Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Sıcağın şiddeti, Cehennemin kaynamasındandır. Cehennem, Rabbine şikâyetini şöyle arz etti: “Ya Rab, ben beni yiyiyorum, izin ver.” Allah da iki defa nefes almasına izin verdi. Nefesin biri kışın, diğeri yazın. En çok maruz olduğunuz sıcak ile sizi en ziyade üşüten zemherir işte budur.

Buhârî, Kitâbu Mevakiti's-Salât

20.06.2008


Hakikî ve büyük vazifeler unutulmasın!

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Meyve’nin Dördüncü Meselesindeki bir hakikatin izahını eski Said’in afaka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hadisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerifteki kıymettar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki, o geniş ve karışık fırtınalı hakikatin kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev’înde, Risâle-i Nur şakirtlerinin meraklarını tadil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mesele çok geniş, vaktim de dar, halim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Meyvenin o Dördüncü Meselesinde denilmiş ki:

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” mealinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve afaki hadisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan biçareler! Eğer “İnsanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin, farz ve lâzım vazifeniz zararına o hadise, o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevidir, fıtrîdir” derseniz, ben de derim:

Kat’iyen biliniz ki, insanın, çok mu’cizâtlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemâl-i merakla temâşâsına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev-î beşerin muvakkat ve fânî, tahripçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev’î gibi çok hâdisât-ı acîbeye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm tâifesine baksan, bu nev-î beşerdeki hâdisâtın yüz defa daha mûcib-i merak ve rûhânî, mânevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakîkî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevkle bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler dâimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakîkî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î... Ondaki zarar ve menfaati, o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhîtten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin O'nun tasarrufunda ve senin cismin O'nun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin rubûbiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihâyetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divânelik olduğu târif edilmez.

Hem imân ve hakîkat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakîkî vazîfe-i insâniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş dâire ise siyâset dâiresidir. Hususan böyle umûmî ve mücâdele sûretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir imân lâzım ki, her şeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbâniyenin izini, eserini görsün, ta o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, imân sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Emirdağ Lâhikası; s. 52

afak: Bütün dünya, gözle görülen âlem.

malayaniyat: Mânâsız, faydasız, boş şeyler.

fıtrî: Yaratılışa ait, yaratılışla ilgili.

hilkat: Yaratılış.

nev-î beşer: İnsanoğlu.

mûcib-i merak: Merakı gerektiren.

Zât-ı Akdes: Her türlü kusur ve noksandan uzak olan zât; Allah.

Bahr-i Muhît: Büyük Okyanus.

zulm-ü zulmet: Karanlıklı zulüm.

20.06.2008


Nur literatüründe üç kelime: Talebe, kardeş ve dost (3)

Hulusi Bey, Bediüzzaman’ı görmeden epey zaman önce Sözleri (risâleler) yazmaya başlamıştır. Sözler'de geçen temsiller Hulusi Beyin yaptığı görevle yani askerlikle ilgili temsillerdir. Burada Bediüzzaman, Hulusi Beyin aynı vazifesiyle muvazzaf bir “şahs-ı mânevî”den söz etmektedir. Hulusi Bey o tarihlerde Eğridir’de muvazzaf subaydır. Hulusi Bey, Bediüzzaman’ı görmese de ona muhatap olmuştur. Bu sırlı durumu Bediüzzaman şöyle özetler:

“Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenâb-ı Hak bana hizmet-i Kur’ân ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.”

Bunu daha sonra Hulusi Beye yazdığı bir mektupta şöyle açıklamaktadır:

“Ben Sözleri yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuûnât-ı askeriye nev’inde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum, neden böyle yazıyorum? Sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin.”8

Birinci Söz’ün başında şu cümleler yer almaktadır:

“Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca avam lisaniyle nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.” 9

Hulusi Beye, "Birinci Söz’ün başında bu şekilde bahsedilen asker siz misiniz?” şeklinde sorulan soruya verdiği cevap şudur:

“Bu dersi, Üstad ben kendilerini ziyaret etmeden evvel yazmış. Burada bahsedilen asker ben değilim. O asker, mânevî bir şahıstır. Daha sonraları askerlerden kendilerine talebe olacak kimseleri mânen hissederek öyle yazmış.”

Bediüzzaman, Sabri Efendi için şu sözleri kullanır:

“Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havâlide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki, o da bir Hulûsi-i Sânîdir, müntehaptır. Cenâb-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaş tayin edilmiştir.”

Bediüzzaman'ın burada "fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim” dediği ‘nişan’ın ne olduğu, ayrı bir mektupta biraz daha beliriyor:

“Sıddık Sabri, senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman bir hiss-i kablelvukuyla kalbime geldi: Bu zat mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun.”10

Sabri Efendinin de ayak parmaklarının ikinci ve üçüncüsünün, Bediüzzaman'ın ayak parmakları gibi birbirine yapışık bir şekilde olduğu anlatılıyor.11

Sabri Efendi, bütün talebeler içerisinde Bedizzaman'a karşı akrabalıktan daha ziyade bir yakınlık hissetmiştir. Kısa sürede hizmette aldığı yol buna şahittir.

Daha sonraki mektuplarda göreceğimiz gibi Sabri Efendinin bir unvanı da “Santral Sabri”dir. Hizmetteki kıdemi Hulusi Beyden sonra geldiği için burada ikinci Hulusi anlamına “Hulusi-i Sâni” denilmiştir. O, Bediüzzaman’a hem talebe, hem Kur’ân hizmetinde arkadaştır.

Burada “tayin edilmiştir” diyerek bir sırra daha dikkat çekilmektedir. Tayinde kişilerin iradesi yoktur. Yani burada Bediüzzaman kadar Sabri Efendinin de iradesi söz konusu değildir. Tayinlerin makamı yukarıdır. Bu bir “ihsan-ı İlâhî”dir. Allah tarafından bir görevlendirme söz konusudur. Allah’ın ihsanı lâyık olana verilir. Tayin olan yerde inayet (yardım) de söz konusudur. Risâlelerin değişik yerlerinde tekrar edilen “Biz inayet altındayız” sözü dikkat çekicidir. Kâinatta tesadüf yoktur.

5- Bediüzzaman, şahsına yapılan “takdirat ve medhi” kabul etmemektedir. Fahr ve gurura medar olduğu için şiddetle nefret edip korkmaktadır. Fakat kendini Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı ve hizmetkârı kabul ettiğinden, o kudsî vazife noktasında takdir ve medihleri kabul etmektedir. Çünkü o takdirler ve medihler nurlu Sözlere (risâlelere), doğrudan doğruya iman hakikatlerine ve Kur’ân sırlarına ait olduğu için onu müftehirâne değil, Cenâb-ı Hakka karşı müteşekkirâne kabul etmektedir. Hulusi Bey ve Sabri Efendi, bu hakikati herkesten çok anlamışlardır. Onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle takdir ve medih yazmışlardır. Yapılan hizmetlerde yapmacılık yoktur. İhlâs başta gelmektedir.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız sebeplerden dolayı Hulusi Beyin ve Sabri Efendinin mektupları risâlelere dâhil edilmiştir. Bediüzzaman, bu iki Nur talebesine “Cenâb-ı Hak bunların emsâlini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-i haktan ayırmasın” diye duâ etmektedir.12

Bediüzzaman, mukaddemeyi şu mealdeki duâ ile tamamlar:

“Allahım, sevdiğin ve razı olduğun şekilde kendisine Kur’ân’ı indirdiğin zat (gece ve gündüz değiştikçe, ay ve güneş döndükçe ona salât ve selâm eyle) hakkı için, bizi, bu ikisini ve benzer kardeşlerimizi Kur’ân ve imân hizmetinde muvaffak kıl.”

Mukaddemede doğrudan veya dolaylı, açık veya gizli olarak ihlâs, tesanüd, uhuvvet, sadakat, teavün, sebat gibi hizmet prensiplerine işaret edilerek Nur talebelerine yol haritası çizilmektedir.

Mukaddemeyi çok sırların gizlendiği bir yazı olarak gördüm. İçine girmeye çalıştım. Girdim diyemem. Kapıyı ısrarla çaldım. Allah’ın yardımıyla ileriki mektuplarda kapıların aralanacağı ümidindeyim.

Dipnotlar:

8- Barla Lâhikası, s. 132

9- Sözler, s. 11

10- Kastamonu Lâhikası, s. 28

11- Son Şahitler, cilt: 1, s. 291

12- Barla Lâhikası, s. 20-21

—SON—

20.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır