"Gerçekten" haber verir 15 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Sen, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan ve kendisine ölüm asla ârız olmayan Allah'a tevekkül et ve Onu hamd ile tesbih et.

Furkan Sûresi: 58

15.02.2009


Nasıl sevmeli?

<<Elhâsıl, dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-i harfiyle sev, mânâ-i ismiyle sevme; “Ne kadar güzel yapılmış” de, “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin bâtınına başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur. “Allah’ım, bize sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip eyle” de.

İşte, bütün tâdâd ettiğimiz muhabbetler, eğer bu sûretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevâlsiz bir visâldir, hem muhabbet-i İlâhiyeyi ziyâdeleştirir, hem meşrû bir muhabbettir, hem ayn-ı lezzet bir şükürdür, hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.

Meselâ, nasıl ki bir padişah-ı âlî(Hâşiye) sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:

Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha âit değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem, elma lezzeti dahi cüz’îdir, hem zevâl bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.

İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatât-ı şâhânedir. Güyâ, o elma iltifat-ı şâhânenin numûnesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhâr eder. Hem, iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu lezzet, ayn-ı şükrandır; şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

Aynen onun gibi, bütün ni’metlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gàfilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsânîdir; o lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakk’ın iltifatât-ı rahmeti ve ihsanâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatâtın derece-i lûtuflarını takdir etmek sûretinde kemâl-i iştihâ ile lezzet alsa, hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.

Haşiye: Bir zaman iki aşîret reisi bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.

Sözler, s. 583, (yeni tanzim, s. 1042-45)

padişah-ı âlî: Yüksek, büyük bir padişah.

muhabbet: Sevgi.

refîka-i hayat: Hayat arkadaşı, eş.

rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti.

mûnis: Alışılmış, cana yakın, sevimli, dost.

latîf: Güzel, hoş.

hüsn-ü sûret: Fizikî güzellik.

câzibedar: Çekici.

letâfet: Güzellik, hoşluk.

hüsn-ü sîret: İç güzellik, ahlâk güzelliği.

cemâl: Güzellik.

cemâl-i şefkat: Şefkat güzelliği.

hukuk-u hürmet: Hürmet hakkı.

zevâl: Son bulma, sona erme.

mânâ-i harfi: Birşeyin Yaratıcısına bakan, onu târif eden ve tanıtan mânâsı.

mânâ-i ismi: Birşeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı.

bâtın: İç, dâhilî, gizli, içyüz.

bâtın-ı kalb: Kalbin içi, mânevî tarafı.

âyine-i Samed: Allah`ın Samed isminin tecellî ettiği yer.

tâdâd: Sayma, sıralama.

visâl: Kavuşma.

muhabbet-i İlâhiye: Allah sevgisi.

ayn-ı lezzet: Lezzet ta kendisi.

nefisperverâne: Nefsini çok severek, nefsî isteklerine çok düşkün.

iltifatât-ı şâhâne: Padişaha yakışır iltifatlar, iyilikler.

mücessem: Cisimleşmiş.

gılâf: Kılıf, mahfaza, örtü.

telezzüz: Lezzetlenmek.

iltifatât-ı rahmet: Allah`ın rahmetinin lütuf ve iyilikleri.

kemâl-i iştihâ: Tam iştah.

15.02.2009


Yirmi dört saat dâvâsını düşünen adam:

Zübeyir Gündüzalp

Selâhaddin Şafak anlatıyor:

Zübeyir Ağabey, daima Risâle-i Nur’a dikkat çekerek onun bitmez tükenmez bir hazine olduğunu dile getirirdi. Bu eserlerin mutlaka değişik tabakalara tanıtılması gerektiğini söyler, iyi istifade etmenin yollarını araştırmamızı isterdi. “Aç insan nasıl yemeğe koşuyorsa, sizler de Risâle-i Nur’lara öyle koşacaksınız” derdi.

1970 yılının Şubat’ında gazete çıkmaya başladı. Ben yine Tahir Ağabeyin yanında Sabahattin Aksakal ve İsmail Yazıcı ile birlikteydim. Sabahattin Ağabey, o zaman gazetenin yazı işleri müdürü olmuştu. Bir süre sonra M. Nezihi Polat rahmetli olunca, Kutlular Ağabey benden, birkaç kere gazeteye gelmemi, orada kendileriyle birlikte çalışmamı istedi. Ben de bu işe kendimin karar veremeyeceğimi, Zübeyir Ağabeyin izni olursa gelebileceğimi söyledim. Zira o yıllarda ben tamamen hizmetle uğraşmak, “vakıf” olarak kalmak istiyordum.

Bir gün Nurtaşı’ndaki dershanede bulunuyordum. Kardeşlerden biri, “Selâhaddin Kardeş, Zübeyir Ağabey üst katta seni istiyor” dedi. Ben üst kata çıktım. Zübeyir Ağabey, yanında Mehmet Fırıncı Ağabey de vardı, bana hitaben, “Kardeşim Selâhaddin! Kutlular ve Fırıncı Ağabeyler, senin gazeteye gitmeni ve orada istihdam olmanı istiyorlar. Ne dersin?” dedi.

Ben de, “Siz ne derseniz, nasıl isterseniz ben elimden geldiği kadar en iyi şekilde o işi yapmaya çalışırım ağabey” dedim.

O zaman bana döndü ve “Kardeşim, gazetede büyük bir hizmet var. Sen de bu işi yapabilirsin. Bizim orada kendi adamımız yok. Sen şimdi git, kaydını gazetecilik yüksek okuluna yaptır ve gazetede de çalışmaya başla. Bu ağabeylerimize yardımcı ol. Allah yardımcın olsun” dedi.

Ben o zaman lise mezunu olarak bir önceki sene üniversite sınavına girmiş, fakat herhangi bir üniversiteye kayıt olmamıştım. Bu görüşmeden sonra gazetecilik yüksek okuluna kayıt yaptırıp gazetede çalışmaya başladım. Bu tamamen Zübeyir Ağabeyin isteği ve talimatıyla oldu.

1.8.1970’de bizim gazetecilik maceramız başlamış oldu. Bu arada daha önce de İttihat ve Yeni Asya’yı camilerde birçok ağabeyle birlikte sattığımız da olmuştur. Hatta hiç unutmam o zaman gazete de, “Zottirik Adasında Kral Benim!” diye bir yazı dizisi çıkmıştı. Mehmet Fırıncı Ağabey ile birlikte, Fatih’ten Beşiktaş’a kadar afiş yapıştırmıştık.

***

Zübeyir Gündüzalp deyince, hâzâ Kur’ân, hâzâ dâvâ, hâzâ Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri aklıma geliyor. Her zaman, her an, sadece dâvâsını ve hizmetini düşünen bir insan. Sadece Risâle-i Nur ve hizmet için yaşayan dâvâ adamı. Hayatta tek hedefi, hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye’ye hizmet etmekti. Başka bir düşüncesi yoktu. Bana Zübeyir Ağabey şunu öğretti:

“Ben, risâlelere herkesten ziyade muhtacım. Ben, ümmet-i Muhammed’i sahil-i selâmete çıkaran geminin hademesiyim. Minnetimi sadece Allah’a duyarım. Hayatımı sadece Allah rızası için Kur’ân’a ve Risâle-i Nur’a feda ederim...”

Bana derdi ki:

“Herkes derdini size anlatacak. Ama siz derdinizi sadece Allah’a anlatacaksınız.”

Ben o zaman yaşça küçük olduğum halde, hizmetlerin içinde bulunmam hasebiyle Zübeyir Ağabeyden çok fazla teşvik, teselli ve iltifat aldım. Zira Tahirî Ağabeyin yanında kalıyordum, zaman zaman da Bekir Ağabeyin yanına giderek—Fırıncı, Birinci, Kutlular ve Abdulvahit Ağabeyler Bekir Ağabeyin yazıhanesinde beraber kalıyorlardı—oradaki yazı işine yardım ediyordum.

O yıllarda hizmet demek Zübeyir Ağabey demekti. Her konuda disiplinli ve dirayetli idi. Bir mesele olunca Tahirî, Sungur ve Bayram Ağabeyler gibi Üstadın talebelerini toplar ve tek ses, tek vücut olarak camianın görüşünü dile getirirdi. İttihadı en güzel şekilde temin ederdi...

Risâle-i Nur ve Üstaddan hiç taviz vermezdi. Zübeyir Ağabeyin bu tutumu ve tavrı sonucu o zaman Risâle-i Nur Talebeleri, cemiyete yön veren, kamuoyu oluşturan bir gruptu.

Zübeyir Ağabeyin en büyük özelliği, herkesin bardağını kabiliyetine göre doldururdu. Onun ihtiyacı olanı ona ders verirdi. En güzel tarzda dâvâsını anlatırdı. Hizmet söz konusu olduğunda, hastalık dahil hiçbir şey onu durduramazdı. Nerede bir hizmet varsa orada olurdu.

***

O yıllarda MSP hareketi başlamıştı. AP’de senatör ve milletvekili olan ağabeyler bu hareketle ilgili müracaat ettikleri zaman, müthiş kızarak şöyle dediğini hatırlıyorum:

“Kardeşim, ben sizleri Ankara’da, ‘mebus dershanesinde’ hizmetlerle alâkadar biliyordum. Siz parti kurma işiyle mi meşguldünüz?”

Hatta o zaman Kutlular Ağabey aktarmıştı. Erbakan’ın, parti kurma meselesinde, şeyhi hakkındaki sadakatini duyunca Zübeyir Ağabey yerinde duramamış ve şunları söylemiş:

“Allah senden razı olsun, Hacı Tevfik! Bana Üstadıma sadakat dersi öğrettin. O, bir şeyh efendiye bu kadar sadakat gösteriyorsa, bizim ondan çok daha fazla bu asrın en büyük Müceddidine sadakat göstermemiz gerekmez mi? Bu konuda çok büyük ders aldım!”

Bana göre Nur Talebesi olmak isteyene Zübeyir Ağabey en büyük örnektir. O, 24 saat dâvâsını, hizmetini düşünen, yaşayan ve anlatan gerçek bir Nur Talebesi idi.

En büyük üzüntüm, böyle bir ağabeyden daha güzel, daha iyi istifade edemememdir. Zira o Üstadımızın gerçek bir veziri idi. Zübeyir Ağabeyin bize verdiği üç nasihatle sözlerimi bitirmek isterim:

1. İhtiyata dikkat et. İhtiyatlı konuş. Kırmızı kaplı kitapların içindekileri oku. Başka şeyleri değil.

2. Konuştuklarına dikkat et. Bir insanın yüzüne söyleyemeyeceğin hiçbir şeyi arkasından söyleme. Sonra mahçup olursun.

3. Biz Allah’a hesap vereceğiz. Allah bizi hesaba çekecek, unutma. İnsanları kandırabiliriz, ama Allah’ı asla!

(İbrahim Kaygusuz'un “Zübeyir Gündüzalp”

kitabından alınmıştır)

15.02.2009


“Amerikalılar adına İslam ve Müslümanlardan özür diliyorum”

Bir önceki yazımı bitirirken dindar Hıristiyan bir gencin Risâle-i Nur dersine olan ilgisinden bahsetmiş ve dersimizde yaşadıklarımızı aktaracağımı belirtmiştim.

Bunları aktarmadan önce David’e neden dindar bir Hıristiyan diye hitap ettiğimi söylemeliyim.

Nurlardan istifade etme gayretinde olan bütün bahtiyarların malûmudur ki; “Dindar Hıristiyan” tâbiri Risâle-i Nur Külliyatının—dindar ruhaniler ve hakikî dindar ruhaniler de dahil olmak üzere—altı yerinde geçmektedir. “Hıristiyanın dindar ruhânileri” sözünün Yirminci Lem’a olan İhlâs Risâlesinde de geçmesi çok dikkatimi çeken bir noktadır.

Benim için ölçü olabilecek bir gözlem oldu David’le tanışmamız… Dindar Hıristiyan kavramının içini doldurmak için şüphesiz ki böyle gözlemlere ihtiyaç duyuyorsunuz. Acaba bir Hıristiyan nasıl dindar olabilir veya neleri yaparsa dindar diye tarif edilir sorularının cevabı, aradığınıza karşılık gelmeyebilir.

Taassup ve buna benzer başka bir çok halin getirdiği dindarlık, “başka” veya “farklı” bir şeyle buluşmayı engelleyen önemli faktörlerden çünkü… Çok eskilere dayanan tortuların üzerine modern zamanların insafsız propagandaları da eklenince, dindar diye tarif edebileceğimiz Hıristiyanların bu yalan propagandalara büyük bir hevesle sarıldığını ve İslâm hakkında saçmaladıklarını zaman zaman görebiliyoruz. Burada zikredeceğim şey benim şahsî bir ölçüm, fakat bu menfî durumu gözlemlediğim zaman tesbitimi şöyle yapıyorum: Bu bir Hıristiyan din görevlisi ama “dindar Hıristiyan” değil…

Medar-ı münakaşa noktaları muvakkaten görmezden gelmek olan ölçümüzün işletilebileceği bir meclis oluşmuşsa, işte orada taassubun ötesinde bir dindarlıktan bahsedilebilir. Hayata, Hayatı Veren’in koyduğu ölçülerle bakmaya çalışan ve bu mânâda eline geçen (akılları iknâ eden) her hakikate kıymet veren bir anlayış—muhatabımız Hıristiyan olduğunda—dindar bir Hıristiyandır denilebilir.

Bu düşünceler, başkasının dindarlığını sorgulama mânâsında değil de, kitabî bir kavramı hayatın içinde anlama çabası olarak değerlendirilebilir.

İşte David`i ‘dindar bir Hıristiyan’ olarak tavsif etmem, bu düşüncelerin sonucudur.

***

Yirmi Üçüncü Söz’ün Birinci Mebhasının Birinci Noktası’nı David okuyor, biz de takip ediyoruz.

İlk paragrafta, hakikatlerin bir formül gibi verilmesi ve devamında temsil ile beyan edilmesi, okuma ve anlama gayretini tahrik eder bir mahiyette… Esmâ-i İlâhî, San’at-ı Rabbânî, Sani-i Zülcelâl gibi kavramlar çok dikkat çekiyor ve üzerinde durulması isteniyor.

“İnsanların san’atları içinde, nasıl ki maddenin kıymeti ile san’atın kıymeti ayrıdır…” diye başlayan temsilin daha ilk başlarında David, temsilin sonunda ulaşılacak olan hakikati sezmiş olmalı ki hayretini bildiren kelimeler zikrediyor. “İşte insan, Cenâb-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır” cümlesi hakikati şimşek gibi parlatıyor, dikkati gelecek olan hakikatlerin üzerine topluyor.

İmanın bir intisap olması, küfrün bu intisâbı kesmesi hakikatleri üzerinde uzun uzun duruluyor. David ve arkadaşı T-Jay’ın inançsızlık felâketi konusunda söyleyecek çok şeylerinin olduğunu işitmek hakikaten ümidimizi kuvvetlendiriyor. İnsanoğlu olarak düşürüldüğümüz /düştüğümüz durumların “dindar Hıristiyan” gençler tarafından da teessüfle izlendiğini, çareler arandığını bir kere daha müşahede ediyoruz.

İnsaniyeti tefessüh ettiren binlerce şeylerin vicdan sahiplerini iyice daraltması ve çıkış yolu arayışının kuvvetlenmesi, İslâmiyetteki günde beş vakit namaz, oruç, zekât gibi ibadetler ve alkol ve zina yasağı gibi yasakların “harika”larla takdir edilmesine yol açıyor.

Ramazan ayında beraber oruç tutma ve o hâli yaşama isteği “fıtrat dini İslâm” hakikatini hatırlatıyor.

Birinci Nokta’nın son cümlesini de okuduktan sonra David, kapanış cümlesini zikrediyor: “Arkadaşlar ben, İslâm ve siz Müslümanlardan bütün Amerikalılar adına özür diliyorum.”

Birbirimize tebessüm ederek bakıyoruz. Müşterisini her hâliyle memnun eden bu eserler, iftihar kaynağımız… Çünkü biz de bu eserler vesilesiyle bir kıymet ifade ediyoruz. Bu gerçekten böyle.

Çayları yudumlayıp, bir sonraki dersimizde görüşmek ümidiyle ayrılıyoruz.

SAİD HAFIZOĞLU

15.02.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır