Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezâdır. Fakat kim affeder ve barışı tercih ederse, onun mükâfatı Allah'a âittir. Şüphesiz ki O, zâlimleri sevmez.

Şûrâ Sûresi: 40

28.05.2008


Tenkit edilecek şeyler, kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var

Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki, o düsturu cidden nazara almalısınız:

Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider. “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider” (Enfâl Sûresi, 8: 46) işâret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedî ile içtima etse, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksîmü’l-a’mâl olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin fazîletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefâni sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.

Sizler koca Isparta’yı değil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinanın çarkları birbirine muavenete mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü vazifesini tahfif ediyor. Hak ve hakikatin, Kur’ân ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zatlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder.

Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum. Siz de Üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Adeta, herbiriniz ötekinin faziletlerine nâşir olunuz.

Barla Lâhikası, s. 87

***

73- Tesanüd içindeki bir cemiyet, atâleti harekete tebdil eden bir vasıta olur. Tehasüd içindeki bir cemaat ise, hareketi atâlete çevirmeye vasıtadır.

74- Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür.HAŞİYE

Haşiye: Hesapta malûmdur ki, darb ve cem ziyadeleştirir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde, darb ve cem, bilâkis küçültür. Sülüsü sülüsle darb etmek, tüsu’ olur, yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.

Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 459

***

Kâinatın mevcudatı, envâları en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder, birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücut teşkil ediyorlar ki, bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz.

Lem’alar, 30. Lem'a, 4. Nükte, s. 312

uhuvvet: Kardeşlik.

vahdet: Birlik.

ittihad: Birlik ve beraberlik.

imtizackârâne: Bütünleşmişcesine, kaynamışcasına. tesanüd: Dayanışma.

hâdim-i Hak: Hakka hizmet eden.

taksîmü’l-a’mâl: İşlerin paylaştırılması; iş bölümü.

tefâni: Kardeşlerin birbirinde fâni olması.

muavenet: Yardımlaşma.

tahfif: Hafifletme.

nâşir: Neşreden, yayan.

tehasüd: Hasedleşme, birbirini çekememe, kıskanma. vahid-i sahih: Gerçek birlik ve beraberlik.

cem: Toplama işlemi.

zam: Katma, ekleme.

darb: Çarpma işlemi.

sülüs: Üçte bir.

teanuk: Birbirine sarılma, kucaklaşma.

28.05.2008


Uzaylılar ve melekler

‘‘Vatikan Rasathanesi, ‘uzaylıların varlığına inanmanın inanca ters düşmediğini’ ifade etti. Rasathane müdürü bilim adamı Jose Gabriel Funes, L’Osservatore Romano gazetesine yaptığı açıklamada, kâinatın büyüklüğünün, Dünya’nın dışında başka hayat türlerinin olabileceği ihtimalinin bulunduğu anlamına geldiğini söyledi. Bunu düşünmenin inanca ters düşmediğini, çünkü uzaylıların da Allah’ın yarattıkları olduğunu belirten Funes, ‘uzaylıların varlığını dışlamanın, Allah’ın yaratma özgürlüğünü sınırlamak olacağı’ şeklinde değerlendirdi.” (Vatikan, aa, 15.05.2008)

Aslında Jose Gabriel Funes’ten çok daha önce, kâinatın büyüklüğünün, Dünya’nın dışında başka hayat türlerinin olabileceği ihtimalinin bulunduğu anlamına geldiğini söyleyen biri daha vardı: Bediüzzaman Said Nursî...

Bediüzzaman Hazretlerinin, daha asrın başlarında, Birinci Dünya Savaşı sırasında cephede ve at sırtında iken meşgul olduğu meselelerden biri de bu idi. O, uçsuz bucaksız kâinatta ufacık bir yer kaplayan mavi gezegenimizin bu kadar canlılarla dolu olmasından yola çıkarak; uzaydaki diğer gökcisimlerinde de, oraların şartlarına göre bir kısım hayat sahibi varlıkların olması gerektiğini akıl ve mantığın gereği görüyordu.

Şöyle diyordu o:

“Arzın (dünyanın), ecram-ı ulviyeye (büyük gökcisimlerine) nisbeten pek küçük ve süflî olduğu halde canlı mahlûkatla dolu olduğunu görüp âlemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin de o yüksek burçlarında, hayatlı sakinleri olduğuna kat’î bir şekilde hükmeder.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 245)

Demek ki, dünyanın dışında da yaşayan bir kısım canlılar vardı.

Gelgelelim günümüz bilim dünyası, bu gerçeğe kör kalıyor; hatta konuyla ilgili şöyle bir haber dahi geçilebiliyordu:

“Bilim adamları, Mars’ın yüzeyinde çeşitli derinliklerde yaptıkları kozmik radyasyon seviyesi ölçümlerinin ardından, yüzeyde ve birkaç metre altında hayatın varlığının, kozmik radyasyonun öldürücü miktarından ötürü imkânsız olduğuna karar verdiler...” (aa, 31.1.2007)

Canlılığı, sadece gördüğü ve bildiği şartlarda algılayan, hayat sahiplerini de bu şartlarda yaşayan varlıklardan ibaret gören ve öyle de telkin eden günümüz pozitivist bilim dünyası, vahyin ışığına göz kapamanın sonucu olarak bir o kapı, bir bu kapı derken sarıldığı ve mutlak bir gerçekmiş gibi takdim ettiği bu verilerden, bir bakıyorsunuz az bir zaman sonra, meselâ Mars’ta bulduğu bir hayat iziyle yine vazgeçiyor ve şöyle deniliyor:

“Bilim adamları, Kızıl Gezegen’in yörüngesinde iki yıldır dolaşan uzay aracı Mars Yörünge Fatihi’nin gönderdiği son fotoğraflarda iki kurumuş sıcak su kaynağı tesbit etti. Washington Post gazetesinin haberine göre, hayata imkân tanıyacak şartlara sahip bu iki sıcak su kaynağından şu anda su akmıyor, ancak milyarlarca yıl önce değil, ‘gezegen terimlerine’ göre, göreceli olarak kısa zaman önce, yani 10 milyonlarca yıl önce buralarda, sıcak su baloncukları fokurduyordu.” (aa, 30.4.2008)

Günümüz bilim dünyası, ancak zahirî bir takım deliller bulunca bazı canlıların (o da algıladığımız / bildiğimiz mânâdaki canlılar) yaşayabileceğine ihtimal vere dursun, vahyin ışığında kâinatı bir kitap gibi okuyan Bediüzzaman Hazretleri, bütün zamanlarda değişmemiş ve değişmeyecek olan “canlılık” gerçeğine şöyle dikkat çekiyordu:

“Mâdem şu bîçare perişan küremiz (dünyamız), sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesâba gelmez zevi’l-hayat (hayat sahipleri / canlılar) ile zevi’l-ervâh (ruh sahipleri) ve zevi’l-idrâk (idrak / anlayış sahipleri) ile dolmuştur; elbette sâdık bir hads (şüphesiz bir sezgi) ile ve kat'î bir yakîn (kesin bir bilgi) ile hükmolunur ki, şu kusûr-u semâviye (gezegenler) ve şu bürûc-u sâmiyenin (yıldızların) dahi kendilerine münâsip zîhayat (hayat sahibi / canlı), zîşuur (şuur sahibi) sekeneleri (sakinleri) vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nurânî sekeneler bulunur. Nâr (ateş), nuru yakmaz. Belki ateş ışığa meded verir.” (29. Söz, 1. Maksat, 1. Esas)

Evet, Cenâb-ı Hak, dilediği tarzda yaratmaya kâdirdir. Tıpkı Vatikan’ın da ‘Uzaylıların varlığını dışlamak, Allah’ın yaratma özgürlüğünü sınırlamak olacaktır’ sözüyle vurguladığı gibi. Cenâb-ı Hak, nasıl ki, suda yaşayacak özelliklere sahip balık gibi canlıları yaratıyorsa; meselâ Mars’ın yüzeyindeki kozmik radyasyonda yaşayabilecek bir takım canlılar da yaratabilir.

Ne dersiniz, sınırlı hayal gücümüzü zorlayarak çoğu kere ‘garip ve ürkütücü varlıklar’ olarak tasarladığımız ‘uzaylıları’, böylesi çirkin bir tasvir yerine, bir de, Kur’ân'ın isimlendirdiği şekilde imtihana tâbî cinler veya Allah’ın san'atını tefekkürle görevli melekler ve ruhânî varlıklar olarak düşünsek, daha yerinde ve anlamlı olmaz mı?

28.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır