Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Baykal’ın girdiği koridor

CHP lideri Baykal’ın girdiği koridor, demokrasi açısından gerçekten içinden çıkılmaz bir koridordur. Millet iradesi ile Anayasa Mahkemesi’ni karşı karşıya getirmek ve burada, çağdaş milli iradeyi “siyasi irade” diye uyduruk bir tanımlamayla dışlayıp, taa Cumhuriyet’in başlangıç günlerinden bir irade transferine kalkmak, sonra AYM’yi o irade ile bütünleştirmek, AYM’nin “Anayasa koruyuculuğu”nu, kutsal, değişmez bir metnin koruyuculuğu gibi görmek ve ardından AYM’ye yamanmak...

AYM’nin Millet Meclisi karşısında yaptığı her şeyi kutsamak... Bunu, CHP grubunca ayakta alkışlanan, ama unsurları asla birbiriyle buluşmayan bir boş belagatla yapmak... Hani sapla samanı birbirine karıştırmak diye bir şey var ya, Baykal tam da onu yapıyor. “Anayasa milli mücadeleye dayanıyor, kurucu irade odur ve tüm zamanların meclisleri, bu kurucu iradenin çizdiği ana şablona uymak zorundadır!” Tüm zamanlar... yani aradan 80 yıl da geçse, bin yıl da geçse...

Peki bu, gerçeğe uyuyor mu? Bir kere Milli Mücadele’nin formatında bugünkü CHP’nin ve AYM bakışının esamisi yoktur. Milli Mücadele bir İslam ve vatan savaşıdır, o gün, İslam ve vatan da birbirinden ayrılmaz iki değerdir. Alın okuyun şu sözleri:

“Müslümanlık Cumhuriyet’in temelinde var. Cumhuriyet’in başında Türkiye dine sarılmıştır. 1924 Anayasası’nın devleti tarif eden ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti bir İslam devleti olarak tarif edilmiştir. Ve 1920’de, Türkiye cumhuriyeti kurulmazdan önce Meclis, Büyük Millet Meclisi açılırken, 21 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın bütün ordulara ve vilayetlere gönderdiği bir tamim vardır. O tamimde, camilerde dua edilmesini, Kur’an okunmasını, Mevlid- i Şerif ve Buhari-i Şerif okunmasını ister.”

Sizce bu sözleri kim söylemiş olabilir? Devam edelim: “Bir defa Cumhuriyeti kuran Atatürk değil mi? Atatürk laik bir cumhuriyet kurmamış. Eğer şimdi TC devletinin kuruluşu yanlışsa o başka. TC devleti kuruluşunda dini olan bir devlettir.” Bu sözleri ne Tayyip Erdoğan söyledi, ne Bülent Arınç, ne Abdullah Gül... Anayasayı ihlalden ipe çekilen Menderes’in sözleri de değil bunlar.... Demirel’in sözleri... (1) Demek ki, milli mücadele safhasında hadise hangi zemindeymiş?

1924 Anayasasında “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi var ve orada AYM yok. 1937’ye kadar Anayasa’da laiklik de yok. AYM, bir ihtilal sonrasında, 27 Mayıs İhtilali ve 61 Anayasası’yla geliyor. Yani 61 Anayasası, Atatürk’ün anayasasını rafa kaldırıyor. Buna göre ya Anayasalar kutsal metinler değil, ya da ihtilalciler kutsal metin ihdas etme yetkisine sahipler....

Hoş 61 Anayasası da öyle kalmıyor. Onun üstünden 12 Eylül darbecileri geçiyor. 1982 Anayasası da, yüzde 92 oyla kabul edildiği günden bugüne, yani 26 yıldır, defalarca değiştiriliyor. 83 madde değişikliği yapılıyor ve bunların bir kısmı, AB’nin talepleri istikametinde gerçekleşiyor. Herkes biliyor ki, hala da bu Anayasada köklü değişikliklere ihtiyaç var. Şu son hadise, en çok “köklü bir anayasa değişikliği ihtiyacı” nı gündeme getirmiş durumda. Baykal Başbakan’a sesleniyor:

“Diz çök Anayasa önünde!” Niye? Teabbüd için. Bunlar kutsal metinler ya! Darbeciler kutsal metin falan dinlemiyor, AB bastırınca da kutsal metinlik kalmıyor. Yalnız, üç - beş başörtülü kız öğrencinin eğitim hakkı söz konusu olduğunda, hangi kutsala bağlı olduğu bilinmeyen bir kutsallık devreye giriyor ve AYM, kutsalı korumak için seferber oluyor. Bunlar gerçekten Türkiye adına dramatik hadiseler. Baykal bir ana muhalefet lideri, ama millet iradesine güveni yok.

