"Gerçekten" haber verir 02 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Görüş

Keşke 29 Şubat'ta yapılsaydı!

Aziz milletimizin tepesine demoklesin kılıcı gibi çöküp, ona nefes aldırmayan, hain ve meş’um ihtilâller zincirinin değişik bir versiyonu olan 28 Şubat 1997’deki askerî hareketin yıl dönümünü yaşadığımız şu günlerde “Keşke 29 Şubat’ta yapsalardı da, dört senede bir hatırlasaydık o günleri…” diyorum.

1995 seçimlerinden önce, zannedersem Milliyet gazetesinin baş sayfasının sol alt taraflarındaydı, küçük bir haber okumuştum. Yanılmıyorsam, Amerikalı Ortadoğu uzmanı birine sormuşlar: “Bundan sonra Türkiye’de ihtilâl olur mu?” diye. Adamın verdiği cevap enteresan: “Eğer Refah Partisi iktidara gelirse, evet.” Hayret etmiş ve filmin sonrasını hep beraber yaşayarak görmüştük.

Hainâne ve dessasâne yapılan işlerin aslı bugünlerde “Ergenekon” diye karşımıza çıkınca anladık neyin ne olduğunu. Nasıl Ticaniler kullanılarak sırtımıza bir kambur gibi yapıştırılan müstebit kanunların çıkartılmasına sebep olunduysa, aynı şekilde “dinde hassas, muhâkeme-i akliyede noksan” bazılarının ahmakane hareketleri neticesinde de, bu “28 Şubat” hareketi denilen millet düşmanlığı yapılmıştır.

Yetmiş senedir bu milletin dişiyle, tırnağıyla kazandığı dinî hak ve hukuku bir anda zir-ü zeber edilmiş, gençlerimiz sıkıntı ve sefalete sürüklenmiş, bütün kanunî hakları ellerinden alınmış ve büyük kanunsuzluklarla, başta başörtülü kız ve kadınlarımız olmak üzere bir çok insanımıza zulmedilmiş, çoğu da kendi öz vatanlarında öksüz duruma düşürülerek, gurbet ellere gitmelerine sebep olunmuştur.

O hadiseye sebep olan muvazenesizler yüzünden çoğumuz, büyük sıkıntılar çekmiştik. (Hatta ben de, emekliliğime üç sene kala, Bursa’dan Kars’a haksız ve kanunsuz şekilde sürgün edilmiştim). O günkü MGK’da yaşanan hadiseleri işittikçe kahrolmuştuk. Memleket idare etme san'atından bîhaber olan malûm zihniyet, bu işe talip olup ellerine yüzlerine bulaştırdıkları askerî zevâtla yapılan toplantıdaki dayatmalara karşı direnç gösterselerdi, böyle mi olurdu?

İş yerinde arkadaşlarla bu hadiseleri duyunca çok üzülmüştük. Ve orada ben arkadaşlara şunları söylemiştim: “Eğer o malûm zat, taşıdığı resmî sıfatın gereğini yerine getirebilecek dirayette biri olsaydı, askerî zevâtın baskılarına şöyle cevap verebilseydi, her halde durum daha değişik olurdu: ‘Beyler! Burası Türkiye Cumhuriyeti, eğer hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin ise, biz işte o milletin meşrû temsilcisi olarak millet adına buradayız. Ama, yok eğer siz böyle baskı ve dayatma yaparsanız, şimdi genelkurmayın merdivenlerine çıkar ve oradan dünya kamu oyuna ilân eder ve derim ki; ‘Türkiye’de demokrasi yoktur. Askerî vesayet hâkimdir, bu şartlarda hükümet yoluna devam edemeyeceğinden istifa etmiştir.’” Bakalım o zaman ne olurdu? İnanın askerler ‘Yok ya, biz öyle demek istememiştik’ veya ‘Şaka yapmıştık!’ der, geri adım atarlardı. Çünkü yıllar önce benim bir asker arkadaşım binbaşı rütbesinde iken bana şöyle söylemişti: “Bizim asker, eğer korkarsan üstüne gelir, korkmazsan geri adım atar.”

İşte, ne yaparsın ki; balta misâli, sapı bizden olanlar yüzünden çektiklerimizi bir biz biliriz, bir Allah. Kızım, o günlerde diyordu ki: “Baba, biz bu sıkıntıları çekerken, bizim bu hale düşmemizin en büyük müsebbibi olan zat, Altınoluk’ta ayaklarını denize uzatmış keyfediyor.”

Artık ne diyelim? Diğer taraftan da, zavallı milletimizin paralarıyla düşmana karşı aldıkları silâhları milletine döndüren; hem de yine milletin, vatanını müdafaa etmek için askere yolladığı evlâtlarını kullanarak bu işi yapan millet düşmanlarına da, Allah bundan sonra fırsat vermez de, aziz milletimiz rahat bir nefes alır İnşaallah!

OSMAN ZENGİN

02.03.2009


Siyasal başarı

Seçim atmosferi bütün canlılığı ile Türkiye’yi sardı. Seçime giren taraflar pek değişmedi.

Yani genel seçimin kahramanları tekrar işbaşında.

Seçim yarışında kullanılan stratejiler, modeller ve malzemeler de aynı.

Sadece iki yeni yüz var: Süleyman Soylu ve Numan Kurtulmuş.

Bu iki isim siyasete taze bir heyecan getirecek mi? Bilemiyoruz.

Önceki seçime nisbetle sayısal/siyasal sonuç çok fazla değişir mi? Sanmıyorum.

Çünkü (doğru veya yanlış) siyaset, AKP-CHP kıskacından çıkmış değil.

Siyasal başarının oy miktarına endekslendiği bir dünyada yaşıyoruz.

Bir idare etme ve netice elde etme san'atı olan siyasette elbette oy miktarı önemlidir.

Fakat bu bağlamda bir gerçeği hatırlamakta fayda var. Gerçek başarı sadece siyasal başarı mıdır veya siyasal başarılar gerçek başarılara ne derece yakındır?

Sonra, gerçek başarının ölçüsü nedir?

Siyasal perspektif gerçek başarıyı ölçmede tek kriter midir?

Zihinlerimiz zaman-mekân anaforunda sıkıştırıldığı için çoğu zaman gölgelerle asılları ayırd edemiyor.

Algılarımız teşhis koymakta zorlanıyor.

Aktüel dünyadaki bilgi kirliliği nazar ve fikir cephemizi çok daraltıyor.

Bediüzzaman Hazretleri risâlelerinde “mülk-melekût” mefhumlarını çok kullanır.

Toplumsal ve siyasal örgünün içinde bu söylemden şunu anlıyorum; mülk boyutundaki negatif girdi/bilgi kirliliği aklımıza olayların melekûtî boyutunu idrak ettirmiyor.

Dünyevilik/uhrevîlik tartımız maalesef denge zeminini kaybetmiş...

İlâhî olanın uzağındaki şeyler üzerimizde fazlasıyla hâkim.

Hal böyle olunca ferdî ve toplumsal başarılarımızın da ölçüsü değişiyor.

Ferasetlerimizin behemehal silkinmesi lâzım!

Kur’ân’ın manevî tefsiri olan Risâle-i Nur’a göre gerçek başarıda ölçü siyaset değil, dindir!

Siyasal başarı ve başarısızlıkların dindeki ağırlığı, ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilet gibi değerler yanında yüzde birdir…

Din daha çok altyapı ile alâkalıdır. Bediüzzaman’ın önceliği de fertlerin dağıldığı bu geniş tabandır. Buna rağmen üst yapı elbette ihmal edilemez.

Geniş fikir ve ince nazar sahibi olan Bediüzzaman, din-siyaset ve fert-toplum ilişkilerini analiz ederken toplumsal piramidin bütün taraflarına göndermelerde/ikazlarda bulunur.

Said Nursî, mü’mince bir feraset ve iyi işleyen bir zekâdır.

Önceki yazımızda Bediüzzaman’ın 1947 tarihinde CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı bir mektuptan bahsetmiştik.

Mektup, Türkiye özelinde bütün İslâm coğrafyasındaki siyasal iktidarlara bir projeksiyon niteliğindedir.

Mektup bir üst yapı olan siyaset’in “kurumsal zekâ”sına bir rapordur.

Mektubun muhatabı o günkü şartlarda iktidar olan CHP’dir!

Bediüzzaman mektupta, siyasal başarının gerçek başarıya nasıl tahvil edilebileceğini anlatır.

CHP’yi başarısızlık noktasına getiren sebeplerin anahatları ile anlatıldığı mektupta dinin, siyasal iktidarlarca tahrip-tamir ekseninde nasıl bir konuma oturtulması gerektiği anlatılır.

Dinin, dindeki kuvvetli sevginin ve kardeşliğin muhafazasını isteyen Bediüzzaman, bunu uzun soluklu başarının temel dinamiği olarak görür. Bediüzzaman tarihimizdeki bin yıllık köklü başarıyı Kur’ân’a ve iman hakikatlerine sahip çıkmakta görür.

İnsanı dünyada ve ahirette şerefli kılacak icraatların temel esprisini anlatan Said Nursî, nefret savrulmalarının bir tarafa atılarak İslâm dünyası ile kuvvetli bağların kurulmasını ve aradaki fitnelerin giderilmesini teklif eder.

“Üç-dört kişinin inkılâp adı altında yaptıkları icraatların” baz alınmaması gerektiğini hatırlatan Nursî, azınlık istibdadına dikkat çeker.

Günümüz söylemiyle ifade edersek “Ölçünüz Kemalizm olmasın!” diyor Said Nursî.

Bu ikaz CHP’yedir!

Ve sene 1947.

Peki CHP bu ikazı dinledi mi? Bugün CHP’nin hazin durumu gözler önünde olduğuna göre hayır!

Yakın zamanda bir televizyon programı öncesinde bu ikazın aynısını Baykal’a ileten gazeteciyi, Baykal’ın dikkatlice dinlediğini de biliyoruz.

Bilmek ve dinlemek yetmiyor!

Bu önemli ikazların asıl bugünkü iktidarı ilgilendirdiğini de bilmemiz lâzım!

İktidarın bu mektupdan alacağı hisse çok daha fazla.

Kemalizm ikazı ile birlikte bugünkü iktidarı ilgilendiren bir ikaz da, küfr-ü mutlak, istibdad-ı mutlak ve sefahat-ı mutlak adı altında genişleyen din dışı oluşumların kuvvet bulmasıdır.

Dindeki yumuşama, dünyevîleşme, sefahat sınırlarına yaklaşan tutum ve davranışlar bu görünmeyen kırılma sürecine kapı aralamaktadır.

Mesele ile alâkalı bir iki atıfla bitirelim.

Yakın zamanda hatıraları yayınlanan Prof. Dr. Kemal Karpat, iki sene önce bir gazetede kendisi ile yapılan röportajda şöyle demişti: “Türkiye’de dinin yaşanma şekli yumuşadı. Yumuşamakla da kendi özünü (!) buldu. Aşırı dogmatik (!) yönleri törpülendi. Erdoğan hükümetinin İslâm’la modernite’yi bir arada tutma konusunda çok önemli vazifeleri var”

Yazar Hilmi Yavuz bu yorum karşısında haklı olarak şunları sorar: “Öne sürüldüğü gibi, ‘dinin aşırı yönleri (mi) törpülen(miş)tir, yoksa giderek, İslâm’ın muhtevası mı geriye itilmiştir? İslâm’ın özellikle biçim olarak öne çıkmasının, muhtevanın geriye itilmiş olmasıyla bir ilişkisi yok mudur? Dolayısıyla biçimin, modernite olarak okunmasının sosyolojik temeli olduğu öne sürülebilir. Ancak şurası muhakkak ki, İslâm’ın muhteva olarak geriye itilmesinin tarihi, AKP ile başlamıyor. Bu ‘geriye itilme’de, laisizmin adetâ bir devlet dini olarak dayatılmasının belirleyici bir rolü yok mudur?”

Aman dikkat!

İbrahim KAYGUSUZ

02.03.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır