"Gerçekten" haber verir 07 Mayıs 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Bu dünyada da, kıyâmet gününde de onlar lânete uğramışlardır. Ne kötü bir ikramdır onlara yapılan!

Hûd Sûresi: 99

07.05.2009


Tahakküm etmek faziletsizliktir

Eİşte, nev-î insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsâbaka ile, hakikî imanlı fazîlettir. Fazîleti kaldırmak, mâhiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?

Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?

Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Veyahut,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?

Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Evet, îmanlı fazîlet, medâr-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tegallüb etmek fazîletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevâzu ile hayat-ı içtimâîye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır. Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazîlet var diye fahr sûretinde dâvâ etmiyorum. Fakat ni’met-i İlâhiyeyi tahdis sûretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:

Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u imâniye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek fazîletini ihsan etmiştir. Bu ihsân-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfîk-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabûl-ü halk dahi, mühim bir sırra binâen benim menfûrumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zâyi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risâle-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum.

İşte, ey ehl-i dünya! Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallib ve daima fırsatı bekleyen ve fikr-i istibdat ve tahakkümü taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassud ve tazyikiniz hangi kanun iledir? Hangi maslahat iledir? Dünyada hiçbir hükûmet böyle fevka’l-kanun ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bir muameleye müsaade etmediği halde, bana karşı yapılan bu kadar bed muâmelelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev-î beşer küser, belki kâinat küsüyor.

(Târihçe-i Hayat, s.165, Yeni Asya Neşriyat)

Lûgatçe:

Tenevvü’: Çeşitlenme

Bîdâd: Adaletsizlik.

Tahdis: Şükür ile anlatmak, söylemek.

Teveccüh-ü nâs: İnsanların teveccühü, ilgisi.

Menfûr: Nefret edilen.

Fevka’l-kanun: Kanun dışı, kanun üstü.

Bediuzzaman Said Nursi

07.05.2009


Düşmanımız cehalettir

“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı Islâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, Islâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.”

Yukarıdaki ifadeler, Eşref Edip’in, 1952 yılında kaleme alıp tahliller başlığı altında yayınladığı makalesinden bir bölümdür. Bediüzzaman’la görüşmesinin arkasından intibalarını anlatmaktadır. Burada ifade edilen gerçeğe, bir de başka açıdan bakalım.

O yıllarda Türkiye, kültür açısından bir ayrışma noktasına gelmiş durumdadır. Savaş ve kıtlık yıllarını yaşamış, gençliğini savaşlar sebebiyle büyük oranda yitirmiş, sıkıntının ve baskının verdiği ümitsizlik ve hayal kırıklığının girdabında boğulmak üzeredir. İşte böyle bir zamanda, hak ve hürriyetlerin kapağının aralanması, halkın yeniden varlığını keşfetmesine sebep olmuştur. Ben ölmedim, ayaktayım demiştir.

Hayalinin önüne bir ufuk konulmuştur. Belki aradıklarının tamamını bulamasa da en azından ümitlenmiştir. Karanlığın derinliklerinde bir mum yakılmıştır.

Birinci dünya savaşının arkasından, savaşın ve ümitsizliğin verdiği manevî bunalımlar, insanları, toplumları yeni düşünce arayışlarına itmiştir. Sıkıntı ve sefaleti aşma yolunda çareler aramaya sevk etmiştir.

Toplumlar, savaş yıllarının, arkasından yaşanan maddî-manevî çöküntünün kıskacında, çaresizlik içinde bocalamaktadır. Savaşın verdiği halsizlik, bitkinlik ve bezginlik, ümit kaybına yol açmıştır. Toplumlar, ümitsizliğin pençesinde, denize düşenin yılana sarılması gibi, bu savaşı doğuran sebeplerin ürettiği baskıcı sistemleri, kendisi için bir kurtarıcı olarak görmeye başlamıştır. Bütün bir Avrupa’yı saran totaliter rejimler, insanlığın önüne kurtarıcı gibi konmuştur. Özellikle Avrupa akl-ı selimini kaybetmiş, İtalya, Almanya ve Rusya’da kurtarıcı gibi sunulan rejimler, insanlara dünya cenneti vaat ederken dünyayı onlara cehennem eylemiştir. İnsanlık, yüz yılda içinde birikmiş sıkıntılarını, çirkinliklerini bir defada kusmuştur. İki dünya savaşı yaşamış, geleceğinin teminatı gençliği gitmiş, mamureleri yıkılmış, her şeyin ötesinde geleceğe umutla bakabilme arzusunu kaybetmekle yüz yüze kalmıştır. Bu yüz yılda, savaşlar sebebi ile meydana gelen ölümler, bütün insanlık tarihinden daha fazla olduğu ifade edilmektedir. (Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, s. 6 )

