"Gerçekten" haber verir 09 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

Jandarma devletine doğru

Güpegündüz yapılan bir baskınla 17 askerimizin şehit edildiği, yirmisinin yaralandığı Aktütün Karakolu’nun komutanının kim olduğunu bile öğrenemeden faturanın ‘özgürlüklere’ çıkarılmak istendiği anlaşılmakta...

Oldum, bittim ‘silahlı, külahlı’ işlerden şüphelenirim... İçindeki gariplikleri çözmediğimiz Aktütün Baskını sonunda askeriyenin sorgulanmasına değil, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına vesile olacağa benzer...

Birkaç gündür kıyısından köşesinden duyulan, dün ise ayyuka çıkan haberlere göre askeriye, terörle mücadelede zafiyete yol açtığı gerekçesiyle beş konuda, ancak Olağanüstü Hal’de görülebilecek yeni yasa istiyor...

Aktütün’deki zafiyetin sebebi ne?

Askere göre ‘temel hak ve özgürlükler’...

Hep söylerim, burası ‘Kuyucu Murat Paşa’ sulbünden...

Sorunu çözme...

Özeleştiri yapma...

Ama baskıyı artır...

Maalesef bu mantık hiç değişmedi...

* * *

Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı’ndan gelen 5 talepte neler var?

1- Arama: Ceza Muhakemesi Kanunu kapalı mekánlarda savcı izni olmadan, arama yapılmasını ve buralardaki delil niteliğindeki belgelere kolluk güçleri tarafından doğrudan el konulmasını engelliyor.

Bu yasal düzenlemede ‘savcı izni’ şartının kaldırılması isteniyor.

2- Yetki Alanı: Jandarma Teşkilat Kanunu’ndaki hükümler, askerlerin polis kontrolündeki yerlerde operasyon yapmasını engelliyor.

Genelkurmay ve jandarma bu yetkinin kendilerine de verilmesini istiyor...

3- Avukat: Ceza Muhakemesi Kanunu’nda sorgu sırasında avukatın bulundurulması zorunlu.

Genelkurmay ve diğer güvenlik birimleri bu uygulamayı, delillerin karartılması ve sorguda delil toplamanın sekteye uğraması nedeniyle sakıncalı buluyor.

4- Sorgu: İl İdaresi Kanunu’nun 11’nci maddesi, operasyonlarda ve toplumsal olaylarda güvenlik güçlerine sadece önleme ve olayları yatıştırma yetkisi veriyor.

Asker ise ‘adli kolluk’ yetkisi istiyor. Bu yetki tanınırsa asker, somut bir olay olmasa da ‘delil toplama’ gerekçesiyle daha çok operasyon yapabilecek.

5- Gözaltı: Sonuncu talep de gözaltı süresinin uzatılması...

* * *

Bu talepler kabul edilirse ne olacak?

‘Arama için izin kalkınca’, arama ‘hukuksal kriterlere göre’ değil, güvenlikçinin ‘isteğine göre’ şekillenecek.

‘Yetki alanı genişleyince’, terörle mücadele eden (jandarma sınıfından olmayan) birimler, operasyon sırasında, adli kolluğun yetkilerini kullanamıyorken kullanmaya başlayacak ve istediğini istediği biçimde gözaltına alıp, ifadesine başvurabilecek... Böylece ‘hukuksal’ sürecin dışına çıkılarak, işler güvenlikçinin ‘kriterlerine’ göre yürüyecek...

Uzatmaya gerek yok... Türkiye şehirleşiyor ama güvenlik Jandarmalaşacak... sorgulamak yerine Türkiye’ye şal örtme isteğini ‘hem güvenlik hem özgürlük’ formülüyle yumuşatmanın anlamı yok...

Burada amaç ‘evrensel hukuk kurallarından’ kurtulmak, İttihat ve Terakki türü hukuksuz bir keyfiliğe kavuşmak...

* * *

Neden mi?

Çünkü şikáyet edilen konular AB uyum yasaları sayesinde geldi ve çok yeni...

Biz o uyum yasalarını niye kabul ettik?

1993 yılında eski Sosyalist ülkelerin demokratikleşmesini sağlamak için AB tarafından getirilen ‘Kopenhag Kriterlerine’ uymak için...

Ne kadar uyabildik?

Ancak ‘eşiğe’ ulaştık...

Şimdi o bile rahatsız ediyor...

Söylem de şu:

Terörle savaşta AB’ye uyum çerçevesinde çıkarılan yasalar ‘elimizi kolumuzu bağlıyor’...

Sanki bu yasalar olmasa, beş kere baskın yiyip 44 askerimizi şehit düşüren Aktütün’ün savunulmasındaki zaaf giderilecek...

* * *

Kimin elinin kimin cebinde olduğunun anlaşılmadığı ‘silahlı, külahlı işler’ sonunda statükonun işine yarıyor...

Zaten kısıtlı olan özgürlükleri boğuyor...

Ülkeyi askerileştiriyor...

Bunu ‘savaş lobisi’ kendi yararına görebilir ama ülke için hiç de hayra alamet değil...

Son baskın şimdi bizi, Doğu ve Güneydoğu’da olağanüstü hal ilan edilmeden, olağanüstü hal uygulamasına sürüklüyor... Askeriyeye Anayasa’yla çelişen yetkiler verilmesinin önünü açıyor...

Türkiye’yi doğal hukuktan iyice kopartıyor...

* * *

Biz AK Parti iktidarının ilk yıllarındaki samimi gayretleriyle gerçekleşebilecek, AB standartlarında bir Türkiye özlüyorduk... Bırakın o hedefe gitmeyi, yavaş yavaş elde edilen kazanımlar da uçacak gibi...

Buna rağmen Ankara’nın formülü hep şu oldu:

‘Özgürlüklerde birleşmek yerine, yasakçılık da anlaşmak...’ Galiba bu yaklaşım şimdi yaygınlaşarak, siyasal iktidarı da iyice Ankaralılaştıracak...

AB standartlarından biraz daha uzaklaşacağız...

Bizdeki siyaset kurumunun özündeki anlayışın temelinde ‘yasakçılık’ olduğu bir kez daha ispatlanacak...

* * *

AB’den...

Avrupa standartlarından...

Evrensel temel hak ve özgürlüklerden uzaklaşınca...

Bu hedefleri alargaya alınca gideceğin yer bellidir:

‘Askerileşme’ ya da ‘jandarmalaşma’...

Herkes Aktütün’ün ardındakini merak ediyordu...

Şimdi durum galiba daha da netleşmekte...

Hayırlı olsun...

Star, 8.10.2008

Mehmet Altan

09.10.2008


Hesap veren ordu

Aktütün Karakolu Faciası bir dönüm noktası olacak gibi görünüyor.

Toplumun bu savaşın yönetilişini, ordunun işini doğru dürüst yapıp yapmadığını sorgulamaya ve komutanları hesap vermeye zorlayacağı bir dönemin başlangıcındayız. Aslında, bu süreç bundan iki yıl önce, yine böyle bir baskın sonrasında bir şehit yakınının yüksek sesli isyanıyla başlamıştı.

“Hayır, vatan sağolsun demeyeceğim. Devlet benim çocuğuma giydireceği bir çelik yelek alamadı mı?” diye isyan etmişti o anne. Ardından geçen yılki Dağlıca Baskını geldi. Bu baskında, belki de ilk defa, komuta kademesinin hataları mercek altına alınmış, ama bu sorgulama daha çok Taraf Gazetesi’nin yayınıyla sınırlı kaldığı için bastırılmış, yasaklarla, sansürlerle üstü örtülmeye çalışılmıştı.

Bu defa farklı oldu. Bu defa “hesap verin” talebi, neredeyse bütün yayın organlarından ve toplumun her kesiminden koro halinde yükseldi. Bu defa kimse “terörün son çırpınışları” tarzı açıklamalar duymak istemedi.

Ölen öldükten, kalan kaldıktan sonra girişilen misilleme harekatlarında gösterilen “başarıyla” da tatmin olmadı. Bugün “Solcu” “sağcı”, “laikçi” “dindar” her türden basının her köşesinden aynı sorular soruluyor: 350 kişinin gündüz gözüyle sınırdan girişini nasıl oldu da tespit edemediniz?

Hani orasını artık BBG Evi gibi gözetliyordunuz? Mayıs başındaki Aktütün Baskını’nı neden sansürlediniz? Dağlıca Baskını’nın sorumlu komutanlarını cezalandırmak yerine neden plaketle ödüllendirdiniz? Neden o karakolu taşıyacaktınız da 44 kişi şehit oluncaya kadar beklediniz?

Eğer taşımıyorsanız, neden oraya kale gibi bir karakol yapmadınız? Bu halk otuz yıldır sizin bir dediğinizi iki etmedi, çocuğunun rızkından kesti, alet edevat, silah-mühimmat bakımından her istediğinizi verdi. Şimdi kalkıp, bir bina yapmaya paramız yoktu, demeye sıkılmıyor musunuz? Eğer paranız yoksa, bütün o beş yıldızlı orduevlerini, tatil yerlerini nasıl yapıyorsunuz?

Bu sorular aslında çok önceden sorulması gereken sorulardı. On yıllardır teröre karşı savaşan ve on binlerce şehit veren bu toplumun, bu savaşın iyi yönetilip yönetilmediğini sorgulaması kadar doğal bir şey olamazdı. Asıl garip olan on yıllarca hiçbir soru sormadan, “vatan sağolsun” kaderciliğiyle şehit cenazesi kaldırmaktı.

Deprem evlerimizi yıktığı zaman mühendislerin mimarların işlerini iyi yapıp yapmadıklarını tartışıyor, hatta kimilerini mahkemelerde yargılıyoruz. Hastamız ameliyat masasında kaldığında cerrahın ustalığını sorguluyoruz. Bu savaş 30 yıldır bir türlü bitirilemiyorsa, çocuklarımız otuz yıldır sapır sapır ölüyorsa komutanlarımızın savaş yönetme ustalığını da sorgulayacağız elbette.

“Bu ölümler kaçınılmaz mıydı, yoksa önlenebilir miydi? Hata neredeydi; istihbarat mı, planlamada mı, taktikte mi?” diye sorup doyurucu açıklamalar bekleyeceğiz. Sadece tek tek operasyonlarla ilgili değil, genel olarak bu savaş, daha az zayiatla yönetilemez mi diye de soracağız.

Hatta savaş sayesinde güçlenen ve savaştan beslenen birilerinin varolduğundan ve bu birilerinin savaşın hiç bitmemesi için provokasyonlar yaptığından şüpheleniyorsak, bunu da sorgulayacağız. Komutanlarımızdan içlerindeki hainleri bulup çıkarmalarını ve bize teşhir etmelerini de isteyeceğiz. Ama biliyoruz ki, bütün bu sorular komutanlarımıza çok ağır geliyor.

Onlar, “kendi işleri” ile ilgili sigaya çekilmeye, hesap vermeye alışık değiller. Onlar, siyasetçileri kendi işleri ile ilgili olarak istedikleri zaman sigaya çekebileceklerini, ultimatom verebileceklerini, tehdit edebileceklerini, hatta darbeyle devirebileceklerini sanıyor ama kendi işleriyle ilgili hesap vermek zorunda olduklarını akıllarının ucundan bile geçirmiyor, böyle sorular karşısında hakarete uğramış gibi davranıyorlar.

Nitekim Genelkurmay Başkanı Başbuğ son konuşmalarından birinde, Dağlıca Baskını’nın sorulması üzerine “Bu araştırmayı yapmak benim görevim, bu konuda kimseye bilgi vermem” diyebiliyor. Oysa artık anlamaları gerekiyor ki, demokratik rejimlerde ordunun siyasete karışmaması, kendi işine bakması yetmez. Kendi işi konusunda da hesap veren, hesap sorulabilen, denetlenebilen bir ordu olması gerekir. Türkiye yavaş yavaş bu noktaya geliyor. Komutanlarımızın da bu gerçeği bir an önce içlerine sindirmesinde yarar var.

Bugün, 8.10.2008

Gülay Göktürk

09.10.2008


Golf sahasından harekât yönetilmez paşam

Olmadı Paşam. Lamı cimi yok.Orada şehit cenazeleri gelirken, Antalya’da golf oynamaya devam etmeyi kimseye anlatamazsınız.

Sanmayın ki, bu sadece marjinal gazetelerin tepkisidir.

Bize de anlatamazsınız.

Üstelik golf.

Sporların en papyonlusu.

En monşeri.

Sanmayın ki futbol oynamaya devam etseydiniz anlatabilirdiniz.

Elbette Türkiye’de hayat durmaz, devam eder.

Ama siz Hava Kuvvetleri Komutanısınız ve uçaklarınız orada operasyon yapıyor.

Golf sahasından hava harekátı yönetilmez.

Bombaladığınız o mağaralar da, 18’inci delik değil.

Hürriyet, 8.10.2008

Ertuğrul Özkök

09.10.2008


Şehitler ölüyor, paşam golf oynuyor

En küçük bir fırsatı kaçırmaksızın orduya ve Atatürkçü generallere vurarak iktidarı kollayan gazeteciler, o gün çok çarpıcı bir haber servisi almışlardı.

9 sütuna yayınladılar.

O haber, bana da gelse, 17 şehidin verildiği ve 20 askerin yaralandığı bir günde ben de köşemde tereddütsüz yazardım. Komutanın elinde golf sopası, topu deliğe geçirirken fotoğrafını da koyardım. Şemdinli’de dağların tepelerinde “son 16 yıl içinde 5 kere basılmış, son şehitlerle birlikte 43’üncü şehidini vermiş karakola” PKK 300 kişiyle baskın verdiği saatlerde Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu, süper zenginlerin hoşlandığı, çok pahalı spor olan golf oynuyormuş.

Kaynak yoktu.

Teneke karakol yaptık.

Şehitler ölüyor.

Paşam golf oynuyor.

Vatan, 8.10.2008

Necati Doğru

09.10.2008


Golfe var, karakola yok

Bir Genelkurmay Başkanı, ayağının tozuyla, “Hollanda Genelkurmay Başkanı boş zamanlarında golf oynuyormuş.

Ben de golf oynamak isterdim. Ama Türkiye öyle bir ülke değil” derken...

Karakollarını taşıyamayan, onaramayan, binlerce askerinin maddi ve manevi hakkını gözetemeyen, bir lojmana, bir orduevine buyur edemeyen memlekette, kimi “askeri üs ve tesisler”e golf sahaları yapılmasının manasını izah edeceksiniz!

Sivile de askere de.

Delik küçük olabilir ama gününe göre yarası büyük kalır.

Sabah, 8.10.2008

Umur Talu

09.10.2008


Sorun, askerin tekeli altında kaldığı sürece çözülemez!

Lafı hiç uzatmadan, eğip bükmeden bazı şeyleri bir defa daha söylemek istiyorum.

Asker, adına ne derseniz deyin, ister Güneydoğu, ister Kürt, isterseniz PKK ve terör deyin, bu sorunu ‘kendi tekeli’nde tutmak istiyor ve tutuyor.

Bin yıldır bu böyle.

Böyle olduğu için de, yani ‘askerin tekeli altında’ kaldığı için de bu sorun bir türlü çözülemiyor.

Ve asker gitgide çözümün değil, sorunun bir parçası oluyor, hatta ‘meselenin kaynağı’ haline gelmeye başlıyor.

Bu durum, not edin bir kenara, Türkiye’nin istikrarı açısından tehlikelidir. Çünkü askere karşı da hem kendi içinden, hem toplumun değişik kesimlerinden tepkiler büyüyor, tomurcuklanıyor.

Askerin ‘Güneydoğu’yu kendi tekelinde tutması demek, hükümetin devre dışı kalması demektir.

Askerin ‘Güneydoğu’yu kendi tekelinde tutması demek, Meclisin devre dışı kalması demektir.

Durum böyle değil mi?

Hükümet devrede mi?

TBMM devrede mi?

Sanmıyorum.

Hükümette olan bitene ilişkin ne kadar gerçek bilgi var? Hükümet, neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda ne kadar bilgi ve deneyim birikimine sahip?

Hükümette, sorunun çözümüyle ilgili kapsamlı, bütüncül bir strateji oluşturmak için bir niyet var mı? Hükümetin niyeti varsa, bunu gerçekleştirebilecek donanıma sahip olduğu söylenebilir mi?

Yanıtlar olumlu değil.

Hükümet, eskilerdeki gibi! Ya da ‘eskilerin yolu’nda seyrediyor.

Eski hükümetler ve başbakanlar da ‘Güneydoğu’yu askere havale edip işin içinden sıyrıldıklarını zannetmişlerdi. Dar ufukları, siyasal kararlılık ve cesaret düzeyleri ve ‘asker korkusu’ rol oynamıştı bunda...

Bugün de farklı değil.

Erdoğan hükümeti de ‘Güneydoğu’nun ya da Kürt meselesinin sadece askere bırakılmayacak kadar önemli olduğunu görecek bir ‘vizyon’dan yoksun olduğunun işaretlerini her geçen gün daha fazla veriyor.

Asker, istihbarat alanında ‘polis’in yaptığı işi de kendine istiyor. Asker, Kuzey Irak’ta zaten devre dışı bıraktığı MİT’in yaptığı işi de kendine istiyor. Asker, polisin yetkilerini de jandarma için istiyor.

Kimselere güvenmiyor asker!

Asker, kendi tekel durumunu güçlendirmek için mevcut koşullarda inisyatif geliştiriyor sürekli olarak. “Güneydoğu benim işim, kimse karışmasın” diyor öteden beri.

Oysa askerin de eleştiriye ihtiyacı var. Ama eleştiriye kapalı. Dün de öyleydi, bugün de öyle. Ve eleştiriye kendini kapalı tutan her kurum yanlışa kapıyı ardına kadar açmış demektir.

Askerin durumu böyle!

Dediğim dedikçi...

Bu dediğim dedikçilik, meseleyi yılan hikayesine çeviren hatalar zincirinin uzayıp gitmesine yol açıyor.

Asker acaba hata yaptığının ne kadar farkında?..

Örneğin Kürtçe televizyon kararı alındı hükümet tarafından. Bir türlü uygulanamıyor. Neden? Asker hâlâ o malum havayı, “Kürtçe, milliyetçiliği körükler!” havasını çalmaya devam ediyor çünkü...

Başka sorular da var. Düzenli orduyla, ordunun mevcut donanımıyla PKK’ya karşı mücadele nereye kadar yürütülebilir sorusu örneğin...

Kısacası:

Askerin elinde bir ‘ezber’ var. Bu ezbere inanıyor. Bu ezberin sorgulanmasına da izin vermiyor.

Oysa askerin inandığı bu ezberdir, Türkiye’de bu ‘yangın’ın bu kadar parlamasına yol açan...

Şimdi asker de sıkıntıda!

Bu biliniyor.

Kendi sıkıntılarını da aşabilmesi için bu ‘ezberi’ni sorguya açması şart askerin...

Bunun gibi, seçilmiş siyasal güçlerin, Meclisle hükümetin de artık kendi varlıklarını hissettirmeleri lazım, eğer yangının kontrol altına alınıp zamanla sönmesi isteniyorsa...

Uzun lafın kısası:

‘Askerin ezberi’yle de, ‘asker korkusu’yla da ne barış, ne de demokrasi mümkündür!

Milliyet, 8.10.2008

Hasan Cemal

09.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır