"Gerçekten" haber verir 23 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bizim darbecilere Pakistan dersleri

Bir darbeci daha kaybetti sonunda; Pakistan’ın darbecisi Pervez Müşerref. İstifa etti. ‘Ne yaptımsa ülkem için yaptım’ demiş Müşerref. Doğrudur, bizimkiler de böyle söylüyor; fiili darbeciler de, darbe girişimcisi Ergenekoncular da...

Silâh zoruyla işgal ettiği makamdan ‘istifa’ ile ayrılmak ‘abes’ olsa da Müşerref’in ‘istifa etmek zorunda kalması’ndan darbe heveslilerinin alacağı dersler var.

Yönetim hakkının doğrudan halka dayandığı ve halktan alındığı kabulüne dayanan bir demokratik mekanizma olan seçimler ile zorbaların el koydukları iktidarlar bir arada olamıyorlar. En basit halinde bile ‘seçim’in varlığı, seçim dışı yollarla iktidara gelenleri ve halk iradesi dışında başka güçlere (örneğin silaha) dayananları gayri meşru hale getiriyor, iktidara tutunamaz hale getiriyor. Müşerref’in sonunu hazırlayan da bu. İkisi bir arada olmuyor. Halk iradesine dayananlar, sonunda silahına güvenenleri yeniyor.

Pakistan’daki gelişmeleri doğru dürüst okuyamayanlar ‘ılımlı İslam’ projesinin sonuna gelindiği yorumlarında bulundular. Kitabı doğru yerinden okumak gerek; Pakistan’da ‘ılımlı İslam’ projesi değil bir darbecinin iktidarı sona erdi.

Meşruiyetini halktan almayan bir iktidarın Doğu toplumlarında da sürdürülebilir olmadığı anlaşıldı. Müşerref, iktidarını gönüllü olarak bırakmadı, çekilmeye zorlandı. Şubat ayında yapılan seçimleri kazanan muhalif partiler, Benazir Butto’nun bıraktığı yerden yola devam ettiler; demokrasiyle bir darbeciden rövanşı aldılar. Kasım ayında bir suikasta kurban giden Benazir Butto ne demişti? ‘En iyi rövanş demokrasidir’. Sonuç; halk iradesine dayanan ‘meşru’ bir sivil siyasal ‘direniş’ silahlı zorbaları durdurabilir.

Ayrıca mevcut uluslararası sistemin meşruiyetini halktan almayan, dolayısıyla istikrarlı ve meşru bir politik zemine dayanmayan rejimleri kaldıramadığını da not etmek gerek. Son bir yıldır Batı’nın çok yakın müttefiki olmasına rağmen Müşerref’in maruz kaldığı uluslararası baskı bunaltıcıydı. Eski muhalif liderlerden Benazir Butto ve Navaz Şerif’in Pakistan’a dönmesine izin vermesi ve serbest seçimlerin yapılmasına razı olması ‘Batılı müttefikler’den gelen taleplerle paraleldi.

Bunların arasında özellikle ABD’nin rolüne bakmakta fayda var. Amerika’nın müttefikleri arasında ABD’ye rağmen darbe olması pek vaki değildir. On yıl önce Müşerref’in bir darbeyle iktidara geldiği Pakistan için de bu geçerli. ABD desteğinin özellikle 11 Eylül 2001 sonrası doruğa çıktığını biliyoruz. Müşerref, Afganistan’da Taliban’ı ABD’nin yok etmesi için tüm desteği vermişti. ABD ile pekiştirdiği ittifak ilişkisinde hem Pakistan’ın jeopolitik konumunu, hem de Taliban tarzı rejimlere karşı ortak mücadele stratejisini gayet iyi satmıştı. Ama nereye kadar? Ne İslamcılıkla mücadele ne de Pakistan’ın jeopolitik konumunu pazarlamak Müşerref’i kurtaramadı.

Kısaca, küresel ve ulusal dinamikler darbeci rejimlere hayat hakkı tanımıyor. ‘Dünya sistemi’ darbe rejimlerini kaldırmıyor. Hele Türkiye gibi dünyanın en büyük 15. ekonomisi olan, yılda 20 milyar dolar yabancı sermaye çeken, dünya ile yıllık ticareti 300 milyar doları aşan bir Türkiye’de darbe düşünmek çılgınlık. Ne Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal dinamikleri taşır darbeyi ne de uluslararası sistem. Ergenekoncuların başarısızlığının gerisinde yatan da bu. Ama ‘çılgın Türkler’ tipolojisinin bir ‘proje’ olarak pompalandığı bu ülkede çılgınlık eksik olmayabilir. Ama bu çılgınların sonu en iyi Müşerref gibi olabilir; bırakıp gitmek. Ama belli olmaz daha, bakarsınız Pakistan, Müşerref’i yargılar, biz Kenan Evren’i yargılayamadık ama...