28 Şubat’ı “TSK’yı en büyük sivil toplum örgütü” diyerek meşrulaştırmıştı, şimdi AYM’nin Meclis iradesini subjektif yorumlarla by-pass eden yaklaşımını, 80 yıl öncesinden bir irade transfer ederek meşrulaştırmaya yöneliyor. Bunun adı tabii ki demokrasi değil. Bunun adı, CHP’nin tek parti zihniyetinin her hal ve şart altında sürdürülmesi mantığı...

Halktan yeterli rey alamayan bir zihniyet, ya askeri darbe ile kendini var kılmak istiyor ya başka ikame kurumların iradeleri ile...

Böyle bir misyonun içine yargının sürüklenmesi, yargıya gerçekten telafisi zor bedel ödetiyor. Yargı hem “Millet adına” hüküm veriyor gözüküyor, hem de millet iradesini by-pass ederek millet vicdanında yara alıyor. Şu an Türkiye’nin en önemli gerçeği bu.

1.) Bkz. Demirel’in 1980 sonrası düşüncelerini derleyen İslam, Demokrasi Laiklik isimli kitaptaki mülakatlar)

Bugün, 12.6.2008

Ahmet Taşgetiren

13.06.2008


 

Bu bir darbedir

Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğini iptal eden ve yürürlüğünü durduran son kararı, daha önceki mahut ‘367 kararı’yla birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin rejimiyle ilgili olarak yepyeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Bu bir darbedir. ‘Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın açıkça kendisine yasakladığı yetkileri kullanmak ve Meclis’in tali kurucu iktidar yetkisini gasbetmek suretiyle yaptığı şey, aslında Anayasa’nın kendisini iptal etmektir. Bu durumda artık ‘Anayasa Mahkemesi’nin kendisi de ‘anayasal’ bir organ olmaktan çıkmış ve de facto egemen haline gelmiştir. Bu ‘yargı darbesi’nin Anayasa’nın askeri bir cunta tarafından yürürlükten kaldırılmasından özünde bir farkı yoktur. Askeri darbe kaba kuvvete dayanırken, bu darbe resmi mahkeme görüntüsünün saygınlığının kötüye kullanılmasına dayandırılmıştır. Bu biçimsel fark dışında, her ikisinde de sonuç aynıdır: Anayasal düzen ortadan kaldırılmıştır. Yeni fiili rejimi ‘yargı diktatörlüğü’ olarak tanımlayabiliriz. Bu rejimde ‘kuvvetler ayrılığı’nın yerini artık ‘kuvvetler hiyerarşisi’ almıştır. Bu hiyerarşinin tepesinde resmi adıyla Anayasa Mahkemesi yer almaktadır. Bu sistemde, demokrasi teorisi açısından artık bir ‘parlamento’ olarak adlandırılmasına imkán olmayan TBMM de bir ‘danışma meclisi’ne dönüşmüştür, tıpkı askeri darbe dönemlerinde olduğu gibi.

Bu yeni rejimin kaderi de bir yandan Avrupalıların öbür yandan da TBMM’nin benimseyeceği tutuma bağlıdır. Çünkü, demokratik siyaset imkánının ortadan kalktığı bir devlet hem Avrupa Konseyi üyeliği hem de Avrupa Birliği üye adaylığı ehliyetini kaybetmiş demektir. Onun için, Avrupalıların bu durumun gerektirdiği şekilde tavır almaları gerekmektedir.

TBMM’ye gelince, onun da bu darbe girişimini çeşitli şekillerde etkisiz kılma imkánı vardır. Çünkü, böyle bir rejim krizinde, bir olağanüstü durumda halk adına inisiyatif almaya yetkili olan yegáne organ Meclis’in kendisidir. Meclis ilk olarak, ‘Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını tanımadığını göstermek üzere hem kamuya hitap eden bir deklarasyon yayımlayabilir, hem de yürütme ve idareye bu kararı yok saymaları emrini verebilir. Eğer bunu yapamıyorsa, anayasal düzenin restorasyonunu sağlayacak bir ‘kurucu meclis’ oluşturmak üzere bir an önce halka gitmesi gerekir.

Bu noktada, Meclis içindeki muhalefetin bu meselede alacağı tutum son derece önemlidir. Açıktır ki, muhalefetin ‘Anayasa Mahkemesi’nin kararını desteklemesi ‘kendi bindiği dalı kesmek’ olur. Çünkü, son kararıyla ‘Anayasa Mahkemesi’ aslında iktidar çoğunluğunu değil, doğrudan doğruya Meclis’in kendisini hedef almış ve onun yetkisini tanımadığını ilán etmiştir. ‘Artık yasakoyucu da anayasa koyucu da Meclis değil benim’ demiştir. Bu yargı darbesine sessiz kalarak koltuklarında oturmaya devam edenler demokratik meşruluklarını yitireceklerdir.

Bu iptal kararından sonra siyasi aktörlerin yanında Mahkeme’nin sürekli azınlıkta kalan iki üyesinin de yapması gerekenler vardır. Onların yerinde ben olsam şöyle düşünürdüm: ‘Madem ki, burada kararlar, neredeyse hiç şaşmaksızın, hep çoğunluğun ideolojisi doğrultusunda çıkıyor ve hukuk bu çoğunluğu hiç ilgilendirmiyor; o zaman bizim burada durmamız bir tek şeye, bu durumu meşrulaştırmaya yaramaktadır. Bu durumda ahlaken en doğru olan istifa etmektir.’

Star, 12.6.2008

Mustafa Erdoğan

13.06.2008


 

Küçük Ortadoğu Projesi?

Şu satırları okuyalım:

“Türkiye Ortadoğu’yu karanlık oyunlar sonucu kaybetti. Geriye dönüşü de hiç düşünmedi. Yıllarca Ortadoğu ve Türkiye dargın yaşadı.”

Bu sözler de Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ergin Saygun’a ait...

(...)

Org. Saygun’un konuşmasında, basının fazla dikkatini çekmeyen şu cümlelerin altını çizelim:

“Büyük Ortadoğu Projesi bölge halkının derdine derman olmadı. Bir sorunlar yumağı ve sorun kaynağı haline geldi.”

4 yıl önce proje ortaya atıldığında Org. Saygun, TSK’nın NATO temsilcisi sıfatıyla “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi takdire şayan... Politikalarımızda derin etkisi olacak” demiş ve eklemişti:

“Ancak halen projede belirsizlikler var. Karanlık noktalar aydınlanmalı...”

* * *

O karanlıkları, zaman aydınlattı.

Çuval olayından, Irak’taki gelişmelere kadar pek çok unsur, kuşkuları doğruladı. Org. Saygun da son konuşmasında Armed Forces Journal’de yayımlanan parçalanmış Türkiye haritasına ve ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın “Yeni Ortadoğu’nun şekillenmesinin zamanı geldi” sözüne atıf yaptı.

Sonra da adeta bölgenin eski hükümranından kalan derslerle konuştu:

“Bölge insanının ihtiyaçlarından kaynaklanmayan, sosyal dokularına uymayan, kendilerine fayda sağlayıp sağlamayacağı belli olmayan, mevcut devlet yapılarının mesafeli durduğu, tamamen dış kaynaklı bu tür projelerin beklenen sonuçları vermesi de zaten mümkün görülmemektedir.”

* * *

(...)

Türkiye şimdi bölgede yeni bir rol deniyor.

Suriye ile İsrail arasındaki arabuluculuk çabası, gerçekten iki tarafla da iyi ilişkileri olan bir ülkenin bölgede ağırlık oluşturma çabası mı, yoksa yeni bir süper planın parçası mı; bunu zaman gösterecek.

Şimdilik önemli olan, “Ortadoğu’nun tümü için geçerli bir emperyal model olamayacağını, Ortadoğu halklarına rağmen bir çözüm dayatılamayacağını” başta ABD olmak üzere herkesin anlamış olması...

Pahalı ama kıymetli bir derstir bu...

Milliyet, 12.6.2008

Can Dündar

13.06.2008


 

Cumhuriyeti korumak

İddiaya bakılırsa cumhuriyeti, demokrasiyi, insan haklarını korumak adına saltanat kaldırılmış ve yerine cumhuriyet ilan edilmiş. Ama ilan edilen cumhuriyetin saltanattan pek farkı olmamış. Seçim göstermelik, siyasi partiler yok, son tahlilde önce birinci adamın, sonra ikinci adamın dediği oluyor.

İnsan hak ve hürriyetlerine dayalı, halkın etkili bir şekilde yönetime katıldığı, milli iradenin başka bütün iradelerin üstünde olduğu demokrasi ve yasama, yürütme ve yargının da hukuka tabi olması ve –antidemokratik kanunların değil- hukukun hakim olması manasında hukuk devleti bugüne kadar hiç oluşmamış.

“Cumhuriyetin ilanından önce sultan seçimle değil, verasetle tahta çıkıyordu ve sultanın dediği oluyordu” iddiası da bizdeki –özellikle 1950 den önceki- cumhuriyet uygulaması ile mukayese edildiğinde fazla anlam taşımıyor. Çünkü bu dönemde de cumhurbaşkanını ne halk seçmiş, ne de halkın gerçek manada oy vererek meclise gönderdiği ve kendilerini temsil eden milletvekilleri seçmiş. Her şey belli şahısların iradeleri ve talimatı ile gerçekleşmiş.

Hasılı cumhuriyet denmiş ama bir manada saltanat devam etmiş, 1950 den sonra da demokrasi denmiş ama gerçek manada demokrasiye izin verilmemiş.

Peki niçin?

Halka güvenilmediği ve gerçek demokrasiye geçildiği takdirde “teokratik saltanatın” geri gelmesi ve cumhuriyetin yıkılması tehlikesi bulunduğu için.

Bu tehdit, bu tehlike ne kadar gerçeğe uygun?

Bütün sosyal alan ve kamu oyu araştırmaları şunu gösteriyor:

Bu halkın iradesi hakim olduğu takdirde ülkeye teokratik saltanatın gelmesi ihtimali (tehdidi, tehlikesi) itibar edilmeyecek kadar zayıftır.

Ama 1950 seçimlerinden beri halkın ortaya koyduğu açık, seçik ve kesin irade şudur: Ülkede tek parti sultası olmasın, halkın iradesine ipotek koyacak, onu askıya alacak, etkisiz kılacak bir düzen, bir müdahale olmasın, cumhuriyet ve demokrasiyi koruma bahane dilerek genel olarak özgürlükler ve özel olarak da din özgürlüğü ortadan kaldırılmasın, lüzumsuz yere kısıtlanmasın, hak eden her vatandaş hak ettiğini elde etsin, kimse imtiyazlı olmasın, ülkenin serveti adil dağıtılsın, millet boynu bükük olmasın, izzetinden taviz vermek mecburiyetinde kalmasın...

Cumhuriyeti kuran iradeyi temsil ettiklerini ve bu iradenin ürününü koruduklarını iddia eden mesela CHP zihniyet ve tutumundaki seçilmişler veya atanmışlar hiçbir zaman milletin iradesini temsil edemediler ve beklentilerine cevap veremediler. Durum böyle olunca da millet iradesiyle iktidar olamadılar. Geriye bir takım bahaneler, istismarlar ve hileler ile millete rağmen hakim olma yolu kaldı, bunu da fırsat bulduklarında yaptılar ve yapıyorlar.

Birkaç gün önce bir tv yayınında, bir anayasa hocasına şunu soruyorlar: “Bu apaçık hukuk ve demokrasi dışı davranışlar, kararlar ülkeye ve millete bunca zarar verirken buna bir dur deme imkanı, bu zararlara sebep olanlar için bir müeyyide yok mudur?

Cevap:

Hayır, maalesef yoktur.

Biz de bunlara ceza verilsin filan demiyoruz. Ama on dört milyon seçmene, halkın yüzde yetmişinin irade ve talebine karşı ya kendisi veya sonucu siyasi olan kararlar alan adlî mercilerin yanlışlarının bir şekilde engellenmesini zorunlu görüyoruz. Ve bu sebeple tedbir teklifimizi bir daha söylüyoruz: Aşağıdan yukarıya idare mahkemeleri ile anayasa mahkemesinin kararları yasama veya yürütme ile çatışırsa sonucu halk söylemeli, belli sayıdaki hakimin değil, halk çoğunluğunun dediği olmalıdır.

Bu olmadığı takdirde düzenin adı ne olursa olsun demokratik cumhuriyet değildir ve cumhuriyet korunmuş olmamaktadır.

Yeni Şafak, 12.6.2008

Hayrettin Karaman

13.06.2008


 

“Haydi güle güle”!

ABD Başkanı George V. Bush’un 4 ülkeyi kapsayan 7 günlük Avrupa turu, Amerikan yetkililerinin deyişiyle, yaşlı kıtaya “veda” niteliğini taşıyor. Gerçekten bu, Bush’un Başkan sıfatıyla Avrupa’ya yaptığı “son ziyaret”...

Avrupalılar açısından ise bu gezi, Bush’a “Haydi güle güle” demek fırsatını veriyor. Açıkçası Bush, giderayak farklı bir tavır takındığı halde, Avrupa’da -özellikle kamuoyunda- sevilmiyor. Bu bakımdan Avrupalılar, Bush’un görevi yakında sona ereceği için memnun ve ondan sonraki dönemde ABD ile Avrupa’nın daha iyi anlaşabildikleri konusunda umutlu...

Eğer Başkan Bush, şimdi söylediklerini çok daha önce söyleseydi, kuşkusuz Avrupalıların onun hakkındaki fikri de başka olurdu.

Bush daha işin başında dünya meselelerinde bildiğini okuyan, en yakın dostlarının düşüncelerini ve kaygılarını dikkate almayan kibirli, hatta küstah bir tavır içindeydi. İzlediği politikalar “tek taraflılık” (unilateralism) esasına dayalı idi. Bunun en kötü örneği, Atlantik’in iki yakası arasında bir uçurum yaratan Irak’ın işgali sırasında ve sonrasında görüldü.

Son pişmanlık...

Şimdi aynı Bush, bu gezisinde, bazı hatalarından söz ediyor, hatta Avrupa ile çeşitli konularda beraber hareket etmek isteğini -”multilateralism” terimi kullanarak- dile getiriyor.

Bush’un “pişmanlık”, itirafı Irak politikası ile ilgili; ama üzüntüsü daha çok geçmişte kullandığı ifadeler, yani onun deyişiyle “retorik ve ton” konusunda... Yoksa, dün de Berlin’deki basın toplantısında belirttiği gibi, Saddam rejimini devirmeye yönelik müdahalesi, yani Irak’ı işgal politikası hakkında değil...

Herhalde o zaman kendinden yüzde yüz emin, kibirli ve inatçı davranmasaydı, bu arada başkalarının söylediklerine kulak verseydi, Avrupa’da da -dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi- bu kadar düşman edinmezdi.

Şimdi Ortadoğu’dan Afrika’ya, küresel ısınmadan mali krize kadar çeşitli dünya meselelerinde Avrupa ile birlikte hareket etmek istediğini belirten Bush, eski “unilateralist” davranışından ne kadar uzaklaşacak?

Gerçi Bush’un Beyaz Saray’daki günleri artık sayılı, ama yeni seçilecek başkanın görevi devralacağı önümüzdeki ocak ayına kadar karar bekleyen pek çok uluslararası sorun var.

İran bunlardan biri. Başkan’ın bu gezisinde Avrupalı muhataplarıyla görüşmelerinin başlıca odak noktası da bu.

Ayrılık ayrıntıda

Bush, seyahetinin ilk durak noktası olan Slovenya’da AB lideriyle görüşmelerinde İran konusunda, ortak bildiride de yer alan bir mutabakata vardı.

Buna göre, İran’ın nükleer silah programından vazgeçmesi ve tesislerini dürüst biçimde uluslararası denetime açması için, diplomatik çabalara hız verilecek. (AB’nin “Dışişleri Bakanı” konumundaki Javier Solana pazar günü bu amaçla Tahran’a gidecek). Ancak bu girişimlerden sonuç alınamazsa, “ek yaptırımlar” uygulanacak. Yani İran daha ağır siyasal ve ekonomik baskılara hedef olacak...

Bu “genel” mutabakat pratikte nasıl hayata geçirilecek? Diplomatik çabalar için öngörülen süre nedir? Eğer diplomasiyle sonuç alınamazsa, bütün Avrupa ülkeleri yaptırım kampanyasına katılacak mı?

Dünkü basın toplantısından Başkan Bush’un ve Şansölye Merkel’in söyledikleri, bu konuda ortak bir eylem planının bulunmadığını gösteriyor. Açıkçası Avrupalılar, Bush’un “atak” duruşuna oranla çok daha temkinli bir tavır içindeler. Sadece bu meselede değil, diğer Ortadoğu sorunlarında da öyle...

Milliyet, 12.6.2008

Sami Kohen

13.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır