01 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Lâyık olana da, olmayana da iyilik yap, eğer lâyık olana rastlarsan isabet etmiş olursun. Lâyık olana rastlamazsan sen iyilik ehli olursun.

Câmiü's-Sağîr, No: 627

01.10.2009


‘Adalet içinde hürriyet’e muhtacız

Aleyhime hükûmetin bir kısım memurlarını evhamlandırmakta istimal ettikleri bir iki desiselerini beyan ediyorum.

Derler: “Said’in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli, hem kesretlidir. Ona temas eden, ona dost olur. Öyleyse, onu herşeyden tecrid etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle ve herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır” diye hükûmeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar.

Ben de derim:

Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet, o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat benim değil, belki Risâle-i Nur’undur. Ve o kırılmaz; ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez. İki adliye, on sene fasılayla şiddetli ve hiddetli yirmi senelik evrakımı tetkikat neticesinde, bir hakiki sebep cezamıza bulmaması, bu dâvâya cerh edilmez bir şahittir.

Evet, eserler tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risâlesiyle gayet uslu ve mütedeyyin sûretine girmeleri, hatta iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeâya reddedilmez bir senettir, bir hüccettir.

Evet, beni herşeyden tecrid etmek, işkenceli bir azap ve katmerli bir zulümdür ve bu millete gadirli bir hıyanettir. Çünkü otuz-kırk sene, hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i mâneviye ve tesellî ve kuvvet-i imaniye menfaatini gördüğüne kat’î bir delili, bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak her tarafta Risâle-i Nur’a fevkalade teveccüh ve rağbet göstermeleri, hatta itiraf ederim, yüz derece haddimden ziyade lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.

Ben işittim ki, benim iâşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber, derim:

En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsâlsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hâle tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşrû dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.

Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iâşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır.

Emirdağ Lahikası, s. 17, (yeni tanzim, s. 49)

LÜGATÇE:

izhar-ı hâcet: İhtiyaç içinde olduğunu göstermek.

iâşe: Geçindirme, besleme, yedirip içirme.

nüfuz: Bir kimsenin emir ve hükümlerinin işlemesi, geçerli olması.

iman-ı tahkikî: İmana dair bütün meseleleri inceleyip delil ve bürhan ile inanma.

01.10.2009


Düşüncenin tercümanı: Dil

Atalar “bin” düşünüp, “bir” söylemişler: “Dil, dilberden güzel / Dil kılıçtan keskindir” demişler; buna, birçok manâ yüklemişler.

Dili, sadece, insanların ve hayvanların ağzında bulunan, yemeyi içmeyi, tat almayı sağlayan; insan nev’înde ise konuşmaya yarayan bir organ olarak düşünmek, tam manâsını bulmuyor.

Dil, insanların fikir ve duygularını anlatmak için konuştukları, anlattıkları, anlaştıkları; kendilerini ifade ettikleri ses ve işaretler sistemidir; lisandır. Dolayısıyla dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği fıtrî bir vasıtadır.

Esasen, her canlının yiyip içme dilinin ötesinde bir anlaşma vasıtası olan dil, seslerden teşekkül eden mükemmel bir yapı ve muhteşem bir iletişim sistemidir. İlâhî Kudret’in mu'cizesi olarak, kelime meyvelerinin üretildiği bir vasıtadır dil.

Dil ırkların, kavimlerin, unsurların olduğu gibi; milletlerin de “millet” olma bütünlüğü içinde birlik vasıtası ve dirliği sağlamada da son derece önemli bir âmil, üstün bir değerdir. Yani dil, konuşmadır, anlaşılmadır, anlatıştır, ifade ediştir, üslûptur, tarzdır; sözdür. Söz ise, yalnız insanlara mahsus bir Allah vergisidir.

Dikkatli ve yerinde kullanıldığında dil, “dilberden güzel” olurken; iyi idare edilmediğinde ise, “kılıçtan keskin” olabiliyor. Kullanılış yerine, maksadına ve üslûbuna göre şekilleniyor; mânâ ifade ediyor. Yunus’un söyleyişiyle de dil: “Bazen keser savaşı / Bazen kestirir başı.”

Ebû Cüheyte’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asm): “Allah katında amellerin en sevimlisi dili muhafaza etmektir” 1 buyurmaktadır.

Hatibin hitabetinde kullandığı dil incitmez, yaralamaz, paralamazsa ne güzel; mesaj, bulur yerini. El sallar, kol sallar, ara sıra da azarlarsa; “Kaş yapayım derken göz çıkar.”

Akıcı bir dille yazılmış kitaplar okumayı sevdirir, uyuklatmaz kari’i.

Tebliğ, mutlaka kavl-i leyyinle olmalı, yumuşak üslûp kullanılmalı. Çünkü, doğru mesaj doğru dille ulaşır. Tembih de öyle.

Koca, karısına; hoca, talebesine; komutan mahiyetindeki askerine; işveren de işçisine hitap ederken doğru dili seçmeli, güzel sonuç beklemeli. Bu sıralamaya tersinden de bakılabilir, yani “karının kocaya, talebenin hocaya”, şekliyle.

İlmin ifade edilişi, edebiyatın icrası, insanların gönlüne kapı aralamak, dili güzel kullanmakla olur. Dil, Rabbini zikrederse ömre safâ, cana şifâdır elbet. O’nu zikretmeyen dil, O’na eğilmeyen baş, belâ olur bedene; hem burada, hem orada.

“Dil ile yapılan en üstün sadaka şefaattir ki, onunla esiri kurtarırsın, kan dökülmesine mani olursun, Müslüman kardeşine iyilik ve ihsan gelmesine vesile olursun ve bir kötülüğü def edersin” 2 buyruluyor hadiste.

Dedikodu, gıybet, bühtan insana yakışır şey değil. Bunun içindir ki:

“Kıyamet günü günahı en çok olan kimse, kendisini ilgilendirmeyen konularda en çok konuşandır” 3 diyor Nebî-i Zîşan. “Dil küçük, cürmü büyük” sözü boşa söylenmiş değil.

Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiği bir hadiste ise: “Gözün zinâsı harama bakmak, dilin zinâsı fuhşu konuşmak” 4 deniyor. Demek ki iletişim ve anlaşma vasıtası olan dil ile iyi şeyler konuşup hayır kelâm etmeli; iyi şeyler iletilmeli, iyi şeyler işittirilmeli. Aksi halde, vay insanın hâline!

Fizikî dilin fiilinden başka, beden dili, edebiyat dili, felsefe dili, hâl dili, hikmet dili, ilim dili, müzik dili, resim dili gibi birçok ifade ediş yolları, vasıtaları, hâlleri var.

Mevcudatın ve mahlûkatın her birinin kendine mahsus dilleri var elbette: “Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neş’e-yi lûtufla tebessüm eden çiçeklerin lisaniyle ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimâtı ile ifade edilen hikmetli nizam” 5 insana bir şey diyor! Karda açan “Kardelen”in diyeceği olmaz mı boynu bükük, gönlü kırık hâliyle?

Konuşmak “kâl dili” olduğu gibi, duruş ve davranış da “hâl dili”dir. Bir dokunuşta, bir temasta ayrı ayrı manâ var. İlim dilinin, bilim dilinin, edebiyat dilinin ifade ediş derinliğinin ise, kendine mahsus özelliği, kendine has güzelliği var.

Ya, dilin açtığı hasarlara, zararlara ne demeli?

“Bir karış dil”in gösterdiği saygısızlığı, incittiği gönlü “dil ebeliği”yle gidermek, tamir etmek hayli maharet ister.

“Dil uzatmak”, “dil yarası”yla sonuçlanır çok zaman.

“Dilin kemiği” olmadığı için, başkaları hakkında ileri geri konuşmak hoş bir davranış değil. Bâzen de insanlar “dile düşer” böylece.

“Dil yarası”nı “dil dökerek” gidermek, kolay olmasa gerek. Demek ki “dili tutmak”, dizginlerini elden bırakmamak gerekiyor. Çünkü, “Dil ile düğümlenen, diş ile çözülmez.” Çünkü: Bazen dürüstlük, bazen de açık sözlülük kastıyla sarf edilen kelâmlar “bir çuval incir”i berbat edebiliyor.

Bediüüzzaman, burada bir mihenk koyuyor önümüze: “Her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil” 6 diyor. Zamanı zemini, makamı mekânı iyi belirlenmeyince söz yerini bulmuyor, yanlış anlaşılıp kast edilenin aksini netice verebiliyor; yapayım derken yıkıyor bâzen. Öyle ise, dile dikkat etmeli! Dil ile iltifat da yapılır, iftira da atılır. İftira, Allah’ın nezdinde memnudur, vebaldir, günahtır. Ama iltifat, gönlü göğe çıkarır.

Fikir, zikre, dil ile döner. Dost kapısı dil koluyla açılır; gönülden gönle sevgi saçılır.

Fikirdeki, dil ile fiile dönmedikçe mes’ûl tutmaz Rabbimiz.

Peygamber Efendimiz (asm): “Kişinin hem en uğurlu ve hem de en uğursuz organı iki çene arasındaki dildir” 7 diye ikaz ediyor ve “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayır söylesin yahut sussun” 8 buyuruyor.

Evet.

“Söz güzeli”nden sonra söz olmaz…

Dipnotlar:

1- Camiü’s-Sağîr, 1:82 (Beyhakî, Şi’bül Îman).

2- a.g.e., (Taberânî, Kebîr).

3- a.g.e., (Ahmed bin Hanbel, Zühd).

4- Müsned, 2: 276.

5- Said Nursî, Sözler, 611.

6- Said Nursî, Hutbe-i Şamiye,56.

7- Camiü’s-Sağîr, 2:770.

8- Buharî; Mülim.

ALİ RIZA AYDIN

01.10.2009


Çok yönlü bir hakikat: Tevhîd

Risâle-i Nur’un kâinat ve insan tefekküründeki en önemli noktalardan biri, hiç kuşkusuz onun insana ve diğer her şeye tevhîd eksenli bakmasıdır. Risâleler öylesine muhteşem bir tevhîd eksenli kâinat vurgusu yapar ki, bütün İslâm tarihinde ve düşüncesinde kendine haklı olarak ayrı bir yer bulur.

Ancak, imânın en önemli sacayağı olan tevhîd vurgusu, Risâle-i Nur’da ilginç bir biçimde Esmâ-i Hüsnâ vurgusuyla birlikte gelir. Allah’ın birliği, tek oluşu akıl ve kalbi tatmin edecek biçimde ispatlanırken, izah edilirken, aynı zamanda Esmâ ile eşyanın (yaratılmış olanın) hakikatine dair yolculuklar yapar insan. Bu yolculuklar, bilhassa Âyetü’l-Kübrâ ve 33. Söz gibi yoğun tefekkürün daha ilk anda dünyamızı sarıp sarmaladığı bahislerde çok daha görünür hale gelir.

Bahsettiğim bahisleri her okuyuşumda, Risâle-i Nurların tevhîd gibi dünyanın en büyük hakikatini—ki tek bir hakikat olmasına rağmen—ifade ederken bile, onu tek yönlü ele almadığını fark ederim. Bilâkis tevhîd gibi büyük “bir” hakikatin esmâ gibi muhteşem genişlikte bir “çok yönlülük” barındırdığını görürüm.

Bu incelikli bakışın dünyama getirdiği sonuç ise, hakikatin çoğu zaman tek olmasına rağmen, yine çoğu zaman tek yönlü olmadığı gerçeği olur. Hattâ “tevhîd” örneğinde olduğu gibi hakikat büyüklüğü nispetinde çok yönlü olabilmektedir.

Yine Risâle satırları arasında, tevhîd-esmâ hakkında iki farklı yaklaşımın var olduğuna dair bahislere rastlanır. Bu farklılığın aslında hakikatin çok yönlü oluşuyla ilgili bir yorum farkından kaynaklandığı da anlaşılır.

Vahdet-i Vücûd

İki farklı görüşten daha az zararlı olanı vahdet-i vücûd meselesidir. İbn-i Arabî’nin şahikasında dolaştığı bu güzelim tasavvuf yolunu Risâle-i Nur’un müellifi bu zamanın insanına—deyim yerindeyse—sakıncalı görür. Çünkü tevhîd hakikatini öylesine büyük görür ki vahdet-i vücûd mesleği, diğer her şeyi tevhîd hesabına zapt eder. Diğer bir deyişle, vahdet-i vücûd tevhîdi görmek, ama onun hesabına onun çok yönlü oluşunu reddetmektir. Oysa tevhîd esmâ sayısınca farklı yönü, farklı rengi olan bir hakikattir. Risâle-i Nur bu mesleğe dair görüş ifade ederken, esmânın eşyayı istediğini belirtecektir. Allah var ise esmâ vardır, esmâ var ise eşya vardır.

Bu zamanın maddeyi, eşyayı ön plana alan insanına (düşüncesine) ‘Eşya yoktur, sadece Allah vardır’ dediğiniz zaman, bu zamanın düşüncesi eşyayı, eşyanın Hâlık’ına tercih edebilir, ve eşya hesabına Allah’ı inkâr edebilir. Çünkü Allah’ı yok saymak, eşyayı yok saymaktan daha kolay gelir bu zamanın insanına…

Bu yüzden özelde ahirzaman insanına yazılan Risâle-i Nurlar vahdet-i vücudu en azından uygulanabilir görmeyecek, başka bir yoldan gidecektir. (Not: Bu yolun vahdet-i vücûd yolundan daha geniş, daha güvenli olduğunu da yine Risâlelerden öğreniriz.)

Tabiat ve Esbab

Kainattaki tevhid-çok yönlülük ilişkisine dair ikinci yorum farkı ise, vahdet-i vücûd örneğine göre kat be kat zararlıdır. İkinci yorumunda insan çok yönlülüğün farkına varmış, ama tevhîdi fark edememiştir. Netice ise bir hayli vahimdir.

Tevhîd olmayınca hem eşyaya sabit bir hakikat vermek, hem de eşyanın birbiri arasındaki bağını kurabilmek mümkün olmamaktadır. Bu noktadan hareketle her ne kadar akıl dışı da olsa (çünkü tevhîd kabul edilmeyecek), “tabiat” ilâh kabul edilecek, ya da “şeyler adedince ilâhlar” kabul edilecektir. Yani eşyanın arasındaki bağı ya da eşyanın kendisini—haşâ—eşyanın yaratıcısı, ilâhı kabul edecektir. Böylece insan “esbab ve tabiat” bataklığına sapar.

***

Risâle-i Nur ise baştan sona hemen her dersinde tevhîdi anlatarak bu ikinci ‘sapma’yı karşı konulmaz biçimde reddedecek, aynı dersleri verirken yapmış olduğu “Esmâ-i Hüsnâ” vurgusuyla da birinci yolun tehlikelerinden zamanımız insanını koruyacaktır.

Bu arada, Risâle-i Nur’un vermiş olduğu “hakikatin tek olsa bile çok yönlü olabileceği” dersinin çok önemli başka yansımaları da vardır. Bu yansımaları da ileriki yazılarda ifade etmeye çalışalım İnşallah…

AHMET TAHİR UÇKUN

01.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.