Türkiye’nin ‘akıllı darbecileri’ işi fiili darbeye getirmeden ‘vesayet’ rejiminin devamı yönünde bağlamaya çalışabilir. Bu mümkündür de. Nihayette sonuç, siyasilerin nasıl bir tavır sergileyeceğine bağlıdır. Soru şu; Pakistanlı siyasetçiler sistemin başında darbeci Müşerref’e tahammül göstermezken bizim siyasetçiler vesayete razı olur mu, halk buna razı olan siyasetçilere tahammül gösterir mi?

Zaman, 22 Ağustos 2008

İhsan Dağı

23.08.2008


 

Bıçak sırtında Türkiye

Türkiye bir kez daha bıçak sırtı diye adlandırılabilecek bir süreçten geçiyor.

Bıçak sırtı kavramının da belirttiği gibi meselenin bir umut veren, bir de tehlike dolu iki yanı mevcut.

Önce isterseniz bıçak sırtının tehlike dolu yanında neler var, onlara bir göz atalım.

Küresel krizin boyutlarının daha da artması, her an yeni sevimsiz sürprizler üretmesi mümkün; çok önemsenmesi gereken isimlerin batı kapitalizminin içinden geçtiği sorunun 1930 sonrası dünyanın en büyük ekonomik krizi olduğunu telaffuz etmelerini ciddiye almak lazım.

Kriz daha da derinleşebilir, bu kriz beklenenden daha uzun sürebilir ve Türkiye’ye etkileri de en iyimser insanları bile şaşırtıcı bir boyuta gelebilir.

Ortada çok ciddi bir enflasyonist baskı vardır ve bu enflasyon baskısı sürdüğü ölçüde çok yüksek enflasyon hafızası hala taptaze olan türklerde sonuçlar beklenenden de vahim olabilir.

Enflasyon yeniden kontrol dışı kalırsa bu durumun tüm ekonomik verileri, başta büyüme ve istihdam olmak üzere olumsuz etkilemesi kaçınılmaz olacaktır.

Küresel krizin etkilerini hafifletmemizi engelleyen hatta bir ölçüde daha da ağır hissetmemize neden olabilecek en önemli mesele kanımca Türkiye-AB ilişkilerinin içinden geçtiği rehavet sürecidir; Sarkozy ya da Merkel gibi çapları konusunda ciddi kuşkular olan siyasetçilerin tümüyle kendi iç politik piyasalarına yönelik ürettikleri Türkiye karşıtı mesajları bizlerin gereğinden fazla ciddiye almamız da alevi körükleyebilmektedir.

Türkiye’nin AB konusunda 2003 ve 2004 senelerinde yaptığı atılımların yaklaşık 2005 ortalarından bu yana durduğunu söylemek çok yanlış olmayabilir; Dışişleri Bakanı ve başmüzakereci Sayın Babacan’a Mehmet Ali Birand ile yaptığı mülakatta verdiği ‘2008 AB yılı olacaktır’ sözünü bir kez daha hatırlatmak isteriz.

Doğrudur, parti kapatma girişimi bu tür süreçleri zorlaştırmıştır ama AB yolunda atılacak radikal adımların da benzer süreçlerin yeniden yaşanmaması ya da yaşatmak isteyenleri komik duruma düşürmek için en iyi olanaktır.

İçeride yaşanan siyasal çalkantılar da küresel krizi rahatlıkla ya da en az tahribat yaratabilecek biçimde karşılamamıza engel olmaktadır; Türkiye’nin yaklaşık 2007 senesinin başından beri bekleme modunda olduğunu da görmek gerekiyor ve artık bu saçma konuları geride bırakıp yeniden gaza basmanın tam zamanıdır.

Bu konjonktürel konulara ilaveten Türkiye’nin bıçak sırtının tehlike yanında başka çok önemli yapısal sorunları da var; eğitim kalitesi ve kantitesi, tarım, rekabet problemi ilk planda akla gelenler.

Bıçak sırtının daha umut veren yanında ise Türkiye ekonomisinin 26 çeyrekten beri süren büyüme sürecinin getirdiği bir dinamizm var; tüm yapılması gerekenler de zaten bu dinamiğin kırılmaması için.

Küresel piyasaların bize, bizim kendimize baktığımızdan hâlâ daha olumlu bakmaları da çok önemli bir artı puan; içeride atacağımız bir-iki dünyayla bütünleşme yolunda radikal adımın bu olumlu bakışı daha da kalıcı kılacağı kesin.

Bir zamanlar ülkenin en yapısal ve en önemli sorunu olan bütçe disiplinsizliği zihniyet ve uygulamasının çok büyük ölçüde aşılmış olması, bütçe açıklarının Maastricht kriterlerinin altında çıkması bugün için, küresel krize rağmen sistemin en büyük, taramayan çıpası olarak durmaktadır.

Bir açıdan bakıldığında olumsuz manzara veren Türkiye-AB ilişkileri aslında başka bir açıdan baktığınızda da ülkenin en büyük avantajı niteliğinde; batı ekonomilerinin için bulunduğu kriz ortamında birilerinin ellerinde biriken büyük fonların gelişmekte olan ülkelere plase edileceği kesin ve AB müzakere sürecinde Türkiye, şayet biz elimizden geleni, Sarkozy ve Merkel’e kulak asmadan yaparsak, bu kaynakları çekmek için en güçlü adayların başında.

Bunun için de hukuk devleti inşa sürecinin hızlanması yani AB ilişkilerine gaz vermek gerekiyor.

Siyasal iktidarı bekleyen en önemli mesele bu bıçak sırtı durumda Türkiye’yi olumlu yöne itmek için reformlara hız vermesi; mesela TBMM tatilden erken geri çağırılıp yeni anayasa ve Katılım Ortaklığı Belgesi süreçlerine ivme kazandırılırsa bıçak sırtının olumlu tarafına geçme ümidi de artar.

Ertelenen reformlar krize davetiye çıkarmaktır ve kriz de Ergenekon’un beslendiği en büyük bataklıktır.

Star, 22 Ağustos 2008

Eser Karakaş

23.08.2008


 

Genelkurmay, Savunma Bakanlığına bağlandığında...

Aynı gönülde barınması imkânsız iki sevda...

Biri diğerinin önünü kesmeye mahkûm iki heves...

Biri bitmedikçe diğeri başlayamayacak olan iki ilişki...

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefiyle, ‘nevi şahsına münhasırlık’ iddiası arasındaki çelişki tam da böyle tarif edilebilir.

Son kullanım tarihinin çoktan geçtiğini nedense bir türlü idrak edemediğimiz “...ama bizim kendimize özgü koşullarımız var” mazereti, Avrupa Birliği’ne uzanan yolda karşımızdaki en büyük engel belki de.

Üye ülkelerle aramızdaki iktisadi mesafeyi kapatmak da, Avrupa’da mevcut kültürel önyargıları aşmak da zaman içinde mümkün...

Ama zihniyetimizdeki “nevi şahsına münhasırlık” engelini ve bunun siyasi sistemimizdeki tezahürlerini aşamadıkça “Avrupalı” olamayız, olmayacağız.

Bu tezahürlerin başında, sivil-asker ilişkileri geliyor.

Türkiye, sivil-asker ilişkilerini “sil baştan” yeniden düzenlemedikçe Avrupa Birliği’nde kabul görmeyecek.

***

Avrupa Birliği hevesini yaklaşık üç yıldır derin dondurucuya kaldırmış izlenimi veren AKP hükümeti, kapatma davasının “hayırlısıyla” bitmesi ardından bu konuda önemli bir adım atarak, üyelik sürecinde “yol haritası” işlevi gören Ulusal Programlar'ın üçüncüsünü açıkladı.

Metinde, önceki iki Ulusal Program’da yer verilmeyen bir başlık var:

“Sivil-Asker İlişkileri...”

(...) bu başlıktaki dört önemli vaadi kısaca şöyle sıralayabilirim:

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin harcamalarının demokratik denetimi...

Askerî mahkemelerin görev ve yetkilerine demokratik sınırlar getirilmesi...

İç güvenlik hizmetinin sivil iradeye tabi kılınması...

Ve Milli Güvenlik Kurulu’nun, sivil yönetimin emrinde bir danışma organı olmaktan öte işlev üstlenmemesi...

Bu dört vaatten sonuncusu, gerçekleştirilmiş bir reformun etkin şekilde uygulanmasını öngörüyor; ilk üçüyse henüz hayata geçmemiş temel reformlara işaret ediyor.

Bu üç reformun gerçekleştirilmesi şu anlama gelecek:

Askerî mahkemelerin, sivilleri yargılamaya yönelik her türlü yetkisi kaldırılacak; sadece askerlik işleviyle ilgili davalara bakmakla sınırlandırılacaklar...

Ayrıca, askeriyenin harcamaları üzerinde Meclis’in ve Sayıştay'ın denetimi esas olacak; savunma bütçesi şeffaflaşacak, ve vergilerimizle bu bütçeyi karşılayan bizler paramızın nereye harcandığını bileceğiz...

Dahası, iç güvenlik hizmetinin sivil iradeye tabi kılınması için Jandarma’nın doğrudan İçişleri Bakanlığı’na bağlanması gerekecek...

***

AKP hükümetinin, bu reformları hayata geçirmek için ciddi çaba göstermesi ve Türkiye’nin, Avrupa Birliği üyelerindekine eş bir demokrasi olmayı hak ettiğine inanan bütün siyasetçilerin, askerlerin, sivil toplum ve medya temsilcilerinin, hükümeti bu çabada desteklemesi gerek.

Ancak, son tahlilde, Türkiye’yi sivil-asker ilişkileri bakımından “nevi şahsına münhasır” bir ülke olmaktan çıkarıp bir Avrupa demokrasisine dönüştürmeye yönelik bu çabanın hedefine ulaşması için, bence biraz daha “somut” konuşmalıyız.,

İç güvenlik hizmeti üzerinde sivil denetim sağlanması, Jandarma’nın Fransa’daki gibi İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını şart kıldığına göre, Ulusal Program’ın yapmadığını yapıp, bunu bu açıklıkla söyleyebilmeliyiz örneğin.

Ve yine, askerî bütçenin denetimi için gerekli adımın adını koyabilmeliyiz.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptığı harcamaların hesabını, parlamenterlere ve onlar üzerinden halka vermesi gerektiğini savunuyorsak, bunun ancak tam bir şeffaflaşma ile mümkün olduğunu ifade etmeliyiz.

Böyle bir şeffaflaşmanın, Meclis ve Sayıştay denetiminin kâğıt üzerindeki varlığıyla garantilenemeyeceği aşikâr.

Genelkurmay’ın hem Savunma Bakanlığı’ndan hem bağlı olduğu Başbakanlığın bütçesinden, hem de Özel Kuvvetler için yapıldığı gibi İçişleri Bakanlığı’ndan fonlandırılmasına son vermek şart.

Bunun en sağlam yolu, Genelkurmay Başkanlığı’nı doğrudan Milli Savunma Bakanlığı’na bağlamak; bütün askerî harcamalara, tek bir başlık altında, Milli Savunma bütçesi dahilinde yer vermektir.

Askerî harcamalar, bütün kalemleriyle hükümetin bilgisine, Meclis’in onayına ve seçmenin denetimine ancak bu şekilde tabi kılınabilir.

***

Siz, hiç NATO savunma bakanlarının toplantısını izlediniz mi?

İttifak ülkelerinden bakanların, beraberlerinde (ve protokol gereği bir adım arkalarında) genelkurmay başkanları olduğu halde, buluşup konuşmasına tanık oldunuz mu?

O toplantılara genelkurmay başkanını getiremeyen tek NATO üyesinin Türkiye olduğunu fark ettiniz mi?

Genelkurmay Başkanı’nı Milli Savunma Bakanı’nın emrine tabi tutmayan “nevi şahsına münhasır” ülkemizin NATO’da bile biraz sırıttığını hissettiniz mi?

***

Avrupa Birliği, NATO değil.

Avrupa Birliği’nin “nevi şahsına münhasırlık” iddiasına tahammülü yok.

Sivil-asker ilişkilerini Avrupa Birliği’nin öngördüğü standarda ulaştırmanın yolunu yeniden keşfetmek gerekmiyor.

Jandarma’yı İçişleri’ne, Genelkurmay'ı Milli Savunma’ya bağlayalım, olsun bitsin.

İki sevda arasında sıkışmış marazi bir ruh gibi debelenmeyelim artık.

Taraf, 22 Ağustos 2008

Yasemin Çongar

23.08.2008


 

JİTEM, açığa çıktı!

Son yazımda “Hani JİTEM yoktu?” diye sormuştum. Ardından medyada bu yöndeki haberler ve bulgular yoğunlaştı.

Ergenekon’da gözaltına alınan emekli jandarma albay Arif Doğan, JİTEM’i kurduğunu, daha sonra görevi Veli Küçük’e devrettiğini söylüyor. Evinde de stokladığı JİTEM belgelerinin bulunmasıyla, JİTEM artık resmen açığa çıkmıştır. Şimdi soru şu:

“Genelkurmay niye JİTEM’in varlığını hep sakladı, hep reddetti?” Askeri istihbarat birimi kurulması yasak değil. Dünyanın bütün ülkelerinde askerlerin istihbarat örgütleri var. Yani ortada Genelkurmay’ın utanıp, saklayacağı bir durum yok. Sadece çok deşilmesini istemeyebilir, bazı faaliyetlerinin sorgulanmasından çekinebilir. Ama varlığını açıklamaktan çekinmesi için hiçbir neden yok? Akla gelebilecek tek bir “gizleme gerekçesi” var.

O da, JİTEM’in terörle mücadele dışındaki amaçlar için de çalışmış olması. Daha net ifade edelim. Asker siyasi hayatı ve sivilleri de kontrol etmek amacıyla bir nevi “darbeye hazırlık örgütü” gibi her daim çalışan bir organizasyonum olsun istemiş olabilir mi? Yukarıdaki sorunun yanıtı, Ergenekon’da gözaltına alınan eski JİTEM’cilerin memleketin siyasi meseleleriyle niye bu kadar yakında ilgili olduklarını da açıklayacaktır. Durum bellidir. Zaten kurulu bir yapı vardı.

O yapı, emekli-tasfiye olunca kendi aralarındaki ilişkilerini sürdürdü. Kendilerini tasfiye eden eski silah arkadaşlarına bozuldular. “AKP’ye bir şey yapmıyorlar” bahanesiyle “etikleştirdikleri” kişisel kızgınlıklarını sağda solda seslendirmeye başladılar. Aktif görevdeki sınırsız yetkilerini, kısacası eski günlerini özlerken, gücümüz tekrar geri dönsün istediler.

Bazıları da bunları “Ordu hareketleniyor” diye ciddiye aldı! Oysa bu arkadaşlar “darbe örgütü”nden daha çok “Emekli JİTEM’ciler kahvehanesi” mensuplarıydı. Ordu içinde eski dostluklar dışında uzantıları yoktu. Belki eski dostlarını kışkırtmaya çalıştılar ama aynı muhabbetler sabah akşam memleketin dört bir yanındaki kahvehanelerde de yapılıyor. Şimdi, ben diyorum ki, Ergenekon’daki emekli askerler grubu eğer bir çeteyse, bu çete “AKP’den daha çok Genelkurmay karşıtı bir çete”dir.

Gördünüz mü, JİTEM ne amaçla kurulmuştu sonra neye dönüşüvermiş? İşte ben bu yüzden Ergenekon’un neye dönüşeceğini de çok merak ediyorum!

Bugün, 22 Ağustos 2008

Hakan Aygün

23.08.2008


 

O da var, bu da var

Belli ki...

Memleketin dört bir köşesinde yoğun bir “bomba trafiği” var.

Muhtemelen, önceden “giriş” yapmış malzemeler ile belki de bir yerlerden “çıkış” yapmış olanlar dört koldan hareket halinde.

“Uyuyan bombalar” ın uyanması için...

Memleketi dört koldan dolanması için...

Güngören’den Mersin’e, İzmir’e uzanması için...

Alabildiğince can alması için...

Belli ki “yeni” bir “kurgu” yapılmış.

Tabii ki hep şu var:

Memleketin “bombacı” adayı çok.

“Terör örgütü” malum zaten.

Ancak, “terör örgütü ile mücadele” den de bahseden ve şu sırada mahkemede sanık olan bir “terör örgütü” daha var, malum.

Şimdi abisi de içeri alınan bir suikast zanlısı, “bombacı” mahkum, onun yeni alınan asil abisi, fahri ağabeyleri filan da var.

Tabii ki “El Kaide” ve benzeri ve uzantısı ve heveslisi olabilenler de var.

Sonra, hep akla gelir ya, “yabancılar” var; “yerli” kullansa da, “yabancı niyetler” var.

Komşular var, komşuları işgal edenler var, işgalciyle çarpışanlar var, çarpışanları bombalayanlar var, bombalayanlara bomba koyanlar da var. Bu durumda, memlekette, öyle iç savaşlardan, karşılıklı komplolardan ve komploların tuzağından arınmış hakiki manada “istihbarat” gereği var. Birbirine düşmemiş istihbarat birimlerine ihtiyaç var. O kadar telefon dinlemesi içinde, “suikast ve bomba istihbaratı” yapabilecek kulaklara ihtiyaç var veya kulakların çekilmesi ihtiyacı var.

Ölümüz var...

Yaralımız var...

Sakatımız var...

Acımız, korkumuz, yine de sarılacak hayatımız ve bir ötekimiz var!

Milliyet, 22 Ağustos 2008

Umur Talu

23.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır