"Gerçekten" haber verir 23 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

ULUSALCI EMEKLİ BİNBAŞI: ÖRGÜTLENECEĞİZ

İBDA-C'ye yakın isimlerden Sadettin Ustaosmanoğlu anlatıyor: “2003'te Ulusalcı ekipten emekli bir binbaşı, arkadaşlarımızla bir görüşme yaptı ve şu tekliflerde bulundu: Vatansever Güçler Birliği adında bir oluşum düşünüyoruz, bu oluşum dergi ve dernek faaliyeti şeklinde tezahür edecek, ilk etapta üniversite gençliği etrafında çalışma yapacak, sonra büyük illerde dernekler açılacak, daha sonra bütün illerde Kuvvayı Milliye gibi örgütleneceğiz.”

SOKAĞA VE GENÇLİĞE HAKİM OLMAYA ÇALIŞACAĞIZ “Bu hareket kitle gösterileri organize edip birtakım propagandif ve manipülatif işlerde bulunacak. Sokağa ve gençliğe hâkim olmaya çalışacak. Şartları şuydu; siz İslâm ihtilâlinden bahsetmeyip Kemalizme saldırmayacaksınız, biz de şeriata saldırmayacağız. Bu dönemde, birçok gruba gidildiği duyumlarını almıştık, kimin kabul etmediğini bugün daha net görmeye başladık.” İslâmcı Ergenekon: İBDA-C, Hizb-ut Tahrir, Haydari, Hizbullah, Nizam-ı Âlem, Gülen cemaati ve AKP Ergenekon yapılanmasının seküler yüzü artık saklanamayacak kadar açığa çıktı. Ergenekon örgütüne açık tavır alan İslamî yapıların içlerindeki Ergenekoncularsa şimdiye kadar çok net tartışılmadı. Örneğin medyada yer alan haberlere bakılırsa “ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’na düzenlenen, üç polis memurunun şehit olduğu, üç teröristin ölü ele geçirildiği kanlı saldırının talimatının cezaevinden verildiği ortaya çıktı. Ölüm timinin lideri Erkan Kargın’a talimatı, halen Kandıra Cezaevi’nde tutuklu bulunan Ergenekon örgütünün istihbarat sorumlusu Erkut Ersoy’un verdiği ileri sürüldü. Öldürüldüğünde üzerinde bir cep telefonu ile iki SIM kart bulunan Kargın’ın, Kandıra Cezaevi’ndeki Ersoy ile mayıs ve haziran aylarında üç kez görüştüğü, ayrıca yine aynı dönemde üç kez de Ergenekon örgütünün üst düzey iki tutuklu yöneticisiyle de görüşme yaptığı tespit edildi.”

12 temmuz günkü yazımızda “Amerikan konsolosluğuna saldıranlardan birinin eski bir “itirafçı” olduğu iddia ediliyor. Görünürde kontrol edilemeyen bir itirafçı olduğu iddia edilen bu şahıs, başka birilerinin kontrolüne girmiş olabilir mi,” diye sormuştuk. Görünen o ki, Ergenekon İslamî kesimin derinliklerine doğru kancalar atmış ve onları da amaçları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor.

Hatırlayınız, 30 haziran tarihli “Ulusalcı-İBDA-C ilişkisi” başlıklı yazımızın ardından Yeni Aktüel dergisine konuşan Sadeddin Ustaosmanoğlu “2003 yılında kendilerine Sultan Galiyevci diyen Ulusalcı ekipten emekli bir binbaşı, arkadaşlarımızla bir görüşme yaptı ve şu tekliflerde bulundu; Vatansever Güçler Birliği adında bir oluşum düşünüyoruz, bu oluşum dergi ve dernek faaliyeti şeklinde tezahür edecek, ilk etapta üniversite gençliği etrafında çalışma yapacak, sonra büyük illerde dernekler açılacak, daha sonra da bütün illerde Kuvvayı Milliye yapılanması gibi örgütleneceğiz. Bu hareket kitle gösterileri organize edip bir takım propagandif ve manipületif işlerde bulunacak. Sokağa ve gençliğe hâkim olmaya çalışacak. Çıkacak derginin 4-5 sayısını kendilerinin finans edeceğini söyleyen binbaşı, televizyon programları konusunda da yardımcı olabileceklerini söyledi. Şartları şuydu; siz İslam ihtilalinden bahsetmeyip Kemalizme saldırmayacaksınız, biz de şeriata saldırmayacağız. Bu dönemde, birçok İslamcı gruba gidildiği duyumlarını almıştık, kimin kabul edip etmediğini, tabiî olarak bugün daha net görmeye başladık.”

İBDA-C’nin ulusalcılarla dost olan kanadına bir de Hizb-ut Tahrir örgütünü eklemek gerekiyor. Medyaya yansıyan bilgilere göre, Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alınan muvazzaf askerlerden Kurtçe Bektaş’ın da teğmen Mehmet Ali Çelebi gurubunda faaliyet gösterdiği ve Hizb-ut Tahrir Örgütü içerisinde sürekli olarak sohbetler düzenleyip, toplantılara katıldığı ileri sürülüyor. Hatırlayınız, 2 Eylül 2005 yılında ‘Hizb-ut Tahrir’ örgütü bir Cuma namazı sonrasında İstanbul Fatih Camii’nde adeta şov yaparak şeriat isteyip halifeliği geri getirme çağrısı yapmışlardı ve basın bildirisi okumuşlardı/dağıtmışlardı. Neresinden bakılırsa bakılsın provokatif bir eylem olduğu görülen bu hareketin kimler tarafından organize edildiği emniyetçi arkadaşlar tarafından o zaman çok net okunuyordu. Şimdi, sıradan insanlar tarafından da daha net anlaşılıyor. Belli ki Hizb-ut Tahrir’in en azından bir kanadı da Ergenekon şemsiyesi altına sığınan İslamcı yapılardan biri denilebilir mi?

Yine Trabzon civarında ve kısmen de Karadeniz bölgesinde, Karadenizli olmak özelliğini, geleneksel İslamcılık ve hemşerilik bağlarını da kullanarak etkili kılan ve bir partinin genel başkanı da olan bir İslamcı grubun da ulusalcı yapının aktif elemanı olarak çalıştığı söylenebilir mi? Son bir kaç aydır sesi çıkmasa da ulusalcı dalganın yüksek olduğu dönemlerde, bölgede misyonerlik karşıtı duyguları ajite ederek katledilen papazın ölümünü hazırlayan iklimin oluşturulmasında aktif rol almamış mıydı? Bu çerçevede CD’ler hazırlayıp internet siteleri üzerinden yaptığı yayınlarla da diğer grupları hedef alan bu yapıyı da İslamcı-Ulusalcı çerçevede değerlendirmek gerekmiyor mu?

Yine Trabzon çevresinde ‘Nizam-ı Âlem Ocakları’ grubuna sızdığı anlaşılan Ergenekoncu yapılanmanın, Güneydoğu’da da ‘Hizbullah’ içinde etkinliğinin olabileceği söylenebilir. Bunlara ek olarak Gülen cemaati içine sızdığı anlaşılan Tuncay Güney ile bu cemaatten devşirilen/satın alınan Nurettin Veren ve adlarını bilemediğimiz ama tahmin edebileceğimiz belki de halen cemaatin içinde aktif olarak mevcudiyetini sürdüren Ergenekon yapılarının varlığı da düşünülürse, Ergenekon savcısının yaptığı temizliğin, hâlâ yeterli olmadığı açık ve seçik görülecektir.

Bütün bunlar nihayetinde devlet ile ilişkisi sınırlı, çoğu zaman da sorunlu olan İslamcı yapılanmalar. Asıl tehlike AKP’nin içindeki Ergenekon’un etkinliğinin olup olmadığıdır? Turan Çömez mi dediniz o daha ne ki?.. Hele bir ‘Pandora’nın Kutusu’ açılsın neler neler göreceği

Ulusalcı ve Ergenekoncu

emekli binbaşıdan İBDA-C'ye:

Vatansever Güçler Birliği

adında bir oluşum düşünüyoruz.

Siz de katılın. Şartımız şu:

Siz İslâm ihtilâlinden

bahsetmeyip Kemalizme

saldırmayacaksınız,

biz de şeriata

saldırmayacağız.

