02 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Askerî yargı bağımsız mı?

Yenİden askeri yargı konularına dönüyorum.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) yorum tekeli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) aittir.

Mahkemenin özellikle “adil yargılanma hakkı”yla ilgili 6. maddesi çerçevesinde verdiği kararlar, askeri yargı konusundaki çağımızın genel eğilimini yansıtmaktadır.

Bu Mahkemenin kararları, elbette Avrupa Konseyi üyesi devletler için bağlayıcıdır. Üye devletler, bu kararların ışığında ya kendi yasal düzenlemelerini ya da mahkemelerin görüşlerini gözden geçirir.

Üstelik Türkiye’nin özel bir durumu da vardır. Çünkü Konseyin kurucu üyesidir. Örnek olmak gibi manevi bir yükümlülüğü bulunmaktadır.

AİHM, askeri yargıya kural olarak karşı değildir. Ancak, Avrupa öğretisindeki çağcıl anlayışa uygun olarak, Mahkeme de askeri yargının zorunlu olmadığı eğilimini sergilemektedir.

Kuşkusuz askeri yargının zorunlu olduğu yolundaki görüşün temelinde yatan kavram “disiplin”dir. Bu görüşe göre, ordunun özel yapısı, bu yapının sürekliliği ve sağlamlılığı için disiplinin zorunlu bulunması, amirinin verdiği hizmete ilişkin buyruğu, yetkili olup olmadığını araştırmaksızın, maiyetinin kesinlikle yerine getirmek ve itaat etmek durumunda bulunması (1961/211 sayılı İç Hizmet Yasası, m. 14/1), kısaca ordunun sıkıdüzene bağlı iç yapısı, bu sıkıdüzeni hızlı kararlarla sağlayacak ayrı bir askeri yargıyı gerektirmektedir.

Oysa sivil yargının böyle bir amacı bulunmamaktadır.

Bütün bunlar, askeri yargının amacının disiplin kavramında düğümlendiğini göstermektedir.

Bu görüşlere ve çıkarılan sonuçlara bütünüyle katılmak kuşkusuz olanaksızdır.

Bir kez, her iki yargı da yasalara göre hüküm kurmaktadır. O yüzden askeri yargı da sivil yargı gibi, yasal hükümleri doğru yorumlamak ve uygulamak zorundadır. İşlev aynıdır. Yorum etkinliğine disiplin vb dürtüler karıştırılamaz.

Bu görüşlerden çıkarılması gereken sonuç da açıktır: Ayrı bir askeri yargıya gerek yoktur. Sadece disiplin söz konusu olduğunda ayrı bir yargıya gerek duyulabilir. O kadar.

Görülüyor ki, disiplin kavramı da, askeri yargının varlık nedenine ve amacına göre onu bu çerçeveye çekilmeye zorlar.

Nitekim disiplin amacının çok katı uygulandığı savaş dönemlerinde öğretide askeri yargının varlığına karşı çıkan yok gibidir. Çünkü orduda savaş sırasında suçluları süratle yargılayarak hüküm verecek bir yargının bulunması vazgeçilemez bir gereksinme olabilmektedir. Ama barış sırasında böyle bir vazgeçilemezlik söz konusu değildir. Sivil yargı da pekâlâ bu gereksinmeye yanıt verebilir.

Üstüne üstlük, eğer bu tür gerekçelerle ayrı bir yargı istenirse, o zaman toplumun çeşitli katmanları ayrı yargı isteme hakkını kazanırlar. Bu da bir hukuk karmaşasına yol açabilir.

Bu yüzden, kural olarak, asıl yargı sivil yargıdır. Öyleyse sıra dışı ve ayrık olan askeri yargının alanı daraltılmalıdır.

Nitekim Avrupa Birliğine katılma sürecinde 18 Şubat tarihli Katılım Ortaklığı Belgesinde (KOB) (2008/157/EC) “Kısa Erimli Öncelikler” başlıklı bölümde (3.1) bu istek açıkça dile getirilmiştir: “Askeri mahkemelerin görev alanlarının askeri kişilerin askerlik hizme tiyle/göreviyle sınırlı tutulması.”

Bu istek doğrultusunda Avrupa Konseyi Komiseri Thomas Hammarberg, basına verdiği demeçte, Türkiye için bu dileği yenden dile getirmiştir (21 Temmuz 2009).

Buradan çıkan ikinci sonuç de bellidir. Asker kişilerin mutlaka askeri mahkemelerde yargılanmaları için hukuk açısından bir zorunluluk yoktur. Sivil kişilerin ise, ihlal salt askeri hizmete yönelik ve onunla ilgili olsa bile, yine askeri mahkemelerde yargılanmaları zorunlu değildir. Esasen, sivil kişilerce de işlenmesi olanaklı bir suçun adli mahkemede yargılanması yeğlenmelidir.

Bir kişinin askeri mahkemede yargılanması için, yazılı hukukun soyut olarak (in abstacto) bunu öngörmesi yeterli olamaz. Somut koşullar da bunu zorlamalıdır.

Dahası, askeri yargıcın bu mahkemelerde bulunması, kışlanın, kıtanın işleyişini bildiği için, bir bilirkişi gibi, yararlı olabilir. Ancak bu da zorunlu değildir.

Varsayalım ki bütün bu gerekçeleri gözeterek askeri yargının alanı saptandı.

Yetmez.

Çünkü Uygar dünya ve AİHM, yargının bağımsızlığı konusunda çok duyarlıdır.

Bunda da yerden göğe kadar haklıdır.

Zira bağımsızlık, kurulan yargıda yansızlığın; yansızlık, adil yargılanma hakkının; adil yargılanma hakkı, bağımsız, özgürce hak arama özgürlüğünün; hak arama özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur.

Eğer bir yargıç hiyerarşik düzen içinde amirinden (komutanından) buyruk alıyorsa, ona bağımlıysa, sicillini amiri veriyorsa bağımsız değildir, elbette. 1989/3562 sayılı Yasanın 2. maddesine göre, “Subay (asteğmenden albaya dek) sicil belgesinin, idari üstlerince askeri yargıç subaylar hakkında düzenleneceği kuralı yer almaktadır. İşbu hükme göre askeri mahkemelerde askeri yargıçlık görevi yapan askeri yargıçlar hakkında da idari sicil üstlerince subay sicil belgesi düzenlenecek ve bu suretle yargı hizmetini yürüten askeri yargıçların yükselmelerinde işbu idari sicil değerlendirilecektir.”

Yasayla değil, Genelkurmay Başkanlığının isteğiyle kurulabilen, Milli Savunma Bakanlığınca kaldırılabilen; subay üyeleri amirince/komutanınca seçilen, amirine hesap veren, önündeki dava, komutanın önerisiyle Milli Savunma Bakanlığınca başka mahkemeye aktarılabilen, sıkıyönetim mahkemesi olarak görev yaptığı sırada daha sıkı bir buyruk-komuta ilişkisi içine giren bir (askeri) mahkeme ve yargıç düşünün. Atanmalarında sözü amiri/komutanı söylesin. Milli savunma bakanına hesap veren müfettişlerce denetlensin ve aynı bakanca disiplin cezası verilebilsin. Hiçbir yargı mensubunun katılmadığı askeri bürokratlardan ve iki siyasetçiden oluşan Yüksek Askeri Şuranın hukuken karşı konulamaz kararıyla emekli edilebilsin.

Bu koşullarda yargı görevini yerine getiren bir askeri mahkemenin, bir askeri yargıcın/savcının bağımsız olduğu söylenebilir mi?

Üniforma, adı üstünde tekbiçimliliktir. Tekbiçimlilik, kışla anlayışının zorunlu sonucudur; boyun eğmeyi gerektirir. Doğası gereği, mutlak itaati zorlar. Hukuk anlayışına kışla anlayışı üstün gelir, işin içine bir de silahlı güç girerse, elbette “silahlar (silahlılar arasında) karşısında hukuk susa(caktı)r” (silent leges inter arma-Cicero).

O halde eğer kalacaksa askeri yargının nasıl olması gerektiği üzerinde durulmalıdır.

Star, 1 Eylül 2009

Sami Selçuk

02.09.2009


Güçlü ordu mu, güçlü Türkiye mi?

“Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” sloganı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yürüttüğü kapsamlı bir halkla ilişkiler programı için kullanılıyor.

Tartışılan, eleştirilen ve son zamanlarda itibarı sarsılan Ordu, psikolojik gücünü takviye ediyor. Peki “Güçlü ordu, Güçlü Türkiye” sloganı maksat için uygun mu? Bütün sloganlar için olduğu gibi bu söz için de en basit ve sade muhakemeyi yürütürsek karşımıza şu anlam çıkıyor: Güçlü bir ordunun mevcudiyeti Türkiye’yi güçlendirir. Kime karşı? Herhalde öncelikli olarak dışarıya karşı. Kastedilen başka bir şey olmasa gerek. Ordu Türkiye’nin ordusu, sağa sola gücünüzü ordunuzla göstereceksiniz. Gücünüzü göstermek için güçlü bir orduya ihtiyacınız var. Eğer ordunuz güçlü olursa Türkiye de güçlü olur. Öyle değil mi?

Bu muhakeme ve varılan hüküm doğru mu?

Bugünün dünyası hakkında fikir sahibi olanlar ve içinde yaşadığımız uluslararası ortamı biraz da olsa tanıyanlar için doğru değil. Matematiksel bir kesinlikte bir ülkenin gücünü tayin eden birincil ana unsur ekonomi. Uluslararası sistemde ülkelerin gücü ve itibarı ekonomileri ile mukayese ediliyor. “Hem güçlü ekonomi, hem de güçlü ordu” diyorsanız bu durum askerî teknolojide dışa bağımlı olan Türkiye için mümkün değil. Ekonomik güç kıt kaynaklar üzerinde yaptığınız tercihlerle oluşuyor. Ekonomik gücünüzü verimsiz ve ölü yatırım niteliğindeki savunma alanına aktarırsanız askerî gücünüz artar ama ekonominiz zayıflar. Türkiye ekonomisi üzerinde en büyük yükü hâlâ askerî harcamaların oluşturması gibi. Bu durumda Kuzey Kore gibi zayıf bir ekonomi ve güçlü bir orduya sahip olabilirsiniz.

Uluslararası sistemde bir ülkeyi güçlü kılan ikinci unsur o ülkenin siyasî-hukukî düzeni. Demokrasi ile yönetilmeyen bir ülke, dünya üzerinde yalıtılmış biçimde yaşıyor. Yaygın insan hakları ihlalleri bugünün dünya düzeninde bir ülkenin iç meselesi kabul edilmiyor. İnsan haklarını ihlal eden, demokrasiyi gerçekleştiremeyen bir ülkeyi güçlü bir ordu ile savunamazsınız. Daha sonra uluslararası işbirliği yeteneğiniz, diplomatik avantajlarınız sizi ordunuzdan daha güçlü kılıyor. Sağlam bir mantığa ve sebep-sonuç ilişkisine oturtacak isek, güçlü Türkiye’nin güç merkezleri sırasıyla: Sağlam, rekabet gücü olan bir ekonomi; demokrasi, insan hakları ve hukuk sacayağından güç alan bir siyasal düzen; diplomatik yetenekleriniz ve en son sırada güçlü ordunuz. Bu sıralamadan çıkartılacak en önemli sonuç: Ordunuz hakkında karar verirken öncelik sıralamasına dikkat edeceksiniz.

Bu sıralama içinde “güçlü ordu nedir?” sorusuna da doğru cevap vermek gerekir. “Güçlü ordu, kalabalık ve çok fazla silahı olan ordu mudur?” Hayır. Meydan muharebelerine veya cephe savaşlarına göre tasarlanan konvansiyonel orduların modası geçti. Uluslararası ortak operasyonlara yatkın, bürokrasisi azaltılmış esnek yapılı, önleyici ve caydırıcı nitelikli ve barışı sürdürmeye odaklı ve nihayet profesyonel ordular bugünün güçlü ordularını temsil ediyor. Ülkenizdeki yabancı askerî ataşelerin önünde hava atmak için yapılan askerî tatbikatların ve askerî törenlerin etkisi, Soğuk Savaş yıllarına özgü idi. Hipodrom alanlarında bizim 30 Ağustos törenlerimizin benzerini yapan ordular artık pek kalmadı.

Soruyu somut sorunlarımızdan yola çıkarak soralım. Türkiye’nin güvenliği açısından da en önemli sorununu çözebilmek için nasıl bir orduya ihtiyacı var? Demokratik karar mekanizmalarına ve hukuka bütünüyle bağlı, insan haklarına saygılı, şeffaf ve hesap verebilen bir ordu, savaşma yeteneğinden de önce Türkiye’nin güvenliğine daha fazla hizmet etmez mi? Türkiye’nin acilen bir dış güvenlik reformuna ihtiyacı var. Ordumuzu her şeyiyle yeniden gözden geçirmeliyiz. Üstelik bu reforma “Güçlü Türkiye” adına ihtiyacımız var. “Güçlü Ordu”dan “Güçlü Türkiye” çıkmıyor. Bu mantıktaki hatayı kavramak için dünyaya şöyle bir bakmamız yeterli. [email protected]

Mümtaz'er Türköne Zaman, 1 Eylül 2009

02.09.2009


Aman süreç Ankaralılaşmasın...

Dün sabah... İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın sakin, hoşgörülü, uzlaşmacı tavrını... Güven verici yumuşak ses tonundan izlerken... Daha ziyade “nelerin yapılamayacağını” anladım.

Anayasa değişikliği yapılmayacaktı. Genel af yoktu. Hâlbuki...

Özellikle Güneydoğu olmak üzere bütün kamuoyu “nelerin yapılacağına” odaklanmıştı.

Sanırım, Ankara’da gittikçe daha fazla kostaklanan militarizm, “pedagojik” olarak önce “olumluları” sıralamak gerektiği halde, nelerin yapılmayacağı mesajının öne çıkmasını sağladı.

***

Asker korkusu...

MHP korkusu...

PKK korkusu...

“Demokratikleşme açılımını” gittikçe dar bir alana sıkıştırıyor.

Anayasa’ya dokunmayınca, parantezin bir yanını 12 Eylül faşizmi şekillendiriyor.

“MHP korkusu” ile “Türk modeli” deyince, AB’nin ve dünyanın pozitif enerjisinden istifade edemiyorsunuz.

“PKK korkusu” askerlerin kırmızı çizgilerini tekrarlatınca da, ortada idari kararlarla yapılacak cılız bir menü kalıyor.

***

Ben bölgeye 1989 yılında ilk kez rahmetli Erdal İnönü ile gittiğimde...

Sorun yereldi...

Sonra ulusallaştı...

Sonra uluslararasılaştı.

Son açılım müjdesi böyle bir ortamda ve beklentilerin çok yüksek olduğu bir sırada gerçekleşti.

Güneydoğu, “Birinci Cumhuriyet”in “asker-sivil” mutabakatının yenilenmesini isterken, radikal olmayan yaklaşım.

Allah vermeye konuyu daha da olumsuza götürebilir. Zaten önceki gün harekete geçerek, askerleri şehit eden provokasyonun kanlı eli de bunu ispatlamakta.

***

Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü...

DTP’nin Diyarbakır’da yığınsal bir toplantısı var.

Türkiye aculdur, beklemeye gelemez.

Beşir Atalay’ın açılımın bir süreç olduğuna dair vurguları, “nelerin olamayacağına” dair söylediklerinin altında ezilecek.

Ve korkarım Güneydoğu bugünkü toplantıda, dünkü basın toplantısından beklediği minimum pratik müjdeleri de bulamadığı kanısıyla, umuttan ziyade, umutsuzluğun sesini dillendirecek.

***

Resmi askeri bayramların Kuzey Kore, Çin ve Rusya gibi totaliter ülkelerdekine benzer kutlanmaya devam ettiği...

Genelkurmay Başkanı’na ülkenin “mutlak hâkimi” muamelesi yapıldığı Türkiye’de, demokratik açılımın çok radikal olması gerekmekte...

Bir yanım asker...

Bir yanım MHP...

Bir yanım PKK diye bakınca da, “nelerin yapılamayacağı” ön alıyor.

Süreç maalesef gittikçe Ankaralılaşma tehlikesiyle karşılaşıyor.

***

Kanaatim odur ki, tüm bu korkuları silip atacak formül AB ve onun İlerleme Raporu’ndaki pusulasıdır.

Asker, MHP, PKK dinlemeden ve “demokratik açılımı” asla ve asla Ankara’ya göre yapamayacağınızı bilerek, yüksek bir siyasal cesaretle gaza basmak lazım.

Cumhuriyet’i hızla demokratikleştirin ki, Kürt Sorunu bu çekimserlik iklimi altında pimi çekilmiş bombaya dönmesin.

Bakan’ın medeni üslubu...

Zaman ihtiyacı...

Konunun çetrefilliği...

Tüm bunları anlıyorum.

Ama Ankara ve Türkiye’ye muhalefet etmeden demokratik açılımın başarısı zor...

Adı üzerinde “demokrasi” buranın malı değil, dünyanın malı...

O halde Türk gibi tartışıp, dünyalı gibi çözemeyiz...

***

AB’nin İlerleme 2008 Raporu’nu elinize alın... İlk baştaki “siyasi kriterler” bölümünü okuyun... O 19 sayfadakileri gerçekleştirmeniz halinde, sadece Kürt Sorunu’nu değil, tüm Türkiye sorunlarını...

“Cumhuriyet’i demokratikleştirerek” çözmüş olursunuz.

Ve bu açılım için en büyük tehdit haline gelen “Ankaralılaşma” riskini de yok edersiniz.

Star, 1 Eylül 2009

Mehmet Altan

02.09.2009


Karargâh ve asker gazeteciler…

30 Ağustos Zafer Bayramı bu yıl diğer yıllardan farklı bir atmosferde kutlandı. Malum, Ağustos geleneksel olarak orduda devir teslim törenlerinin yapıldığı, bu vesileyle eski ve yeni türlü komutanlarının yaptıkları konuşmalarla gergin ve sıcak geçen bir aydır. Genellikle uyarı, azar ya da muhtıra tonu taşıyan bu konuşmalar kurumun yeni karargâh politikalarını anlatırlar.

Bu yıl bu açıdan da farklı oldu. Emekliye ayrılanlar siyasete hemen hiç vurgu yapmadı, görevi devir alanlar ordunun mücadele gücünü vurgulamakla yetindi. Bu, önemlidir.

Peki neden böyle oldu?

Asker değiştiği, siyasetle ilişkisini gözden geçirmeye başladığı için mi? Ya da zorunluluklar sonucu Kürt meselesinde hükümetle aynı hedefe kilitlendiği ve onu yıpratmamak istediği için mi? Yoksa yaptığı her siyasi çıkışın inanırlılığını, güvenirliliğini, itibarını yıprattığını fark ettiği için mi?

Velhasıl mecburiyetten mi? Belki de hepsi…

Aslında her bir varsayım ayrı bir gerçeğe işaret ediyor, bugünün ordu içi ruh hali ve siyasi dengeleri de sanırız bunların tümünden oluşuyor. Sonuç olarak geri çekilen, ancak kaybettiği toplumsal meşruiyeti ve siyasi gücünün peşine düşmüş, bunu “baskın bir savunma politikası” çerçevesinde yapmaya çalışan bir karargâh var karşımızda.

Baskın savunma politikası… Bu sözün altını çizmek lazım…

İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı olduğu günden yana bu politikayı yürütüyor. Bir yandan ordunun itibarını yükseltmeye gayret ediyor, bunu yaparken bazen varlığını hatırlatmak için sesini yükseltiyor, bazen toplum-ordu ilişkisini güçlü ordu gösterileriyle, Zafer Bayramı’nda olduğu gibi Doğu Bloku ülkelerindeki eski gösterileri andıran askeri resmi geçitlerle tazelemeye çalışıyor.

Asker barometresi Mehmet Ali Kışlalı da söylüyor bunu:

“TSK için güçlükler dönemi 22 Temmuz seçimleri öncesinde, cumhurbaşkanı adayı konusunda yarattığı beklenti havasının gerçekleşmemesi, seçimde AKP oylarının artmasıyla başlamıştı. … Neredeyse her önüne gelen bir fırsat bulup … TSK’yı eleştiriyordu. Asker için yaşamsal önemdeki bu ‘Güvene dayalı itibar sorunu’ kendisine her zaman sahip çıkmış olan toplum düzeyinde, şimdi aşılmaya çalışılıyor. 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın 87’nci yıldönümü kutlamalarının yarattığı hava (bu konuda) olumlu (bir) gösterge…”

Son yıllarda “ordunun kadrolu gazeteci”si gibi davranan iki kardeşten Vatan’da yazanı, Hikmet Bila, bu arayışı “emir-yazı arasındaki perde”yi düşürecek kadar kesif heyecanla ifade ediyordu:

“Son yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmaya yönelik inanılmaz bir kampanyanın yürütüldüğüne tanık oluyoruz (…) Dünkü törenler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücünü ve kararlılığını dosta düşmana göstermek için bir fırsat oldu (…) ‘Güçlü Ordu Güçlü Türkiye’ sloganıyla 30 Ağustos’ta verilen mesaj, herhalde yerli-yabancı ‘lobiciler’ tarafından alınmıştır. Orduya çamur atayım derken kendileri çamura gömülenler, dünkü ihtişam karşısında ‘böcek mertebesi’ne indiler…”

Yeni karargâh politikasının, baskın savunma politikasının ucuz dilidir bu, askerin diline gelip de dışarı çıkmayan sözlerdir.

Olanı anlamak için önemlidir…

Ama oraya kadar…

Zira bir kurum istemediği bir yönde adım atmak zorunda kalıyorsa, zaman onu kendisine uyarlıyor demektir.

Türkiye’de ordu tüm direnç gösterilerine rağmen, ortaya attığı güçlü ordu, güçlü Türkiye gibi 2. Dünya Savaşı artığı söylemlere, müsamere kokulu kamu gösterilerine, kontrolü altındaki asker-gazetecilere rağmen bu süreci yaşıyor.

Yeni Şafak, 1 Eylül 2009

Ali Bayramoğul

02.09.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.