Yüzyılımızdaki dayatmacı ve totaliter rejimlerin, vaat ettikleri cennet uğrunda yaptıkları cinâyetlerin göstergesi olan bazı rakamlar şöyledir: Hitler, 17 milyon; Stalin, 25 milyon; Mao, 29 milyon kişinin katledilmesine sebep olmuşlardır. Ayrıca, milliyetçi ve ırkçı ideolojiler adına katledilen ve öldürülen insanların sayısı da yaklaşık 33 milyon civarındadır. Bu savaşların normal akışı içinde ölen sivillerin sayısı ise Birinci Dünya Savaşında 13 milyon iken, İkinci Dünya Savaşında bu rakam 20 milyon civarındadır. Bunlar yaşlı, kadın ve çocuklardır. Ayrıca İkinci Dünya Savaşından önceki Çin-Japon savaşında 20 milyon sivil ölmüştür. Dünyadaki diğer çatışmalarda Meksika savaşları, İspanya iç savaşı, Hindistan-Pakistan savaşı, Kore savaşı, Vietnam savaşı, İran-Irak savaşlarında ise yaklaşık 6 milyon insan ölmüştür. Bütün bu rakamlar olayın vahametini ortaya koymaktadır. (Brzezinski, a.g.e. s. 7-16)

Yukarıdaki rakamlar, belki kesin bir sayı değildir. Ancak, boyutları bir vahameti ortaya koymaktadır. Yangın var dedirtmektedir.

Dünya gerçekten manevî bir buhran geçirmektedir. Bugün de haritaya bakıldığında, dünyanın her tarafında, kan ve göz yaşı oluk oluk akmaya devam etmektedir. Katı liberalizmin, “ben” merkezli bencilliği, menfaati esas tutan toplum bağları, güç ve kuvvetin yanında yer alması, faiz gibi hak etmediği, emek harcamadan kazanması, yani sen çalış ben yiyeyim düşüncesi gibi çürük temeller üzerine, adı “medeniyet” olan bir sistem bina etmeye kalkışması, onun hiç de medeniyet olmadığını, insanlığın gönlünden mutluluğunu çaldığını ortaya koymaktadır.

Bugün gelinen nokta, Bediuzzaman’ı haklı çıkarmış, iman ve ahlâktan yoksun insanların bürokraside, haksız kazanç, rüşvet, ihtikâr, hırsızlık gibi toplumu yıkan, güveni sarsan, yapması gereken vazifesini yerine getirirken bile insanlardan rüşvet talep eden bir yapıya ulaşmasına sebep olmuştur.

İman cevherini, gönlünden çıkaran insan, kontrolden çıkmıştır. Hangi değere göre verimli çalışacaktır? Niçin işine zamanında gidecek ve zamanında gelecektir? Rüşveti niçin reddedecektir? Faziletli olmasını sağlayan sebep ne olacaktır?

Bütün bunlar, iman sayesinde olacak işlerdir. İnsanın vicdanını ancak inancı kontrol edebilir. Herkesin yanına bir polis koymak mümkün değildir. Neticede yanına konulacak polis de insandır. Vicdanları bekleyen bir iman bekçisi olmazsa, insanı kontrol etmek mümkün olamaz. Gönlünden iman nurunu çıkaran insan, bütün mukaddesleri yıkmıştır. Hayatın değerlerini yok etmiştir. Sağlıklı bir hayat, sağlıklı bir davranış, sağlam bir fazilet, sağlam bir ahlâk kavramı onun dünyasına nasıl yerleşebilir?

İnanç, bilgi ile donatılmazsa yeteri kadar verimli sonuçlar doğurmayacaktır. Dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topal olacaktır.

Avrupa’nın ilmi, san’atı, çalışkanlığı alınması gerekirken, ülkemiz, sadece şekil ve dış görüntü ile onlara yetişeceğini düşünüp yanlış bir yola sürüklenmiştir. İşin özü ile değil kabuğu ile uğraşmıştır. Bugün de şekilciliğin başka versiyonları ile uğraşmaya devam etmektedir. Eğitim kurumları, ilmin yerine başka şeylerin bekçiliğini yapmaktadır.

İlim, bütün dünyanın ortak malıdır. San’at da öyledir. Bunları Avrupa’nın diye nitelemek de doğru değildir. “İlim, mü’minin yitiğidir, nerde bulursa almalıdır.” diyen bir dinin mensubu insanların ilme küsmeleri, ilimden uzak durmaları kadar garip ve yanlış bir davranış olabilir mi? Kalkınma ve buhranları aşma ancak ilimle olabilir. Yeryüzünde cehaletle kalkınmış, problemlerini cehaletle çözmüş bir tek toplum yoktur.

Türkiye’de üniversitelerin uğraştığı işlerin arasında birinci sırada başörtüsü var. İlim kuruluşlarının en üst kademesinde olanların uğraştığı işe bakınca kalkınmamışlığımızın sebebini anlamak zor olmasa gerektir. Cehaleti kaldırmak için kurulmuş bir kurum, cehalete mahkûm etmek için çaba harcamaktadır. Kendisini hiç ilgilendirmeyen bir sebepten dolayı kapısından kovduğu kimselere, sen cahil kalmaya mahkûmsun demeye getirmektedir. Bir eğitim kurumunun çabası cahillikle mücadele değil de bilgiye engel olmak olursa o ülke cahilliği nasıl yener? Nasıl kalkınır?

Üniversitelerden, doğuştan getirdiğimiz öğrenme hakkını istiyoruz. Nizamiye kütüphanelerini yakan zihniyetin arkasına takılmalarını istemiyoruz. İlme ve öğrenmeye düşman olmalarını istemiyoruz.

Cahillik fukaralığı beslemiş, her ikisi bir olup ihtilâf ve ayrılıkları körüklemiştir. Bunların arkasına takılmış olan insanlar da bugün devletin ve milletin başının belâsı haline gelmişlerdir.

Üniversitelerde cinsiyet ayrımı yapmak ilimle ne kadar bağdaşmaktadır? Bu bir ayıptır. Kocaman unvanı olan insanlara, ilmin ve ilim öğrenmenin ne demek olduğunu çok iyi bilen bu kimselere, bu daha da ayıptır. Bir üniversite, hangi gerekçe ile öğrenmek isteyen insana engel koyabilir? Hiçbir gerekçe sizi mazur gösteremez. Hayat, cahillik demek değildir. Cahilliği, ne din ne de insan yaratılışı kabul eder. O zaman herkes elini şakağına koyup düşünmeli. Dikeni battığı yerden çıkarıp sıkıntıyı gidermelidir.

“Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi (torunu) husûmet beydir.” (Münâzarât, Sayfa: 69)

“Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhiyle cihâd edeceğiz.” (Divan-ı Harb-i Örfi, Sayfa 23)

ALİ SARIKAYA

07.05.2009


Basamağın birincisi

emen olsun istiyor!

Gönül bu…

Hâlbuki önce, cenin olmak gerekiyor ana rahminde; insan olmak için.

İş için, aş için, maaş için, mahâret için.

Her şey tedrici dünyada, yavaş yavaş, kademe kademe elde ediliyor emeller, erdemler.

Önce, tohumun çürümesi gerekiyor toprakta, baş göstermesi için güne. Sonra, el uzatacak, gülüne.

Dirseklerin çürümesi gerekiyor okumak, yazmak; belli bir irtifâ kazanmak için.

Altın, sarrafın önce potasında, sonra da çekicinin altında hâlden hâle girer, bir görsen!

Nasır tutmuş elleri öpülesi ustalar, nasıl geldi bu güne?

Demek her şey tedrici, adım adım, usul usul.

Sen, emek sarf etmiş, sebat etmiş, ter dökmüşsün; Rabbin de lütfedince kazanmışsın serveti. Kırk yıl geçmiş aradan, ihsan etmiş Yaratan.

Ben de istiyorum ki hemen olsun, kırkıncı gün kese dolsun!

Olmaz öyle şey!

Ter gerekir, arkasında nimetin. Öyle bilinir kıymet.

Sabır, sebat, kanâat; bu meselenin sırrı. Gayret bizden, vermek, O’ndan.

Üste bakıp haset etmek ne fenâ! Kuru ekmek bulamayan ne yapsın?

Her hâl üzere, şükretmek gerekir.

Çünkü: “Şükür nimeti ziyadeleştirir.” 1

Birinin kırk yılda kazandığını kırk günde kazanmayı başarmak, helâl ile mümkün değil. Haram ise hayr etmez, memnûdur.

İyisi mi, önüne, dününe; yarınına bak. Akıbet nasıl olur, O’ndan başka kim bilir?

Çalışmak, gayret etmek hayata lezzet verir.

Risâle-i Nur’da Bediüzzaman:

“Cenâb-ı Rezzak-ı Kerîmin matbaha-i rahmetinden tâyinâtını aramak; başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek güzeldir, mertliktir. O dahi ibadettir” 2 diyor.

Demek oluyor ki: Allah’ın ihsan ettiği bunca nimetlerden, bunca imkânlardan istifade etmek için sebeplere tutunmak, şartları yerine getirmek, mertçe rızkı aramak gerekiyor.

Az verir, çok verir, ya da hiç vermez; netice bizden değil.

Fazlasını değil de, hayr edecek emvâli dilemeli Mevlâdan.

Mal çok olur, dert çok olur; sıkıntıyla geçer ömür. Kimse bunu istemez!

Tavana değil, tabana nazar etmeli gözler.

Sakın, muhâl gelmesin bu sözler.

Sabır, sebat, kanâat; Rezzakına itâat…

Sevgili Peygamberimiz: “Kanâat tükenmez bir hazinedir” 3 buyuruyor.

Demek ki çoktan önce, aza razı olmak gerekiyor.

Basamağın birincisi, götürür kırka seni.

Emek ister, emeklemek gerekir, bu yolda.

Emek’le…

Dipnotlar:

1. Said Nursî, Lem’alar, 212.

2. Said Nursî, Sözler,29.

3. Said Nursî, Mektubat,265 (Suyûti, el-Fethü’l-Kebir, 2:309).

ALİ RIZA AYDIN

07.05.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis