10 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

gaye-i zaman gaye-i nefes

nazenin bir hafiflik

düne kalkan

umuda düş

meçhule salınım

mahşere yolculuk

geminin limana vuruşu

mermerin soğuk duruşu

yağmura gebe rüzgâr

gecenin uğultusu

karnı kalbinde bir dünya

tekerrürde sahte duygular

gülmeyen göz

takip ömrü beleş

kaybolan düş

pürtelâş

gönül gözün aç

kral başa taç

hasrete kavuşan kulaç

vuslata deva ilâç

büyük bir sancı

pazara düştü can

sorgularında günah

taşlara vurulan baş

mezara düşen mevt

tövbe duâsında dil

yelkovan hızında an

bestesi nakaratında san

yürek tokmağında yas

sonsuzluk tüneli ayan

mesirelik zaman

gelen ve giden

bir hayat işte

gaye salâvatlık nefes

dert, kasavet

et, kemik

İlkay Coşkun

10.10.2009


Yedi kazan altın ve hesap verme

KÜTAHYA’NIN Afyonkarahisar il sınırında bulunan Serkisaray Köyünü, orada geçen çocukluk yıllarını anlatan Osman Amca, bir süre Antalya’da yanında kaldığı oğlunda sıkılınca köyüne dönmek istemiş. Oğlu göndermek istemeyince, ona kendi durumunu, özlemini, alışkanlıklarını ve içindeki ruh halini anlatmış: “Ben vahşi bir ceylanım. Dağlarda, bağlarda, ovalarda dolaşırım, ferahlarım. Oralar benim aklımdan, hayalimden, rüyalarımdan çıkmıyor. Beni burada kafese kapatarak hapsetme. Oğlumdan habersiz köyüme gitmiştim. Ancak kader, o vahşi dağ ceylanını, yıllar sonra huzurevi denilen dünya cenneti olan altın kafese hepsetti” dedi. Köyünden hatıralarını anlatmaya başladı. O yıllarda çayın bardağının 7.5 kuruş olduğunu, Hurma Dede Türbesini, dergâhını, orada eskiden sancak bulunduğunu, orada bulunan asırlıktan fazla yaşı bulunan üç-dört kişinin el ele vererek kavuşturamayacağı genişlikteki tarihî kavak ağaçlarını...

Bunları anlattıktan sonra bir ara şehre gelip gidenlerden duyduğu kadarıyla Bediüzzaman’dan da bahsetti. Onu herkes dilden dile anlatırmış. Çocukluğunda onun hapishanede iken, Afyon’un İmaret camiine namaz kılmaya gittiğini, duymuş. Hiç cezaevine girmediği için onunla tanışamamış. Sonradan âlim bir zat olduğunu, kitapları bulunduğunu öğrenmiş.

Doksanbir yaşındaki Osman Amca hiç zorlanmadan orucunu tutabiliyordu. Rahatça vakit namazlarını ve Ramazanda teravihini kılabiliyordu. Osman Amcanın, “Uzun yıllar içinde başıma gelmedik kalmadı” sözü üzerine, onun yaptığı ilk ve son antikacılığı kendi dilinden dinleyelim:

“Kütahya Abidelere 3 km olan bizim köy tarihî kalıntılar, mermer sütunlar, lahit mezarlarla çok eski bir medeniyete sahip olduğunu gösteriyor. Bir gün Zekeriya isimli köylümüzle koyun güdüyorduk. Sümbül Tepe diye sivrice bir tepe vardır. Orada gezerken Zekeriya deyneği yere vura vura gidiyordu. Bana dedi ki ‘bak şura vurunca başka ses çıkıyor, içi boş dinle!’ Gerçeksen boşluk olduğu belli oluyordu. Kazma kürek getirdik, başladık kazmaya. Bir mermer çıktı. Zekeriya’nın ailesi ile bizim aile toplanıp kazıya devam ettik. Kapak açılınca duvar gibi bir şey çıktı, içine girdik. Eski çanak çömlekler vardı. Onları kırdık. Esas hazine onlarmış. Halbuki biz altın arıyorduk. Hiçbir şey bulamayınca kocaman masa büyüklüğündeki mermer kapakları kağnılara yükleyip, evimizin önüne getirdik. Avluya koyduk. 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla köyümüze gelen tören bölüğü komutanları köyde gezerken, köylülere arkeolojik eser olup olmadığını sormuşlar. Köylüler de bizim avludaki mermer kapak ile Zekeriya’nın avlusundaki işlemeli mermer kapağı göstermişler. Komutanlar taşları aldırıp ikisini bir araya getirmişler. Sonra bizi çağırdılar. Taşlarla birlikte resimlerimizi çektiler. Bir subay ressammış. Komutanı ona bu taşın resmini çizmesini emretti. O da taşın tam resmini, üzerindeki işaretlerin aynısını kâğıda çizdi. Bu taşları kayıp etmeyin, kırmayın. Arkeoloji müzesine verin dediler. Arkasından Ankara’da arkeoloji ile ilgili bir Genel Müdürlükten bize mektup geldi: ‘Arkeolojik eserleri atmayın, tahrip etmeyin, koruyun, müzeye verin’ diye tavsiyeler vardı.

Bir gün köyü iki cemse dolusu asker basmış, dağılmış evlerin çatısına çıkmışlar. Her yerde beni ve Zekeriya’nın oğlu Selim’i arıyorlar. Bana kelepçe taktılar, Selim’i de alıp sorguladılar. "Altınlar nerede?” diye soruyorlar. ‘Yok, olmadı, bulamadık’ desek de lâf dinlemiyorlardı. Bizi köyün ortasında sille tokat dövecek değiller ya Atlı bir gurup jandarmanın önünde ellerimiz kelepçeli koştura koştura 15 km ötedeki Dumlupınar Karakoluna götürdüler.

Selim’in numaraları

Karakol ahşap bir binaydı. Tahta merdivenden önce Selim’i çıkardılar. Yaka paça kurbanlık koyun gibi içeri attılar. Üst kattan takırtılar, bağrışmalar, ağlamalar, sesler geliyordu. Uzun süren şamata, sorgulama, cop seslerinden sonra sesler kesildi. Bizim Selim’in de ağlama, sızlama, yandım anam sesleri kesildi, sükûnet başladı. ‘Bu kadar arbededen sonra kesin ölmüştür’ dedim. Sıra bana gelince dizlerimin bağı çözüldü. Merdivenden zor belâ çıktım. Kalbim dışarı fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Kapının yanında ayna, üzerinde de bir yazı vardı: ‘Şapkanızı çıkarınız.’ Önce aynadan toprak gibi olmuş suratıma baktım, arkasından hemen şapkamı çıkardım. Onbaşının huzurunda hazırol vaziyeti aldım. Sıra hesap vermeye gelmişti. Adımı, soyadımı, ana-baba adımı sordu. Arkasından, ‘Altınlardan bana bir avuç verirsen, yokmuş derim, seni kurtarırım’ dedi. Ben de olmadığını anlattım. Benim tavırlarımı, konuşmamı görünce komutan ‘hele şükür’ dedi. Sonradan öğrendiğime göre Selim’in babası, anası sıkıca tenbih etmişler. Sakın ağzından yanlış bir şey çıkmasın başımız belâya girer, seni yanlış konuştururlar diye hiçbir şeye cevap verme, demişler. Bunun üzerine Selim de başlamış deli numarası yapmaya. Soru sorduklarında sırtını dönermiş, dışarı bakarmış, haritaya bakarmış. Bir türlü sorulanlara cevap vermemiş, ifade alamayan Karakol Çavuşunu çok sinir etmiş, bunun üzerine yermisin, yemezmisin basmışlar sopayı. İçeri girdiğimde sakat olmuş gibi köşede titreyip, mızıklıyordu....

Beni de uzun süre sorguladılar. Devlete nasıl haber vermezsiniz dedi. Benim de aklıma geldi. 30 Ağustos Zafer Bayramında Köyümüze gelen Komutanlara haber verdik. Onlar da resim çektiler, tutanak tuttular anıtlar yüksek kuruluna bildirdiler, deyince hemen telefona sarıldı. Öbür odadaki telefonla yapılan konuşmalar duyuluyordu. Devletin haberi olduğu Arkeolojik eserler envanterine geçtiği bilgisi geliyordu karşı taraftan. Komutanın tavırları yumuşadı ve şikâyet konusu olan iddiayı da açıkladı. Siz Köyden tarihî Selçuklu Devletine ait yedi kazan dolusu altın hazine bulmadınız, demek diye ifade tutanağı tutulurken o kadar çok askerin köyü niçin bastığını, çatılara çıkarak her tarafı tedbir altına aldığını anladım. Sorgumuz bitince karakol çavuşu gece oldu, her taraf kar-buz, karanlık köyünüze giderken yolda sizi kurtlar yer. Burada askerlerin arasında yatın sabah gidin, dedi. Ben de burada akrabalarımız var, dedim, müsaade istedim. Karakol çavuşu izin verince köşede büzülen bizim Selim ahşap merdivenlerden paldır-küldür koşarak inince Çavuş tekrar geri çağırdı. Ben seni sakat oldu sandım da korkmuştum, diye son olarak kuvvetli bir tokat attı, karakol da tokat sesi yankılandı. Gecenin karanlığında köyümüzden geçen tren istasyonuna yol aldık, karanlık da gözden kaybolduk.”..

Bu dünyada yalancı ve olmayan bir hazinenin hesabını vermek bu kadar zor olursa, bizlere Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği binlerce nimetlerin, hazinelerin, ikramların, insanların, lütufların kıymetini bilmez, takdir etmezsek; emir dairesi dışında sarf edersek hesabını vermek, verebilmek ne kadar mümkün olur acaba...

[email protected]

MUZAFFER KARAHİSAR

10.10.2009


Konuşma adabı

ÇAMLIK'TAN

İnsan konuşur. Gerek kendi kendine, gerekse diğer insanlarla konuşur. Kendinle konuşması konumuz değil. İnsan ailede, çarşıda, alış veriş esnasında, dost meclislerinde, sınıfta, otobüste, toplantılarda, kürsüde, ayaküstü konuşur. Özetle, bulunduğu yerde bir insan varsa, onunla konuşur.

Bu konuşmalarda bazen kendini anlatır. Bazen kendinden anlatır. Kimi zaman da satırdan anlatır.

İnsanın en büyük özelliklerinden biri konuşmasıdır. Peki, bu konuşması nasıl olmalıdır?

Her ortamın, her muhatabın karşısında konuşmaları aynı mı, yoksa farklı mı olmalıdır?

Elbette ki konuşma, kişinin ve karşısındakinin ruhî durumuna, bilgi ve anlayış kapasitesine göre farklı olmalıdır.

Meselâ, bir grup dost oturmuş sohbet ediyorlar, bir konu hakkında karşılıklı fikir alış verişinde bulunuyorlar. Birisi fikrini beyan ediyor, diğerleri dinliyor. O bitiriyor, diğeri başlıyor anlatmaya. Böylece güzel bir sohbet ortamı oluşmuş halde iken, yanlarına başka bir dostları geliyor. Selâm ve hoşbeşten sonra konuyu öğrenen, sonradan gelen kişi alıyor sazı eline, konuştukça konuşuyor, kimseye de söz sırası vermeden hep kendi fikrini insanlara dayatmaya çalışıyor. Ne kadar olumsuz bir durum oluşur değil mi? Maalesef bazı dostlarımızı, bu şekilde davrandıklarında, ya münasip bir lisanla uyarıyorsak normal bir davranış sergileriz. Veya bir şey söylemeden o gittikten sonra arkasından konuşuyorsak bu da iyi bir durum olmuyor tabiî.

Bazen de, grup halinde faydası olmayan konuları konuşarak zaman kaybına sebep olabiliriz. Çünkü insan vaktini nerede harcadığından hesaba çekilecektir. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur; “Kişinin malayaniyi (faydasız şeyleri) terk etmesi, onun Müslümanlığının güzelliğindendir.”

Aynı konuda Hz. Ebu Bekir de (ra) şöyle demektedir; “Veciz konuşmanın sınırı, fuzuli konuşmayı terk etmektedir.”

Fazla konuşmak, tekrarında fayda olmayan şeyleri (meselâ toplantılarda) tekrar etmek, gereğinden fazla konuşmak da bu sınıfa girer.

Konuşmalarımızda en çok dikkat edeceğimiz konulardan biri de doğru konuşmaktır. Her konuştuğumuz doğru olmalı, ama her doğruyu da her zaman ve yerde konuşmamak gerektiğini bilmeliyiz. Özellikle dost meclislerinde, gerektiğinde ve bilgimiz varsa konuşmalı ve dostlarımızı bıktıracak kadar uzun konuşmamalıyız.

Ne fazla sinirli ve bağıra bağıra, ne de kimsenin duyamayacağı kadar alçak sesle konuşmalıyız. Bu konuda da yine Peygamberimizi (asm) örnek almakta fayda vardır. ‘O (asm), konuştuğunda tane tane konuşur, önemli kelimeleri tekrar eder ve kavli leyyinle konuşurdu.’

Atasözlerimizde denildiği gibi; “Eğri oturup doğru konuşmalı.” Mecliste büyükler varsa ilk önce sözü onlara vermeli, ‘Söz gümüş sükût altın’ prensibini uygulamalı, fakat sözü altın olanların sükûtunun intihar olduğu da unutulmamalıdır.

‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’ sözünde olduğu gibi, “Haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizliktir.” (Şuâlar, 413)

“Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir” gibi konuşmalıdır. “Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır”ı bilip o şekilde konuşmalıdır.

Düşünerek konuşmalı, ama düşündüklerimizin hepsini söylememek gerektir. Az düşünen insanın çok konuştuğu gerçeği hep akla getirilmelidir.

Herkesin kaldıracağı şekilde (anlayacağı kapasitede) konuşmalı ve konuşurken kendimizden fazla bahsetmemek lâzımdır.

Bir hadiste, “Dilini ıslâh edip, güzel söz söyleyene Allah rahmet eder” denilmiştir. Rahmete erişebilmek için dilimizi ıslâh etmeliyiz demek ki. Hiddetle ve heyecanla konuştuklarımıza itimat etmemeliyiz. Özellikle dedikodu ile insanları, dostları arkadan çekiştirmekle hiçbir meseleyi halledebileceğinizi zannetmeyiniz.

İnsan evvela düşünüp sonra konuşmalıdır. Geç söylemekte mahzur yoktur. Hüner, başkası susturmadan susmayı bilmektedir.

İnsanlara söylenen her güzel sözün bir sadaka yerine geçtiği hatırımızdan çıkmasın.

Çok konuşmanın, çok uyumak ve çok yemek gibi kalbi öldürdüğü söylenmektedir.1

Bazen bakıyorum üç beş kişi konuşuyorlar. Herkes bir şeyler anlatıyor, hiç kimse bir diğerini dinlemiyor. Bu toplulukta bir iletişim, bir fikir alış verişi olabilir mi sizce? Böyle topluluklarda (birbirlerini dinlemeyen), hadiste söylendiğine göre, bereket kalkmaktadır.

“Hayır! Hayal ile yoktur alış verişim.

İnan ki her ne demişsem, görüp te söylemişim.

Şudur benim cihanda en beğendiğim meslek,

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” 2

DİPNOTLAR: 1 - (Fudal bin İyad). 2- M. A. Ersoy.

[email protected]

M. FAHRİ UTKAN

10.10.2009


Acıyı göle bırakmak

intli yaşlı bir usta, çırağının her şeyden sürekli şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.

Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

“Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle “Acı “ diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken usta aynı soruyu sordu:

“Tadı nasıl?”

“Ferahlatıcı” diye cevap verdi genç çırak.

“Tuzun tadını aldın mı?” diye soran yaşlı adamı, “Hayır” diye cevapladı çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi: “Hayattaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey, acı veren şeyle ilgili duygularını genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.”

Hayat hiçbir zaman ve hiçbir kimse için düz bir yol olmamıştır. Önüne çıkan her bir tümsekte hayata dair algılaman da değişir. Bütün kalıplarını tekrar oluşturursun. Hayat, işte budur dediğin her cümlede, atladığın her tümsekte değişir. Geldiğin her yaş dilimi kendine ve yaşadıklarına başka bir pencereden bakmayı öğretir. Büyümek denen şey de bu olmalı sanırım...

Ve bu süreç bize verilen yaşama süresi boyunca devam eder gider. Tam da anladığını ve çözdüğünü düşündüğün zaman, yeni bir soru tarzıyla karşılaşırsın. Hayatına belli zamanlarda giren her şey ve herkes senin büyümen, anlaman ve daha da özgürleşmen için birer görevlidir. Görevlerini yapar ve kendileri de fark etmeden çekip giderler hayatımızdan. O, hiçbir şeyi döküntü olsun diye yaratmaz. Karşılaştığımız, sevdiğimiz, öfkelendiğimiz, aradığımız ve bulduğumuz her şey belki de yaşayacağımız diğer şeylerin alt yapısını oluştururlar. Çoğu zaman da “niye ben bunu yaşadım ki?” diye sorarız ve anlayamayız neler olduğunu... Bize kalan onları nasıl karşıladığımız ve nasıl uğurladığımızdır aslında. Her gelen, bir misafir niyetiyle gelir, görevini yapar ve gider. Aşırı sahiplenmek, tutkuyla bağlanmak, onsuz yapamayacağımızı düşünmek hayatı zorlaştırır yüreğimize. Sürekli şikâyet etmek ve sızlanmak da sadece zaman kaybettirir insana...

“Neden hep aynı şeyleri yaşıyorum, niye hep aynısı oluyor, niye ben, bunu hiç hak etmedim ki” diye ne kadar çok söyleniriz aslında....

Şifreyi çözemedikten ve anlamadıktan sonra aynı soruların sorulmasından daha tabiî ne olabilir ki...

Bardak olup daracık bir alanda boğulmak ve hayatı sadece oradaki acıdan ibaret saymak insanın yüreğini tüketir. Oysaki yaşadığımız acıyla ilgili bakış açımızı genişletirsek, hem daha az canımız acır, hem de oradan çıkmak daha kolay olur. İlk düşüşte oradan çıkmak yıllarımızı alırken, sonrakilerde ya bilerek düşeriz, ya da yanından geçip gideriz. En azından diplerden çıkmak yıllarımızı almaz ve daha kısa sürer. Hissettiğimiz duygu, çoğu zaman olayın kendi gerçekliğinden daha yoğun yaşanır. İçimizde farklı anlamlar yükleriz yaşadıklarımıza, hayatın sonu gibi gelir her gelen... Öylesine yanar ki içimiz, hep orada, o acıyla kalacağımızı ve bundan hiç kurtulamayacağımızı zannederiz. Her gelenin iyi niyetle verildiğini unutup, korunma psikolojisi ile sürekli savunma ve şikâyetle karşılarız onları. Sızlandıkça da büyür, kocaman olur. Kendi elimizle büyüttüğümüz, kendi kalbimize öyle ağır gelir ki, nefes bile alamaz oluruz.

Zihnimizde, büyürken kalıplandığımız otomatik olumsuz cümlelerin yerine, daha olumlularını koyduğumuzda olayın seyri birdenbire değişir. Hiçbir şey değişmese de, yüreğin sakinleşir, huzur bulur.

Çoğu zaman olaylar değildir canımızı acıtan... Onu nasıl algıladığımız ve nasıl yorumladığımızdır aslında... İçimizdeki sıkıntıyı bardağa değil de, büyük bir göle bırakırsak eğer, yüreğimiz hafifler, yüklerinden kurtulur ve yaşamak için daha çok enerji kalır kendimize ve sevdiklerimize...

[email protected]

BANU YAŞAR / Psikolog&Psikoter

10.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.