Taraf, 22.9.2008

Önder Aytaç- Emre Uslu

23.09.2008


 

Ne kadar demokratız

Eskiden bir solcuya “Demokrat mısın?” sorusu sorulduğunda “Hayır. Ben sosyalistim” yanıtıyla karşılaşmak hiç de nadirattan sayılmazdı. Belki bugün bile böyle bir yanıtla karşılaşmak olasıdır. Geçmişte solda hemen hepimiz demokrasiyi araçsal bir mantıkla yaklaşmıştık. Nihai hedefe gidişte kullanıp terk edeceğimiz bir ara konaktı burjuva demokrasisi. Bu nedenle demokrasi kavrayışımız derinleşmemişti. Sivil demokrasisi gelişmemiş bir ülkenin solcularıydık nihayetinde. Sağın da solun da gelişmişliğini demokrasimizin gelişkinlik düzeyinin belirlediğinin farkına varmaksızın, suyu olmayan havuzda yüzme yarışması yapıyorduk: Kim demokrat kim değil !

Bizde demokrat olmak ötekinin anti-demokratlığıyla ölçülüp biçilen kanıtlanan bir şey ola geldi. Solculuk da öyle. Öteki ne kadar az demokrat ise biz o kadar fazla demokrat sayarız kendimizi. Yani kendinden menkul bir demokratlık, “özcü” bir demokrasi anlayışıdır bu. Oysa tersine öteki ne kadar demokrat ise biz ondan daha fazla demokrat olma şansını elde ederiz. Çünkü çıta yükselir ve yarış böylece daha ileri bir noktadan başlar.

Burada gözetilmesi gereken şey, evrensel olan demokratik değerleri farklı çıkar çatışmalarından, farklı özgürlük taleplerinden doğan farklı demokrasi anlayışlarının bileşkesinde kurumlaştırabilmektir. Bu farklılıklar ancak evrensel demokrasi değerlerini, her toplumun tarihsel gelişiminin yarattığı kendine özgü koşullarının öne sürdüğü üst-belirleyici normların bir arada tutucu etkisiyle eklemlenebilir.

Bizim tarihi gelişme seyrimizde “sivillik” üst-belirleyici bir normdur ve güncel olarak da artık kendini dayatmaktadır. Siyasi literatürümüze “sivil demokrasi”, “sivil anayasa” gibi aslında tuhaf sayılması gereken sözler girmiştir. Buradaki sivil kavramı Batı’daki karşılığından daha dar anlama gelmekte. Bu anlamıyla sivil olmayan demokrasiden, anayasadan söz etmek gerçekte tuhaftır ama bizde ötedenberi gelen askersel-vesayet rejimi bu tuhaf “sivil demokrasi” talebini gündeme sürmüştür. Demokrasimiz bu çatlağı kapatıp bu çelişkiyi çözüp olağan (liberal) demokrasi işlerlik kazandığında bu kez demokrasi talebimizin çıtası elbette daha yükselecektir. Üst-belirleyici değişecektir. Bu anlatımla aynı zamanda demiş oluyorum ki, demokrasiyi statik değil dinamik ve her zaman çelişkili bir süreç olarak kavramak doğru olur.

İşte bu nedenlerle bir kişi, örgüt veya bir siyasi partiye “Demokrat mı?” sorusu kategorik, statik bir demokrasi anlayışının tezahürüdür. Doğru soru “Ne kadar demokrat?” sorusu olmalıdır. Bu soru demokrasinin içinde bulunduğu gelişkinlik düzeyini baz alan doğru soru olur. Demokratik sürecin farklı momentlerinde yeni kriterlere göre yanıtlar da değişir.

Avrupa Birliği (AB) müktesebatını kabul ettiğimiz anlamına gelen ilk Ulusal Program’ın kabulü ile ülkemizde demokrasinin çerçevesinin ve zeminin, normlarının değişmiş olduğunu akılda tutmak gerekirdi. Hiçbir şey bu tarihten önceki gibi olmamalıydı. İktidar, muhalefet, bütün yasal ve idari kurumlar, polis, asker demokrasimizin bu yeni evresine kendilerini uydurmak, yakalarını paçalarını düzeltmek zorundaydılar. Türkiye, AB üyeliği müzakere edilebilir bir ülke statüsü kazandığında Türkiye’nin artık ekonomisi ve daha da çok demokrasisi ile “öngörülebilir ülke” olduğunu söylemişti herkes. Bunun anlamı ekonomide ve siyasette “şeffaflıktı”. Oysa bu tarihten sonra sanki nazar değmiş gibi öngörülemez bir ülke olduğumuzu kanıtlarcasına tersi gelişmeler sökün etti.

Cumhurbaşkanlığı seçimine anti-demokratik müdahaleler, “e-muhtıralar”, “y-muhtıralar”, parti kapatma davaları geldi, Güneydoğu’da savaş yeniden hızlandı vs. Ergenekon davası ile tüm bu gelişmelerin derindeki nedenini daha iyi anlar olduk; sivil demokrasiye yükselişin önü darbe ve/veya darbe tehditleriyle kesilmek, ulusalcı ideolojik temelde geriye dönük bir restorasyon rejimi kurulmak istenmekteydi.

Başka deyişle demokrasimiz yeni ve çağdaş normlara kavuşmuştu ama bu doğrultuda toplumun kurumlarıyla birlikte değişimi göz ardı edilmişti. En başta AKP değişmeli, kendi getirdiği uyum yasalarıyla önce kendini uyumlaştırmalıydı. Oysa 301 konusunda, bu temelde açılan davalarda, Şemdinli’de, 1 Mayıs’ta, türban ile ilgili Anayasa değişikliğindeki tutumlarıyla AKP, “Ne kadar demokrat?” sorusunu hak etmişti. Deniz Feneri yolsuzluğu iddiaları ve başbakanın tepki duymakta haklı bile olsa kabul edilemez gazete boykotu çağrıları nedeniyle aynı soru bugün de soruluyor.

Şimdi Anayasa Mahkemesi’nde Demokratik Toplum Partisi için kapatma davası görülecek. Şiddeti reddettiğin açıkça söyleyen DTP’nin kapatılması demokrasimizin kazandığı yeni normlarla çelişir. AKP için açılan kapatma davası da öyleydi, yanlıştı. AKP iktidarı kendi getirdiği uyum yasalarının takipçisi olmalı, sessiz kalmamalı, DTP’nin kapatılmasına karşı “daha çok demokrasi için” tutum göstermeli.

Referans, 22.9.2008

Nabi Yağcı

23.09.2008


 

ABD’nin Titanik sendromu

Hani New York limanına beklenenden de önce vararak tarihe geçmek için hız sınırlarını zorlayan ve bir kısım haddini bilmezlerin ‘Tanrı bile batıramaz’ dediği Titanik’in Atlantik okyanusunun dibini boylamasına büyük ölçüde sebebiyet veren hırslı armatör Bruce Ismay var ya. Başkan Bush’un vaziyeti işte biraz ona benziyor.

Buzdağına çarpan geminin batacağı anlaşılınca Titanik’in kaptanı Smith, Ismay’e acı bir ironiyle ‘Manşetleriniz şimdiden hayırlı olsun’ demişti. Tarihe kahraman olarak geçme hırsıyla Irak’ı işgal eden; ancak başarısızlığa uğrayarak olumsuz manada manşetlere çıkan Bush, yine tarih yazdı! Geçen hafta piyasalardaki korkunç dalgalar, az kalsın kimilerinin Tanrı’nın bile batıramayacağına inandığı ABD’yi alaşağı edecekti. Bush nezaretindeki ülke, 1930’ların Büyük Depresyonu’ndan sonraki en büyük ekonomik krizi yaşıyor.

Titanik’i batıran nasıl hırs idiyse, ABD gemisini batmanın eşiğine getiren de hırstan başkası değil. Bir serbest piyasa sisteminde ekonomide olan her şeyden tabii ki hükümet sorumlu tutulamaz. Geri ödeme kabiliyeti zayıf olduğu halde sınıf atlama hırsıyla faiz borcu altına girerek ev satın almaya çalışan bazı Amerikan halk kesimleri, kâr hırsıyla milleti bu hataya teşvik eden bankacı ve simsarlar da en az piyasaları yeterince denetlemeyerek başıboş bırakan hükümet ve Kongre kadar suçlu. Zincirleme etkisiyle dünyayı da girdabına alan krizin temelinde, mortgage borçlarının ödenememesi ve ev fiyatlarının düşmesi sonucu, finans sistemin kalesi görülen kuruluşların domino taşları gibi birer birer devrilmesi yatıyor.

Konut finans sektörünün yarı-kamusal statüdeki büyük kuruluşları Fannie Mae ve Freddie Mac’e iflaslarını önlemek için Amerikan hükümetince el koyulması, sigorta devi AIG’ye hazineden 80 milyar dolar borç verilmesi kâfi gelmedi. Şimdi, piyasadaki habis borçları silmek için 700 milyar dolarlık bir büyük kurtarma operasyonu gündemde. Peki neredeyse Pentagon’un bütçesi kadar olan bu para nereden gelecek? Tabii ki vergi gelirlerinden, yani halkın cebinden. Kısacası özellikle Irak savaşının etkisiyle 500 milyar dolar civarına çıkarak tarihî rekor kıran bütçe açığı, gelecek nesillerin sırtına daha da binecek.

ABD ekonomisinin bu durumunun muhakkak ki iç ve dış politikasına da kayda değer yansımaları olacak. Bush dönemindeki anaforlardan sonra güvenli bir limana demir atmak isteyen Amerikan halkı için kasımdaki başkanlık seçimlerinin önemi iyice arttı. Son haftada Obama’ya doğru hafif bir yöneliş görülse de, genel olarak başa baş sonuçlar veren kamuoyu araştırmalarına bakılırsa, ne McCain ne Obama’nın Amerikan halkının çoğunluğuna henüz tam manasıyla güven verdiği söylenemez. McCain’in en büyük dezavantajı, son sekiz yıldır ülkeyi yöneten ve başarısız bulunan Bush’un partisinden olması. Obama’nın temel sorunu ise ulusal piyasaya yeni çıkması ve özellikle genç yaşı nedeniyle halkın önemli bir kısmı için hâlâ risk unsuru taşıması.

ABD’nin ulusal güvenlik ve ekonomide büyük sorunlarla boğuştuğu bir dönemde iktidara talip olan her iki adaya oy verecek olanların bile kafası karışık. ‘Obama’ya içim ısınmadı; ama McCain’e tercih ederim’ diyenler, içi McCain’e ısınamadığı halde onu Obama’ya tercih edenler kadar çok. Amerikan halkı, nihai kararını vermek için gelecek cuma başlayacak televizyon tartışmaları serisini bekliyor. İştiyaksız kitlelerce kıl payı seçilen bir başkanın ayakları yere pek sağlam basmayacağından, ülkenin ağır sorunlarına çözüm getirebilme keyfiyeti de zayıflayacaktır. Her ne kadar Bush yönetiminin dramatik müdahaleleriyle ekonomi (en azından finans boyutuyla) dibe çakılmaktan kurtulma vetiresine girmiş, dolayısıyla yeni başkan üzerindeki stres biraz azalmış olsa da, yapısal reformlara ihtiyaç var. Onun için de ciddi siyasi irade gerekiyor.

Derin ekonomik sorunlardan muzdarip ülkeler, genelde içe kapanır. Dünyanın her yeriyle ilgilenen hegemonik bir devlet olan ABD’nin ise böyle bir lüksü yok. Ancak zaaflı bir ekonomiyle ulusal çıkarlarını her zamanki kadar baskılı şekilde takip edemeyecektir. Washington (Cheney gibi hırs küpleri hariç) Irak ve Afganistan işgali sonrasında askerî gücünün sınırlarını gördü. Son ekonomik kriz de özellikle sert güce (hard power) dayalı dış politikanın faturasının artık dünyanın en zengin ülkesi ABD tarafından bile kolay kolay ödenemeyeceğini gösteriyor. Zemindeki gerçekler, ABD’yi Savunma Bakanı Robert Gates’in de savunuculuğunu yaptığı tarzda yumuşak güç (soft power) ağırlıklı bir dış politikaya yönelmeye mecbur kılıyor. Bu, büyük savaşlardan mümkün mertebe kaçınan, hasımlarla bile angajmana, al-vere, çoktaraflı uluslararası istişareye dayalı diplomasi ağırlıklı anlayışın hakim olması demek. Başkanlık seçimini kim kazanırsa kazansın, aynı anlayışı benimsemek zorunda. Tercümesi? Kimse yakın vadede ABD’nin İran’la ya da Rusya’yla sıcak savaşa girmesini beklemesin...

Sözün özü, regüle edilmeyen kazanma hırsı, ülkeleri ekonomide de dış politikada da baş aşağı götürebilir. Titanik’seniz bile, batmaktan kurtulamayabilirsiniz. Hızla büyüyen Türkiye’nin de ABD’nin başına gelenlerden gerekli dersleri çıkarması ümidiyle.

Zaman, 22.9.2008

Ali H. Aslan

23.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır