsrail yanlısı Sinyora hükümetini bir günde ezip geçebilecekken, Lübnan’ın hassas dengelerini koruyup kollamaları Hizbullah ve Hristiyan ortaklarını daha da güçlendirdi. Artık Arap Birliği arabuluculuğunda kotarılan Doha anlaşmasıyla, yeniden kurulacak birlik hükümetinde veto hakkına da kavuştular. En son 1932’de yapılmış nüfus sayımı yüzünden yok sayılan Şiiler, Doha uzlaşması gereği yeni seçim yasasında denkleme katılamasa bile, Hizbullah’ın 2009 seçimindeki zaferi kesin görünüyor. Eh, Bush yönetiminin yerini alacak yeni ABD yönetiminin işi zor. Hele de Cumhuriyetçi filan olursa. ‘Terörist’ etiketli Hizbullahlı Lübnan, Gazze gibi tecrit edilecek değilse, o vakit realitesi tanınacak demektir.

Sonra Filistin var... Bush’un Ortadoğu’nun sorunlarına çözüm derdi olmadığını anlamanın turnusol kağıdı Filistin meselesidir. Zira herşey Filistin’in akıbetinde düğümlenmişken, Bush, son bir yılındaki gözboyama taktikleri dışında sekiz yılda bunu hiç mesele etmedi. Bush, Fetih’ten ‘yağ çıkartmaya’ çalışırken, İsrail, kısa süre içinde görmezden gelemeyeceği bir Hamas gerçeğiyle yüzyüze kaldı. Tevekkeli değil, Hamas da Hizbullah’ın yolunu izliyor, sadece şimdilik o kadar başarılı değil. En son Fetih’le uzlaşma için Arap Birliği’ni göreve çağırdılar. Bakarsınız, bir başka Doha’dan Hamas da elini güçlendirmiş çıkar. Amerikalıların tuzu kurudur da, ‘Acaba İsrailliler Arafat’ı mumla arıyor mudur’ diye düşünmeden edemiyorum doğrusu.

Velhasıl nereden bakarsanız bakın, Bush yönetiminin Ortadoğu oyunu ABD’ye pahalıya patlamış görünüyor. Daha realist bir Amerikan yönetimi işbaşına gelir de, durum değişir mi, bilinmez. Mesele bölge ülkelerinin dizginleri daha da ele alıp gidişatı belirleyip belirleyemeyecekleri...

Radikal, 26.5.2008

Ceyda KARAN

27.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır