"Gerçekten" haber verir 14 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Küresel kriz ilâhî ikazdır

Papa 16. Benediktus, “Küresel kriz, İlâhî ikazdır!” diyor. Böyle dediği için ne Batı’da hücuma maruz kalıyor ne de Türkiye’de bir Müslüman benzer değerlendirmede bulunduğunda topyekûn harekete geçen “lâikçi” medyadan ses çıkıyor.

17 Ağustos 1999 depremi için benzer bir değerlendirmede bulunan Sayın Mehmet Kutlular hapis cezasına çarptırılmış, o bu cezayı çekmiş ama AİHM, böyle bir değerlendirme hukuka aykırı değildir diyerek, onu hukuka aykırı bulan Türkiye Cumhuriyeti mahkemesini mahkûm etmişti. Elbette kevnî/kozmik meseleler üzerinde yorum yaparken seküler kanunlara göre davranmak, Allah’a ve dine inancımızı onlara göre düzenlemek mecburiyetinde değiliz.

Evet, Kur’an’da iki küsur sayfa olarak anlatılan Hz. Musa (as) ve Hz. Hızır (as) kıssası, bize bütün hadiselerin Kaderî boyutunu, içyüzünü, asıl manâsını öğretir. Cenab-ı Allah (cc), Kur’an’da kevnî gerçekler gibi fertlerin ve toplumların yaşadıklarını, yani tarihi ve sosyal vâkıaları da zahirî sebepler açısından nazara vermez; çünkü onlara böyle bakmak, o gerçekleri ve hadiseleri manâsızlaştırır ve yaratılışı da anlamsız hale getirdiği gibi, neticede insanı ya deist olmaya ya da Cenab-ı Allah’ın -haşa- manâsız şeylerle iştigal ettiği neticesine, bundan da öte O’nu inkâra kadar götürür. Bu ise, cinayetlerin en korkuncudur. Zahirî sebepler birer bahanedir; asıl sebep, onların gerisinde yatan Kaderî veya İlâhî hükümdür. Bize düşen, öncelikle onu aramak ve ona göre davranmaktır. Bu, zahirî sebepleri görmeyelim manâsına gelmez. Çünkü sebep ve netice gibi, zahirî ve aslî sebepler için de iki ayrı değil tek ve aynı Kader hükmeder; zahirî sebepler de aslî sebebe bağlıdır. Kader, bu aslî sebebe göre hükmünü verir; zahirî sebebi bir perde yapar ve bizi aslî sebebi görmeye çağırır.

Meselâ, Uhud Savaşı’nın ikinci devresinde Müslümanların yaşadığı zahirî mağlûbiyetteki görünür sebep, Peygamber Efendimiz’in (sas) kesin emrine rağmen okçuların yerlerini terk etmeleridir (Âl-i İmran, 152). Ama bu görünür sebebi ve Sahâbe ordusunun savaşın ikinci devresindeki zahirî mağlûbiyetini hazırlayan asıl sebep, Kur’an’da açıkça buyrulduğu üzere, Sahâbe’den bazılarının daha önce kendi seviyeleriyle tam örtüşmeyecek şekilde davranmış olmalarıdır (Âl-i İmran, 155). Bu da, Allahü a’lem Bedir Savaşı’nda düşman tamamen ezilmeden ganimet toplamaya girişmeleri olsa gerektir (Enfal, 67; Muhammed, 4). Söz konusu zahirî mağlûbiyetin daha başka pek çok hikmetleri vardır ki, bunlar bilhassa Âl-i İmran Sûresi’ndeki ilgili âyetlerden takip edilebilir. Aynı şekilde, Huneyn Savaşı’nın ilk devresinde yaşanan zahirî mağlûbiyetin görünürdeki sebebi, Huneyn Vadisi’nde düşmanın pususuna düşmektir. Fakat bu sebebi hazırlayan ve o mağlûbiyete hükmeden asıl sebep ise, Müslüman ordusundaki bazılarının kalblerinde beliriveren güçlerine aldanma, “bugün bizi yenebilecek kimse yoktur!” duygusuna kapılıp, zaferi bir anlık bir duyguyla bile olsa kendi maddî güçlerine bağlayıverme olmuştur (Tevbe, 25).

Fert fert ve toplumlar olarak hayatımızdaki her bir hadise nasıl pek çok manâlar ve hikmetler yüklü ise, bugün dünya çapında yaşanan ve nelere mal olacağını henüz kimsenin kestiremediği “küresel kriz” de elbette büyük manâlar ve hikmetler yüklüdür; taşıdığı manâ ve hikmetleriyle elbette İlâhî bir ikazdır. Krize yol açan zahirî sebepler kadar olsun, o sebepleri ortaya çıkaran ve onlara hükmeden Kaderî sebepleri aramak gerekir. Ne liberal kapitalizm ve onun üzerine oturduğu pazar ekonomisi, “ideolojilerini mitoloji haline getirenler”in zannettiği gibi insanlığın önündeki yegâne alternatif ve tarihin sonudur ne de mevcut herhangi bir siyasî sistem. Çünkü bunların hiçbiri, Cenab-ı Allah’ın kâinat gibi insan hayatının da yaratılış ve işleyiş, yani varoluş sistemi olarak tayin buyurduğu, varlığın üzerinde döndüğü İlâhî icraatın unvanı olan kanunlar bütününe, yani “fıtrat”a uygun değildir. Dolayısıyla, fıtratın bir tercümesi olan İslâm’a da uygun değildir ve hepsi, sona ermeye mahkûmdur. Bu konu, üzerinde biraz daha durmayı hak ediyor.

Zaman, 13.10.2008

Ali Ünal

14.10.2008


Gözaltı süresini arttırma konusunda Başbakan kandırılıyor mu?

Gazetelere yansıyan bilgilere bakılırsa Başbakan Erdoğan, hem polisin hem de askerin terör suçlarında gözaltı süresinin uzatılması talebinde bulunduğunu belirterek, AB’deki uygulamaların incelendiğini söyledi ve ekledi; “Gözaltı süresi İngiltere’de 28 gün, bizde ise 4 gündür.”

Polisten aklı başında hiçbir insan böylesi bir talebi, –başbakanı faka bastırma art niyetini taşımıyorsa- düşünmemeli. Askeriyenin de aklını başına aldığına inancımızı koruyoruz.

Belli ki birileri başbakanı fena halde işletiyor. Evet, İngiltere Terörle Mücadele Kanunu’nda gözaltı süresi (pre-charge detenting) 28 gün. Ancak yasadaki uygulamayı aynı şekilde bize de getirecek olsak, teröristler bayram ederken, güvenlik görevlileri kan ağlayacak. O yetkinin varlığı İngiltere’de de, tüm dünyada da hâlâ hukukçular tarafından çok tartışılıyor. İngiltere’de bile bu gözaltı yetkisinin uygulama şekli ve sınırları bizdeki mevcut uygulamadan bile daha demokratik. Buna göre, “gözaltına alınan zanlı en kısa zamanda polis birimlerine getirilmelidir. Polis birimine getirilen zanlının dosyası operasyona katılmayan, polis araştırması ve operasyonla dogrudan ilgisi bununmayan bir polis yetkilisi tarafından incelenmek (review) zorundadır. Bu inceleme (review) 12’şer saat aralıklarla tekrarlanmalıdır. İncelemeyi yapan, operasyonla doğrudan ilgisi bulunmayan (terör ve istihbarat birimlerinde çalışmayan, tercihan hukuk biriminde çalışan) yetkili polis: a) operasyonla doğrudan ilgili deliler elde edileceğine (örneğin, zanlıyı sorgulayarak), b) operasyonla doğrudan ilgili delillerin korunacağına, ya da c) zanlının sınır dışı edileceği ya da mahkeme önünde suçlanacağı konusunda emin olursa gözaltı süresinin devamına izin verebilir. İncelemenin çerçevesi ve sonucu hakkında yazılı notlar tutulmak zorundadır. Zanlılar ve onların avukatları inceleme süresince temsilci bulundurma, müdahil olma hakkına sahiptirler. (Ayrıca konu ile ilgili olarak bağımsız gözlemcilerin de inceleme yapmasına izin verilmektedir. Bizde sanığın avukatının bile sorguda bulunmasının izin verilmek istenmiyor) 48 saatin sonunda, zanlıyı gözaltında tutmak için hâkim kararı almak zorunludur. Hâkim, ancak a) operasyona ilişkin diğer yeni deliller elde edileceğine ya da mevcut delillerin korunacağına, b) incelemenin dikkatlice ve hızlı bir şekilde yürütüldüğüne ilişkin makul bir zeminin olduğuna ikna olursa gözaltı süresini uzatabilir. İlk hâkim kararı maksimum 7 gün için geçerlidir. Gerekli görüldüğünde yeni hâkim kararı alınabilir. Her yeni karar 7 gün süreyi aşamaz. 14 gün süreyi aşan hâkim kararları ancak bir üst mahkeme hâkimi (a senior judge) tarafından verilebilir. Hâkim kararlar ile bile olsa zanlı 28 günden fazla gözaltında tutulamaz. 28 günün sonunda zanlı ya serbest bırakılmalı ya da mahkemeye çıkarılıp suçlanmalıdır.” (Bizde bir kişinin mahkemeye getirilip suçlanması bir yılı alabilmektedir)

“Bu yetki sadece bir yıl sure için geçerlidir ve parlamento her yıl bu yetkinin devam edip etmeyeceğini oylayıp karar bağlamak zorundadır.”

“Temmuz 2006 ile kasım 2007 tarihleri arasında uygulanan bu yetki çerçevesinde 204 kişi gözaltına alınmış olup bunlardan sadece 11 tanesi 14 günden fazla gözaltında tutulmuştur. Gözaltında 14 günden fazla tutulanlardan sekiz kişi suçlanarak mahkemeye çıkarılmış, üç kişi de suçlanmaksızın serbest bırakılmıştır.” (Rogo Russell, Terroism pre-charge detention comparative law study.)

Yeri geldiği için şunu da burada belirtelim: Bu 11 kişinin hakkını korumak, 28 günlük gözaltı süresini eleştirmek için binlerce sayfa makale ve onlarca kitap yazılmıştır.

İngiltere’de polisin terör suçlarında gözaltı süresini uzatma talebine neden olan olay 2004 yılındaki El-Kaide bombacısı Dhiren Barot’un gözaltına alınmasından sonra ortaya cıktı. Barot’un gözaltına alındığı operasyonda 270 bilgisayar, 2.000 disk ve 8.000 den fazla doküman ele geçirildi. Bu operasyon çerçevesinde yedi kişinin gözaltına alınması ve operasyonun üç değişik ülkeye yayılması söz konusuydu. 2006 yılındaki havaalanı saldırısı iddiasındaysa 400 bilgisayar, 8.000 disk ve 25.000’den fazla dokümana el konuldu. Bu kadar fazla dokümanın incelenip, zanlının hâkim karşısında suçlanması için istenen gözaltı süresinin istisna durumlar için olduğunu bizzat İngiliz yetkililer de söylemektedirler.

İngiltere de gözaltı prosedüründe insan hakları açısından dengeyi sağlamak için bir takım sınırlamalar da getirildi. Bunlara göre: 28 günlük süre için kararın içişleri bakanı tarafından verilmesi, yetkili savcı ve polis tarafından desteklenmesi gerekiyor. Ve bu sadece bir yıl için geçerli bir yetki ve her yıl parlamento tarafından yenilenmek zorunda. Bu yetki yalnızca özel durumlarda, terör olayının ertesinde ya da terör olayından şüphelenildiği durumlarda uygulanır. Yine bu konuda sorumluluğu ve şeffaflığı sağlamak için bağımsız, kurum dışından bağımsız gözlemcilerin, her olayı ayrıca inceleyip parlamentoya ve halka raporlar sunması zorunludur. (Bizde kurum dışından bir kişinin operasyon hakkında inceleme yapmasını bir kenara bırakın, “askerî alan” yazan tel örgülerin yanında dursa nöbetçi tarafından vurulma tehlikesi bile mevcut değil mi?)

Şimdi Sayın Başbakan’a soruyoruz: İngiltere’de yalnızca istisnai durumlar için geçerli olan ve şimdiye kadar sadece 11 kişi için uygulanan bu hakkın, Türkiye’de her gün yapılan terör operasyonlarında gözaltına alınan yüzlerce hatta binlerce kişiye uygulanması sizce nasıl sonuçlar doğurur? Bu PKK’nın işine mi yarar, yoksa güvenlik güçlerinin elini mi güçlendirir? Bilgisayarı bırakın, okuma yazma bile bilmeyen PKK üyelerinden ya da onların destekçilerinden bilgisayar gibi gerçekten incelenmesi zaman alacak suç delilleri bulamayacağınıza göre, gözaltı süresini uzatınca hangi ek delili nasıl elde etmeyi düşüneceksiniz? Bunu işkence ile elde etmeyecekseniz, nasıl yapacaksınız? Ayrıca PKK konusunda sorun yakalanan teröristler değil yakalanamayan, dağdaki teröristler değil mi?

Sayın Başbakan, iddia ediyoruz ve bunun tersi olursa da bütün görevlerimizden istifa etmeye hazırız. Başbakan rastgele bir emniyet içindeki terörle mücadele şube müdürlüğünü arasın ve PKK sorgusuna bakan bir uzmanı yanına çağırsın. Sorguda en kolay konuşan örgüt mensuplarının PKK’lılar olduğunu birinci elden öğrenecektir. Sorgucuların ifadesiyle “bir lahmacun ısmarlayınca, hatta bir kuru ekmeğe konuşan PKK üyeleri” için gözaltı süresinin uzatılması talebine ne gerek var? Başbakan’a İstanbul Emniyet’i terörle mücadele şube müdürlüğünde çalışan Serdar Bayraktutan’ın Anne Ben Geldim adlı kitabını öneririz. Yaşanmış 4.500 terör sorgusundan sonra, insanî yaklaşımla 4.450 ye yakın teröristin yeniden nasıl kazanıldığını bu kitapta görecektir. Ya da konunun uzmanı Doç. Dr. Mesut Bedri Eryılmaz’ın ihtisasından yararlanılsa ve dünyadaki gelişmiş ülkelerin hiçbirisinde gözaltı süreleri konusundaki uygulamaların, kendilerine dayatılandaki gibi olmadığını görse.

Bizden söylemesi, Sayın Başbakan, sizi ‘gözaltı süresini uzatma’ konusunda yanlışa yönlendiriyorlar.

Taraf, 13.10.2008

Önder Aytaç-Emre Uslu

14.10.2008


Güvenlik-özgürlük dengesi ahmaklığı

Karl Marx’ın çok önemli bir saptaması günümüzde her zamankinden de önemli hale gelmiş durumda.

Bir meselenin temeli, isterseniz altyapısı da diyebilirsiniz, kayıyor, gidiyor, eskiyor ama bu eski dünyanın düşünce, inanç kalıpları, isterseniz üstyapısı da diyebilirsiniz, varlıklarını havada kalarak da olsa, temelsiz de olsa sürdürüyorlar. Bu durumun, bu gerçeğin son örneklerinden birini de Aktütün Karakolu faciası ve skandalı sonrası güvenlik ve özgürlük anlayışımızda görüyoruz.

1990’ların başına kadar dünyamıza, bölgemize damgasını vuran soğuk savaş döneminde edinilen bazı alışkanlıklar, bazı kalıplar artık temelleri çökmüş de olsa bazı insanların zihinlerinde varlıklarını sürdürüyorlar. Koca koca insanlar çağımızın iki temel kavramı, güvenlik ve özgürlük kavramları arasında bir tahtıravalli dengesi olduğuna inanmayı sürdürüyorlar.

Tahtıravalli dengesi bir ayak yukarıya kalktığında diğerinin aşağıya inmesi anlamına geliyor.

Bizim örneğimizde de birileri hala güvenlik ve özgürlük kavramları arasında bir tahtıravalli dengesinin olduğuna inanıyorlar.

Bu inanışa göre bir ülkede, bir bölgede özgürlükleri geliştirir, arttırırsanız güvenliğinizden taviz veriyorsanız yani güvenliğiniz azalıyor.

Tersi de doğal olarak geçerli yani bir ülkede, bir bölgede güvenlik önlemlerini, yasal boyutlarıyla ve uygulamada geliştirir, arttırırsanız özgürlüğünüzden taviz veriyorsunuz.

Bu anlayış, bu inanış tümüyle artık geride kalan soğuk savaş döneminin bir inanışı ve aklı başında insanlar için günümüzde artık pek bir anlamı yok.

Eski dönemlerin anlayış ve inanışlarının hep baki kalacağına inananlara da ‘ahmak’ demekte bence bir sakınca pek yok; ahmaklığın bir tanımı da zaten bu. Tabi bir de ahmak olmadıklarını ama sadece uyanık olduklarını düşünen ve bu yeni dönemde kendi çıkarları için eski dengeleri sürdürmek isteyen daha büyük ahmaklar da mevcut. Bunlar meseleye sadece bir inanış için değil çıkar için yaklaşıyorlar ama zamana karşı çıkar uyanıklığı belki de ahmaklığın en büyüğü.

Oysa günümüzde bu iki kavram, güvenlik ve özgürlük arasındaki ilişki artık bir tahtıravalli ilişkisi hiç değil, yani biri yükseldiği zaman diğeri düşmüyor, tam tersi bu iki kavram artık her yerde aynı yönde hareket ediyorlar.

Diğer bir anlatımla özgürlüğünüz arttığı zaman daha da güvenli hale geliyorsunuz.

Ya da güvenliğiniz arttığı zaman daha da özgür oluyorsunuz.

Avrupa Birliği süreci de zaten bu anlayış üzerine oturuyor ve çok anlamlı örnekler sergiliyor.

Aktütün faciası ve skandalı sonrası bizim ahmaklarımız da hemen yeniden güvenlik-özgürlük dengesi adı altında tahtıravalli örneğine geri döndüler ve bölge güvenliği için AB reformlarının getirdiği özgürlük anlayışının tehlikeli ve fazla olduğunu papağan sürüsü gibi tekrarlamaya başladılar.

Mesele çok önemli bir meseledir ve alanı ahmaklara kaptırmanın Türkiye’ye maliyeti çok ama çok büyük olabilir.

Cuma namazı saatlerinde başlayan bir saldırıyı MGK üyesi, bir kuvvet komutanı tam otuz saat sonra Cumartesi akşam saatlerinde duyabiliyorsa (Genelkurmay sitesi 48 no.lu bildiriyle aynen bunu söylüyor), aynı karakolda on küsur senede 46 şehit verebiliyorsak, kimsenin aklına bu karakolu taşımak ya da farklı bir biçimde teçhiz etmek gelmiyor ise, bu güvenlik probleminin faturasını AB reformları sürecine çıkarmak ahmaklığın herhalde daniskasıdır diye düşünmemi doğal karşılamanız gerekir.

Sorgulamalara avukatlar alınmayacak, gözaltı süreleri uzayacak, arama izinleri yargı kararlarından jandarmaya geçecek ve böylece Aktütün’e yapılan saldırılar duracak.

Bunu bazı ahmaklar düşünüyorsa en azından herkesin de ahmak olduğunu düşünmemelerini tavsiye ederim.

Star, 13.10.2008

Eser Karakaş

14.10.2008


Ordumuzu kimler yıpratıyor?

Aktütün baskınından sonra, sözlü ve yazılı basınımızda, bazı komutanlarımız eleştirildi. Genelkurmay Başkanlığımız, yapılan tenkitlere cevap verdi: “Bu kabil yazılar, eleştiriler ordumuzu yıpratmaktadır!” dedi.

Ordumuzu yıpratmak isteyenler elbette var. Çünkü biz, dünyada, en çok düşmanı olan milletlerin başında bulunuyoruz. Yalnız ben inanıyorum ki, silahlı kuvvetlerimiz, dışarıdan yapılan tahriklere kapılmadığı, siyasete bulaşmadığı, hükümet darbelerine kalkışmadığı müddetçe, şunun-bunun yıpratma gayretleri bir şey ifade etmez.

Tarihimizle sabittir: Ordumuzun yıpranması, bölünmesi, birbirine hasım gruplar haline gelmesi, bazı komutanlarımızın, paşalarımızın cehaletleri, gafletleri yüzünden olmuştur.

Mesela: Yeniçeri teşkilatımız, cehaletleri ve gafletleri yüzünden ikide bir “istemezüüük” diye kazan kaldırdıkları, siyasete bulaştıkları için, 1826 yılında -kışlaları topa tutularak- ortadan kaldırılmadı mı?

İttihat ve Terakki Fırkası mensuplarının vatanseverliklerine hiç kimse toz konduramaz. Vatanperver, fakat bilgisiz ve tecrübesiz paşalar, ordumuzu siyasete bulaştırdıkları için, on yıl içinde koskoca imparatorluğumuzu batırmadılar mı? Parçalamadılar mı? Balkan savaşlarında, subaylarımız arasında ikilik çıktığı için Edirne’yi Bulgarlara kaptırmadık mı?

27 Mayıs 1960 darbesinden önce, siyaset kazanında kaynayan bazı gençlik teşekkülleri, ikide bir meydanlara dökülerek: “Ordu, ordu çok yaşa!”, “Ordu gençlik el ele!” diye bağırarak orduyu siyasetin içine çektiler. Bazı subaylarımız oyuna geldiler. Ordumuzu âdeta bir müstevli ordusu durumuna düşürdüler.

Yaşar Kemal ve Cevat Fehmi Başkut, darbeci subaylarla yaptıkları röportajları Cumhuriyet gazetesinde yayımladılar. Açın okuyun o konuşmaları. Sordular darbeci subaylara:

-Hangi kitapları okudunuz?

-Beyaz Zambaklar Memleketi! Başka? Başka kitap yok!

-Peki ihtilâl yapmaya ne zaman karar verdiniz?

-Demokrat Parti, ezanın Arapça okunmasına izin verdiği zaman!

Okumayan, bilmeyen, dışarıdan yapılan tahriklerle bir meşru iktidarı deviren subaylar, ne ordumuza itibar kazandırmışlardır ne de ülkemize huzur getirmişlerdir. Ordumuz sağlam durursa, “yel kayadan hiçbir şey koparamayacaktır!”

Türkiye, 13.10.2008

Yavuz Bülent Bakiler

14.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır