"Gerçekten" haber verir 02 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

28 Şubat-Ergenekon; askerleri, sivilleri...

Türkiye’de tüm darbeleri yaşadım...

‘28 Şubat darbesinde neredeydin?’ başlıkla, yazısına bu cümleyle girmişti dünkü Star gazetesinde Mehmet Altan.

‘Türkiye’de tüm darbeleri yaşadım’ diye yazısına girdikten sona şöyle devam etmişti: “(...)Darbecileri, işbirlikçileri, bitmeyen bir kinle sürüp giden yazar düşmanlığını yakından izledim. Hepsinin, gelişini ve gidişini gördüm. Hepsi de iktidarlarının hiç bitmeyeceğini sanırlardı.

28 Şubat’ı hep hatırlamakta fayda var. O dönemdeki darbeci cuntanın ortalarada dolaşmaya meraklı bir generali, bir canlı yayında 28 Şubat’ın ‘post-modern’ darbe olduğunu söylemişti. Gerçek bir hukuk devleti olsaydık, ‘anayasal bir suçu’ itiraf edenler çoktan yargının önüne çıkmış olurdu.

28 Şubat döneminin en sıcak günlerinde de, bizleri kendi darbeci mantıklarının propagandasına alet edemeyip andıçlayanların, yazarlara baskı yapmaya uğraşan darbecilerin silinip gideceklerini, bizlerin de yaptığımız işlere devam edeceğimizi biliyordum...”

Mehmet Altan, “Türkiye’deki tüm darbeleri yaşadım” derken 12 Mart’la (1971) anılarına dalmış. ‘Tüm darbelerin anası’ olan 27 Mayıs’ı da (1960) hatırlanması gerekiyor. Ne de olsa, bu ülkede ‘iyi darbe-kötü darbe’ ayırımı yapanlar var.

Örneğin, 27 Mayıs’çıların devamı 1971’de 9 Mart’çılar idi. 12 Mart, ‘diğer cunta’ tarafından 9 Mart’çıların önünü kesmek için yapıldı. 12 Mart’ın devamı ise

12 Eylül (1980) oldu.

28 Şubat bir bakıma 27 Mayıs-9 Mart çizgisinin 1990’ların ikinci yarısında 12 Mart-12 Eylül çizgisiyle koalisyon halinde canlanmasıdır.

Ergenekon dediğiniz de, bunun devamıdır. 28 Şubat askeri darbesinin, 2000’lere kollarını uzatan ahtapotunun adı Ergenekon...

***

Türkiye’de tüm darbeleri yaşadım ben de. 27 Mayıs’ı hararetle desteklemiş bir çevrede büyüdüm. 12 Mart’ın sanıkları arasındaydım. Kaçtım, yakalanmadım; hapse de düşmedim. 1974 affı ile ülkeme döndüm. 1980 darbesine Cumhuriyet gazetesinde yakalandım. Darbeye muhalif bir ortamda, baskı altında, ama tarihimizin en sert, en şiddetli darbesinin fizikî hedeflerinden biri olmadım.

28 Şubat’ta ise 1998’deki o meşhur ‘andıç’ın, Genelkurmay karargâhından çıkan o kahpe kumpasın mağdurlarından biriydim. Genelkurmay, 2000 sonbaharında ‘andıç’ın varlığını kabullenen bir açıklamada bulundu. Ancak, sorumlularına karşı hukuk o gün, bugündür işletilmedi.

28 Şubat için ‘Postmodern darbe’ sıfatını, bir yazı başlığım olarak 1997 Haziran sonunda ilk kullanan benim. ‘Patent hakkı’ bana aittir.

Yani, 28 Şubat’ın boy hedeflerinden biri oldum.

28 Şubat’ı gayet iyi bilirim.

Ne olduğunu ve ne olmadığını gayet iyi bilirim.

28 Şubat, 1960-2010 arasındaki son 50 yıldaki, son yarım yüzyıldaki askeri darbeler ve müdahaleler tarihimizin en sinsi, toplumun dokularına nüfuz etmiş olan, kurumlarda yuvalanmış ve hâlâ yargıdan medyaya, ülkenin her organında ‘metastas yapan’, uzun zaman dilimine yayılan en özgün ‘darbesi’dir.

‘Postmodern darbe’ sıfatı boşuna değildir.

Bir gece sabaha karşı, tanklar Ankara ve İstanbul sokaklarına mevzilendirilerek veya sabaha Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türküleriyle ülke uyandırılarak gerçekleştirilmemiştir. Zamana yayılmıştır. ‘Atipik’ bir darbedir. O nedenle ‘28 Şubat süreci’ de denilmiştir. O nedenle, ismi üzerinde Ergenekon şaibesi dolaşan bir eski Genelkurmay Başkanı 28 Şubat’ın ‘1000 yıl daha süreceğini’ iddia etmiştir.

28 Şubat, tipik bir askeri darbe değildir. ‘Siviller’in rolünün ve işlevinin en az askerler kadar önemli olduğu, ‘darbe aracı’ olarak ‘sivil kuvvetler’in kullanıldığı, ‘sivil kuvvetler’in ağır bombardıman uçakları ile zırhlı birliklerinin ‘yazılı ve görsel medya’dan oluştuğu çok özel bir darbe türüdür.

***

‘Darbeciler’ silinip gittiler mi?

Asker kanadı öyle gözüküyor.

28 Şubat’ın simge ismi, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in ve onun müştemilatı gibi algılanan dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri ve sözcüsü Tümgeneral Erol Özkasnak’ın görüntüleri de, isimleri de çoktandır dolaşımdan kalktı.

Gerçi, o dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın, son günlerde darbe ve Ergenekon bağlantılı tartışmalar nedeniyle ismi ortalıkta ve münasebetsiz açıklamalarını içeren kasetleri internette dolaşmaya başladı, ama 28 Şubat’ın anlı şanlı üniformalılarını bugünlerde pek hatırlayan da yok.

28 Şubat’ın arkalarını askerlere yaslamış olan ve ‘postmodern darbe’nin ‘özel kuvvetleri’ olarak o dönemde çok önemli ve büyük rol oynamış olanlar—itibarlarını bilemem—ama sıfatlarını ve etkinliklerini koruyorlar.

Gazete genel yönetmenleri, başyazarlar, televizyon anchor’ları yerli yerinde ve isimleri gereğinde daha da cilalanarak duruyorlar. Öyleleri arasından ‘andıçlılar kulübü’ne pek geçiş olmamasına karşılık, aksi yönde ‘transfer’den söz edilebilir.

Ayrıca, o dönemde bazı gazetelerin ve televizyon kanallarının Ankara Temsilcisi olarak Genelkurmay karargâhı ile gazete yazıişleri arasında ‘irtibat subayı’ gibi çalışanlar İstanbul’a terfi bile ettiler. Asker yoldaşlarının kaderini paylaşmadılar.

28 Şubat’ın ‘suçluları’nın—şayet varsa—‘asker kanadı’ bir şekilde tedavülden kalktı, bir kısmı ‘hukuk yolu’ ve ‘yargı aracılığı’yla olmadan tasfiye oldu.

28 Şubat’ı 2000’lerde ve daha da amansız biçimde sürdürmek isteyenlerin ‘Ergenekon’ şeklinde tecelli ettiğini gördük, görüyoruz.

Ergenekon’un ‘asker kanadı’da hapishaneden hastaneye ‘yatay geçiş’ yaparak ‘doğal ayıklanma’ yoluyla, hukuk ve yargıdan paçayı kurtararak ‘tasfiye’ oluyorlar sanki.

Ya 28 Şubat’ın ‘sivil kanadı’? Onlar şu ara ne durumda?

Onlar, şu sıra ‘Ergenekon’u karartma ve sulandırma’ ile meşguller. Öyle olduğu için, bende 28 Şubat-Ergenekon irtibatı kuşkuları uyanıyor.

Mehmet Altan yazısını “Suçluları cezalandıran bir ‘hukuk’ yoksa da... Onları kenara iten bir ‘hayat’ var...” diye bitirmişti.

28 Şubat’ın ‘sivil kanadı’ için geçerli değil bu saptama.

Geçerli olduğu vakit, Türkiye virajı dönmüş olacak zaten...

Radikal, 1 Mart 2009

Cengiz Çandar

02.03.2009


28 Şubat Kaseti: “Fevkalâde iyi iş çıkaranlar”

“İyi saatte olsunlar” bizlere 28 Şubat’ın yıldönümü vesilesiyle bir Karadayı kaseti daha göndermişler.

Hepsi öğreticiydi, ama bu bir başka öğretici. Günün anlam ve önemine bundan daha uygun bir kaset düşünülemezdi. Al kaset çözümünü, koy 28 Şubat Anma Yazısı yerine, olsun bitsin...

“Askeri vesayet rejimi nasıl yürür” konulu bir konferans mı vereceksin, aç kaseti, dinlet katılımcılara, yeter...

Aslında kasetin bir “haber değeri” yok. Karadayı’nın anlattıklarını hepimiz zaten biliyorduk.

Bu yüzden generallerin icraatları babında pek ilginçliği yok kasetin. Asıl ilginç taraf, generallerin “işbirlikçilerine” bakışını, değerlendirmelerini ve üslubunu görmek...

Biliyorsunuz, bir önceki kasette, Erkan Mumcu’ya 367 konusunda yaptığı baskıları anlatıyor ve Meclis’e girme dedim. Girmedi. Halk seçsin şeyini getiren de bu p......” sözleriyle talimatları doğrultusunda hareket eden siyasilere ne kadar “saygı” duyduğunu da çarpıcı bir biçimde ortaya koymuş bulunuyordu. Bu kasette aynı “saygılı” ifadenin Mesut Yılmaz versiyonunu dinliyoruz.

Bir Bodrum buluşmasında, Mesut Yılmaz’ı almış karşısına ve direktiflerini sıralıyor: “1-Siyasi partiler kanununu değiştireceksiniz. 2-Seçim kanunu mutlaka değişecek. 3- Sekiz yıllık eğitimi mutlaka sağlayacaksınız. 4- Milletvekilliği dokunulmazlığını kürsü dokunulmazlığına çevireceksiniz... 7-8 tane şey söyledim, hepsini sırıtarak dinledi” diyor. Ama sonra 8 yıllık zorunlu eğitimin 5 artı 3 şekline dönüştürülmeye kalkılması üzerine fena halde “ihanete uğradığını” hissedip yine ağzını bozuyor: “Sahtekâr bunlar. Burada karar veriyoruz, bir milletvekili kalkıyor önerge veriyor, hemen onu Meclis’te ayarlıyorlar, Yaşar Tüycü...(...) Sonra 8 yıla zor çektik. Onlar bu kadar adi adam, şimdi, Mesut Yılmaz da kaypak.”

Bu satırları okuyunca Mesut Yılmaz’a 28 sürecinde takılan “onbaşı” lakabının ne kadar yerine oturduğunu da görüyorsunuz. Kasette, Erbakan’ın generallerin her dediğini yapan uysal koyun olmasının onlar nezdinde hiçbir sempatiyi ve saygıyı hak etmediğini, karargâhtan çıkmayan ve “Haberimiz olmadan hiçbir şey yapmazdı” dediği Onur Öymen’i nasıl postaları yerine koyduklarını ibretle okuyoruz. Bu hep böyledir. Güç sahipleri, gücün etrafında pervane olanları kullanırlar kullanmasına ama sinek kadar değer vermezler. Yüzlerine güler, arkalarından böyle konuşurlar.

Ben kaset çözümünü en çok bu bakımdan sevdim. En çok bu yüzden sevindim o konuşmaların deşifre olmasına. Belki dedim, bundan sonraki darbe ya da yarı darbe teşebbüslerinde generallerin önünde sıraya girip hizmet sunmaya hazırlananlar, arkalarından nasıl konuşulacağını görürlerse, ileride bu konuşmalar ortaya dökülünce çoluk çocuklarına rezil olmamak için ayaklarını denk alırlar.

Demokrasiye ihanet yeteri kadar büyük bir suçtur zaten. Ama bunun üstüne bir de demokrasi düşmanları tarafından bile böyle aşağılanmak, yapılanın siyasi bir suç olmanın ötesinde bir karakter bozukluğunun işareti olduğunu dank ettirir kimi kafalara.

Bugün 1 Mart 2009

Gülay Göktürk

02.03.2009


Asker ve hukuk devleti

Bendeniz, bu sütunda ve başka yerlerde Türkiye’nin en önemli sorunlarının başında sivil-asker ilişkilerinin anormal kurumsal ve fiili yapısının geldiğini yazmaktan sıkıldım.

Aslında, hukuk devleti yapılanması normalleşmeden ne iktisat meselesini ne de eğitim sorununu kalıcı olarak geride bırakamayacağımız için belki bir süre daha, bu konu bıkkınlık bile getirse, sivil-asker ilişkileri üzerine yazmayı maalesef sürdüreceğiz.

Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Sayın Metin Gürak, Cuma günü yapılan basını bilgilendirme toplantısında kürtçe konusunda askerin resmi görüşlerini duyuruyor.

Gürak Paşa konuşmasında mealen şunları söylüyor: ‘Üniter devlet, ulus devlet yapısına zarar vermeyecek bazı tedbirleri de göz önüne almak kaydıyla devlet bazı açılımlar yapabilir’.

Ahmet Türk’ün TBMM grup toplantısında ‘dünya anadil günü’ vesilesiyle kürtçe yaptığı kısa bir konuşma hakkında da Gürak Paşa şöyle bir değerlendirme yapıyor: ‘Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir, herkesin yasalara göre hareket etmesi gerekir. Hukuk dışı eylemler karşısında yargının harekete geçmesi doğaldır.’

Dünkü (28 Şubat) Milliyet gazetesinde Sayın Fikret Bila da köşesinde konuya ilişkin yorum yapıyor ve Gürak Paşa’nın, Ahmet Türk’ün TBMM grup toplantısı konuşması (olumsuz) ve TRT’nin kürtçe yayını hakkındaki değerlendirmelerinin (olumlu) Genelkurmay’ın çizdiği sınırları göstermesi açısından çok önemli olduğunu belirtiyor.

İşte size Gürak Paşa’nın Genelkurmay adına yaptığı açıklamaların çok kısa bir özeti ve bu açıklama konusunda ülkenin çok önemli ve köklü bir gazetesinin önemli bir yazarının yaptığı değerlendirme.

Bu yazıları ilk okuduğunuzda, bu topraklarda yetişmiş birisi iseniz, bu ifadeleri son derece sıradan karşılayabilirsiniz.

Ama yaşadıklarınız size birazcık da olsa eleştirel bakmayı öğretmiş ise karşınızdaki manzaranın öyle sıradan bir manzara olmadığını, bir hukuk devleti, AB müzakere sürecinde bir ülke için kabul edilmesi olanaksız bir manzara olduğunu görürsünüz.

Paşa’nın konuşmasının ve Fikret Bila’nın yorumunun 28 Şubat kepazeliğinin yıl dönümüne rastlaması da konunun başka ilginç bir yanı.

Türkiye’yi 21. yüzyılda gelişmiş, demokratik, özgür ve zengin batı ülkeleri arasında görmek isteyen birisi olarak en önemli itirazım daima kamusal alanda ‘bize özgü bir yapı’ saçmalığına olmuştur.

Yukarıdaki ifadeler ve gazete yorumu da doğrusu çağdaş batı ülkelerinde eşine, emsaline rastlanamayacak türden garipliklerdir.

Bir siyasetçinin, bir milletvekilinin yaptığı bir konuşma, Hükümetin TRT üzerinden yaptığı bir yayın askerin resmi, kurumsal ilgi alanı değildir, olamaz, olmamalıdır; olursa, Türkiye bir muz cumhuriyeti görüntüsü alır.

Bir hukuk devletinde askerin aldığı bütçe ödeneği karşılığında üretmesi gereken güvenlik hizmetinin tanımı bellidir ve TRT yayınlarının niteliği, dili, bir milletvekilinin konuşması bu tanım içine girmez.

Demokratik bir hukuk devletinde TBMM’nin ve siyasi otoritenin hareket alanının ne olacağı konusunda askerin yorum hakkı yoktur; Gürak Paşa’nın konulara ilişkin şahsi fikirleri doğal olarak vardır ama kimse de bunları merak etmez, resmi basın bilgilendirme toplantısında da yurttaşın duymak istediği konu olsa olsa savunma detaylarına ilişkin konulardır.

Genelkurmay’ın bu konularda sınır çizme yetkisi hiç ama hiç yoktur; bu sınırları hukuk, anayasa, uluslararası sözleşmeler çizer.

Türkiye’nin önemli bir gazetesinin, Milliyet’in, önemli bir gazetecisinin, Fikret Bila’nın bu konuşmaları Genelkurmay’ın çizdiği sınırları göstermesi açısından önemli bulması da ayrı bir demokrasi ve hukuk ayıbıdır.

Bu ilişkiler ‘gerçekçi’ bulunabilir ama çağdaşlık demek ilkel gerçekçilikten hukuka yönelme demektir.

Gürak Paşa hukuk dışı eylemler için yargıyı göreve çağırıyorsa, bir zahmet 27 Nisan muhtırası (özellikle korkunç, hukuk dışı son satırlar) için de aynı şeyi yapmalıdır; askerlik, kurmaylık biraz da tutarlılık demektir.

Star, 1 Mart 2009

Eser Karakaş

02.03.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır