10 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Üniversiteler ne zaman özgür olacak?

12 Eylül çoktan mevta oldu sanıyor bazılarımız; ama o, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda yaşıyor. Ülkedeki değişimi, demokratikleşme sürecini görmeyenlerin, anlamayanların uygulamalarıyla yaşıyor.

Dün Radikal’in manşetten verdiği haber hakikaten doğruysa 12 Eylül ruhunun dimdik ayakta olduğunun ispatıdır. Ve çok acıdır bu; düşünce ve ifade özgürlüğü adına değil sadece, üniversitelerimiz ve üniversiteleri yönetenler adına da acı bir durumdur.

Özgür Sevgi Göral, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin sınavına girip başarılı olduğu öğretim görevlisi kadrosuna atanmamış. Gerekçe; katıldığı bir TV programında dile getirdiği görüşleri. Böyle bir şeyin olabileceğine inanamıyorum. Birileri Göral’ın görüşlerini ‘zararlı’ ve yükseköğrenimin amaçlarına aykırı bulmuş. Göral’ın idare mahkemesine açtığı yürütmenin durdurulması davasında YTÜ, söz konusu kişinin ‘o programdaki beyanları nedeniyle ders anlatamayacağını ve kadroya layık olmadığı’nı öne süren bir savunma yapmış. Dayanak da 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’ymış. Çünkü bu yasa; ‘Yükseköğretimin amacı öğrencilere Atatürk milliyetçiliğine bağlı, hizmet bilinci, milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici irade gücü kazandırmaktır’ diyormuş.

Ayrıca mahkemeye gönderdiği savunmada YTÜ, 687 sayılı kanunun ‘devlet memurları hiçbir şekilde siyasî ve ideolojik amaçlı beyanda ve eylemde bulunamaz ve bu eylemlere katılamaz’ hükmünü hatırlatmış.

Bu haber hakikaten doğru mu? Bir öğretim üyesinin atanması kamuoyuna açıkladığı görüşlerinden dolayı, ama ‘mevzuat gereği’ engellenmiş midir?

Ben inanmak istemiyorum böyle bir yorumun, uygulamanın olabileceğine.

Ülkenin Başbakan’ı çıkıp aynı üniversitede, ‘Farklı düşünceler zenginliktir. Bunlar tartışılarak, çatıştırılarak, müzakere edilerek ‘hakikat güneşi’ bulunur. Tek sesliliği, tek renkliliği, tek tipi dayatanların ülkemize de insanımıza da eğitim kalitemize de ne kadar zarar verdiğini gördük.’ diyor, ama ‘aydınlanmış’ profesörlerin yönettiği üniversitede öğretim elemanları düşüncelerine göre atanıyor veya atanmıyor.

Toplumun ve siyasetin gerisinde kalan bir tablo karşısındayız. Özgürlüğün, özgünlüğün ve özerkliğin önderliğini üniversitenin yapmasını beklemekle galiba hata yapıyoruz.

Bu yapılanı kimse ‘bay mevzuat’a başvurarak haklılaştırmaya çalışamaz. Mevzuat dedikleri, darbe hukukundan başka bir şey değil, daha doğrusu hukuksuzluğundan. Üniversitelerde özgürlüğü esas almak yerine hâlâ darbe rejiminin ruhunu esas alan işler yapılıyorsa, bilinsin ki bu ‘zamanın ruhu’na terstir.

(...) Üniversite nasıl toplumun ve siyasetin gerisinde kalabilir ve hâlâ orada durabilir?

Bu durumda Başbakan, bürokrasinin başındakilere ‘faşistleşme’ imkânı veren yasalardan üniversiteleri kurtarmak zorundadır. ‘Açılım’ı üniversiteye de taşımalıdır, çünkü ‘açılım felsefesi’nin gerisinde kalan bir üniversite ‘çağ’dan da ‘toplum’dan da kopar.

Tanıdığım YÖK Başkanı, Profesör Yusuf Ziya Özcan özgürlükçüdür. Üniversitenin ayrımcılıkla anılmasından rahatsızlık duyar. Sadece başörtüsü ayrımcılığından değil, düşüncelere ve kimliklere uygulanan ayrımcılıktan da...

Üniversite, farklılıkların bir arada yaşadığı ‘evrensel şehir’dir. Önceki yıl beş bine yakın öğretim üyesinin altına imza attığı ‘Üniversitede Özgürlüğe Evet’ bildirisinde ne demiştik:

“Öğretim üyeleri olarak bizler... üniversitelerin düşünce, ifade, din ve inanç özgürlükleri ile eğitim ve öğretim gibi en temel insan hakları karşısında yasakçı değil, özgürlükçü bir tavır alması gereken kurumlar olduğunu düşünüyoruz. Üniversitelerimizin çağdaş, uygar toplumlara yaraşır biçimde, özgürlüklerle ve bilim üretimiyle anılmasını istiyoruz. İstisnasız her demokratik ülkede olduğu gibi üniversitelerimizde de kılık-kıyafet serbestliğinin; hiçbir din, inanç, düşünce, ırk, grup ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın bütün öğrencilere tanınması gereğine inanıyor; aksi yöndeki tüm düzenleme ve uygulamalara bir an önce son verilmesini talep ediyoruz.”

Özellikle imzası bulunan dostlar için bir hatırlatma...

İhsan Dağı, Zaman, 9 Ekim 2009

10.10.2009


‘Yeni’anayasa

“Demokratİk Açılım” kelimeleriyle telaffuz edilen süreç şu ana kadar somut bir biçim olmamış olsa da, insanların umut ve beklentilerini ayakta tutmaya devam ediyor. Yalnız Kürt sorununda değil, hiç eksikliğini duymadığımız bütün sorunlarımızda benzer bir çözüm yönteminin benimsenmesi yolunda güçlü bir irade olduğuna işaret eden birçok belirti görülebiliyor.

Tabii aynı zamanda mümkün olan her şeyi anlamsız bir şiddet gösterisine dönüştürme fırsatı olarak değerlendiren öteki irade de görev başında olmaya devam ediyor. O cephede yeni bir şey yok.

Bu tartışmaların ya da didişmelerin bir aşamasında “Demokratik Açılım” çerçevesinde bir Anayasa değişikliği düşüncesi olmadığı söylendi. Yanılmıyorsam hem Başbakan, hem de İçişleri Bakanı, bunu dile getirdiler. Ama bu da başlayan süreç hakkında bir tereddüt yarattı: 1982 Anayasası’nda değişiklik olmadan, Kürt sorununda ya da herhangi bir sorunda, bir “çözüm” düşünebilir miyiz? Anayasa’nın kendisi, her sorunla olası çözümü arasına girip oturmuş, başlı başına sorun. O çözülmeden neyi çözeceksin?

Daha önce de yazmıştım: Kürt sorununda barışçı bir çözüme doğru yol almak istiyorsak, atılması son derece kolay bazı adımlar var. Kaç kere söyledim, belli ki daha da kaç kere söyleyeceğim: Mustafa Muğlalı Kışlası’nın adını değiştirmek gibi bir adım bütün basitliğine, kolaylığına rağmen, dünya kadar ilerleme sağlar. Üstelik bu yalnız Kürt sorunuyla ilgili bir karar değildir. Bu toplumu ve kurumlarını Topal Osmanlar, Yahya Kaptanlar, Mustafa Muğlalılar gibi “millî” kahramanlara sahip bir toplum olmaktan kurtaracak bir sürecin başlangıcıdır. Onun için de pek çok sorunun çözüm anahtarı, böyle bir yaklaşımın içindedir. Ama nedense, bunun kadar anlatılması zor bir durum yok.

Hükümetin “Anayasa değişikliği olmayacak” sözünü ben bu işin nihai çözümüne ilişkin bir değerlendirme olarak yorumlamıyorum. Çünkü böyle bir şey zaten mümkün değil. Bu herhalde bir zamanlama sorunuyla ilgili. “Anayasa değişikliği” gibi, Meclis’te kıyametler kopmasına yol açacak (bugünkü Meclis yapısında) işlerden Anayasa Mahkemesi’nin “taş koyma” mantığını harekete geçirecek prosedürlerden önce, Mete Tuncay’ın deyimiyle “yapılabileceği yapmak” bence de en mantıklı, en akılcı yaklaşım. “Anayasa değişikliği” gibi bir şey, zaten, kâğıt üstünde yapılacak bazı değişikliklerden ibaret bir şey değildir. Bu bir “konsensüs” sorunudur, öncelikle; sonra da, bir “sindirme” sorudur. Bugün şöyle bir durup çevremize baktığımızda, görünen (kendini gösteren) Türkiye’nin ne birincisine, ne de ikincisine hazır olduğunu söylemek mümkün.

Ama bunu söylemek, “Anayasa değişikliğinden vazgeçelim” demek değil. Hattâ, “Anayasa değişikliğini konuşmayı erteleyelim” demek de değil. Çünkü tam da bu nedenlerle, değişiklik üstüne konuşmaya, tartışmaya hiç vakit geçirmeden, hemen şimdi başlamamız gerekiyor. Bundan bilmem kaç yıl önce yapılıp bitmiş olması gereken bir şeyden söz ediyoruz çünkü—hattâ, zaten olmaması gereken bir şeyin düzeltilmesinden söz ediyoruz. “12 Eylül anayasası” gibi, akla zarar, bir deli gömleğiyle bunca yıl yaşamayı kabul etmiş, içine sindirmiş bir toplum olarak.

Ve gene bilmemiz, anlamamız gerekiyor ki, şu anda önümüzde duran yakıcı sorun, en önemli sorun, Kürt sorunu olmakla birlikte, irili ufaklı, söyleşiyle böylesiyle, her türlü sorunumuzu çözmemiz için bu Anayasa’yı değiştirmek durumundayız.

Çünkü bu Anayasa bizim “sorun çözme yeteneğine sahip bir özne” olmamıza engel, her şeyden önce. Bu Anayasa bize, “Sen davranışlarından sorumlu, ergin bir kişi değilsin. Sen ancak bir vasinin güdümü altında yaşayabilirsin. Haddini bil ve ona göre davran” diyor.

Ve biz 1982’den beri bu Anayasa’yla, bu koşullarda yaşıyoruz. Bu kadar “itaat” artık herhalde yeter.

Murat Belge,

Taraf, 9 Ekim 2009

10.10.2009


Türk müsün, Kürt müsün?

(...) Yanlış anlamayın sakın.

Bu soru bana ait değil.

Benim dini anlayışıma da, demokrasi ve hukuk anlayışıma da aykırı bir soru bu. “Kim neyse, kendini nasıl kabul ediyorsa odur!” der geçerim.

Başkasını kendi eşitim olarak görürüm.

Vatandaşlara etnik aidiyetleriyle ilgili sorular sormayı bile bölücülük telakki ederim.

Bizim inancımıza göre, hiç kimse etnik aidiyetinden ötürü ne değerlidir, ne de değersiz. Hiç kimse ne Türk olduğu için değerlidir, ne de Kürt olduğu için.

Etnik aidiyetler üzerinden değer ideolojisi üretmek, buradan hareketle insanlara paye biçmek, dahası ve en fenası bir kısım etnik vatandaşları bir kısım etnik vatandaşlardan temel hak ve özgürlük itibariyle üstte tutmak cahiliye düşüncesidir.

Etnik milliyetçilikler (menfi milliyetçilik), ayrımcı, bölücü ve çatışmacıdırlar.

(İbrahim Kiras’ın kulakları çınlasın. Geçenlerde kaleme aldığı nefis yazılarından birinde menfi ve müspet milliyetçiliğe atıfta bulunmuş, bu ayrımın Amerikalı bir sosyologa ait olduğunu söylemişti. Arayıp kendisini bilgilendirdim. Bu ayrım, bu toprakların en bilge kişilerinden Kürt asıllı Said Nursi’ye aittir. Bkz. Mektubat, 26. Mektup 3. Mebhas)

Mehmet Metiner, Star, 9 Ekim 2009

10.10.2009


‘TSK görüşü değişmez’

İlk dikkate değer açıklama Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümgeneral Ferit Güler’den geldi. TBMM’de bu yıl açılışta Gül konuşma yaparken, komutanların, başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere hazır bulunmalarının, Erdoğan’ın ‘Açılım’ına destek anlamına gelip gelmediği sorusunu yanıtladı.

”Bu katılıma özel anlamlar yüklenmesi ve bu doğrultuda nitelendirmeler yapılması doğru değildir. Sayın komutanlarımız, TBMM’nin yeni yasama yılı açılışı nedeniyle yapılan toplantıya katılmışlardır” dedi.

Konu, Nahçivan’a giderken, özel davetlileri meslektaşlarca Gül’e de soruldu. Bu soruda iki nokta vardı; askerler DTP ile şimdiye kadar aynı çatı altında bulunmuyorlardı. Bu prensiplerinden mi vazgeçmişlerdi? Yoksa kendi değerlendirmeleri cumhurbaşkanı ölçütlerini içermediği bilinen Gül’ün yapacağı konuşmaya mı özel önem atfetmişlerdi?

Sorunun aslı bu içeriği taşıyordu. Ama Gül’ün kendi seçtiği meslektaş grubundan gelen ifade daha nazikti. Usturupluydu.

Gül, ”Türk Silahlı Kuvvetleri daima değerlendirmelerini yapar. Doğru da yaparlar. TSK’ya güvenim tamdır” dedi.

Gazeteciler devam ettiler, ”Askerler acaba bu defa açılım konusunda devletin zirvesinde birlik olduğunu göstermek için mi törene katıldılar?”

Gül’ün yanıtı, ”Her şeye aşırı anlam yüklememek gerekir. Devletin Meclis’i açılıyor, ordu da devlet organı, normal...” oldu.

TSK’nın gerek anayasal rejimin temeli TBMM, gerek yıllardır mücadele ettiği PKK’ya bir türlü karşı olduğunu söyleyemeyen Demokratik Toplum Partisi ve gerek mevcut vasıflarıyla kendi cumhurbaşkanı değerlerini içermediğini düşündükleri Gül hakkındaki düşünceleri, değerlendirmeleri bilinmeyen bir şey değildir. Ama bu yi bilinen hususlar yanında bir de TSK nın devlet anlayışı vardır. İşte bu toplantıya katılımlarıyla komutanlar bu devlet anlayışlarını sergilemişlerdir.

Yoksa TSK’nın görüşlerinde bir değişiklik olmamıştır.

Hatırlardadır: Bu görüş Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı öneminde açıklanmıştı. TSK’nın hangi vasıflara sahip bir cumhurbaşkanı beklentisi içinde olduğu belirtilmişti. Bu vasıflar Atatürk’ün kurduğu, anayasal rejimde tarifini bulan temel prensipleri içeriyordu.

AKP lideri Erdoğan, Büyükanıt ile yaptığı o uzun Dolmabahçe Sarayı konuşmasından sonra, seçim gecesi açıklamasında da; cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda muhalefet ile de işbirliği yapacağını açıklamış, fakat sonra Gül’ün baskısı sonunda, Devlet Bahçeli’nin de deha işareti olduğunu sandığı manevrasından da yararlanarak, Gül’ün seçimini kabul etmek zorunda kalmıştı.

Sonraki dönemde bu seçimden dolayı Yaşar Paşa’yı suçlayacak olanlar, kendisine sorulan ‘Bu durumda TSK ne düşünüyor?’ sorusuna; ‘TSK görüşü değişmez’ yanıtını verdiğini unutmuşlardı.

TSK’nın görüşleri tabii değişmeyecekti. Çünkü o görüşler ne Yaşar Paşa’ya ne de başka komutanlardan kaynaklanıyordu. Bu camiayı yakından izleyenler Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana TSK’da bu prensiplerin özümsenmiş olduğunu biliyorlardı. Şimdi Gül, görünen ve bilinen vasıflarıyla bu ölçütler dışında Çankaya’ya çıkmışsa TSK’nın kendisini özümsemiş olduğu söylenebilir miydi?

Ama, yukarıda da belirttiğim gibi; TSK’nın devlet anlayışı mevcut yasalara, kurallara göre hareket etmesini gerektirdiğinden, TSK bu bilinçle, Genelkurmay Genel Sekreteri’nin de ifade ettiği gibi hareket etmiştir.

“Sayın komutanlarımız TBMM’nin yeni yasama yılı açılışı nedeniyle yapılan toplantıya katılmışlardır.”

‘TSK’nın görüşü değişmemiştir.’ Ancak şimdiye kadar gösterilen tepki yeterli bulunmuştur.

Mehmet Ali Kışlalı, Radikal, 9 Ekim 2009

10.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.