21 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

İngiliz arşivlerini mi bekleyelim?

GEÇMİŞLE hesaplaşmak, yüzleşmek için elbette yürekli olmak gerekiyor. Onur Öymen’in ‘Dersim’ faciasını gündeme taşıyan konuşması, böyle bir hesaplaşma için gereken cesarete fazlasıyla sahip olduğumuzu gösterdi. En azından vicdan sahibi herkes bildiği ya da duyduğu kadarıyla bu sözlere ve ardında yatan zihniyete tepkisini ifade etti.

Ama galiba bundan fazlasına ihtiyacımız var. Aksi takdirde cüretkar çıkışların ötesine geçmek mümkün görünmüyor.

Bu meseleleri doğru dürüst konuşabilmek için bazı şartların yerine gelmesi gerekiyor. Duyduğumuz ve bildiğimizin ötesine geçmek için buna mecburuz.

Öncelikle asgari düzeyde de olsa bir tarih bilgisi, olmazsa olmazların başında geliyor. Aynı zamanda konuştuğunuz sorunla ilgili temel tartışma başlıklarından haberdar olmak, en azın dan bunları savunan öncü isimleri tanımak.

Hepsinden önemlisi, tüm bunları ideolojik tarih yazımlarından biraz olsun arındıracak bir bakış açısı. Galiba en zoru da bu.

***

Türkiye’de bunları yanınıza almadan yapacağınız her eleştiri, sizi bir diğer kampın tezlerine mahkum eder. Sözgelimi II. Abdülhamid, ya gericiliğin ve istibdatın kalesi olur. Yahut da göklere çıkarılan ve her türlü eleştirinin üzerinde tutulan bir padişah.

Keza, Şeyh Said isyanını üzerine yapıştırılan ‘İngiliz’ damgası yüzünden konuşamazsınız. Oysa o dönemde yolu İngiltere’den geçenleri saymaya kalksak, herhalde Şeyh Said’e sıra geleceği bile kuşkuludur.

Bugün Dersim’le ilgili tartışmaların üzerinde pek çok engel ya da koruma kalkanı var. Bir yönüyle Atatürk’ü ko nuşmanın zorluğu. Diğer yandan cumhuriyet tarihi boyunca Alevilerin istisnalar dışında ‘sistem’le barışık olma yönünde gösterdiği gayretin bilinmeyenleri. Bunların üstüne bir de dönemin ‘tarih yazıcıları’nın halen hissedilen ağırlığını ekleyince konuşmanın zorluğu daha iyi anlaşılabilir.

***

İşin tuhaf tarafı, 100 yıl öncesinin hikayesi, şaşırtıcı düzeyde bugünü anlatır bizlere. Siyasi ya da ekonomik talepleriyle merkeze sesini duyurmaya çalışanların, bunları iletirken yaşadığı sorunlar, çatışmalar ya da sapmalar üç aşağı beş yukarı dünün ve bugünün hikayesidir.

Bir asır önce çocuğunun hem dini, hem müspet ilimleri okumasını isteyen kesimlerin talepleriyle, bugün devam eden tartışmaların benzerliği ve birbirinin devamı oluşu bize cazip gelmez.

Çünkü herkesin kafasında kahraman lar vardır, düşmanlar, her şeyin üzerine yıkıldığı mihraklar ya da sebepler. Dün her şey tıkır tıkır işlerken, bugün aniden bozulmuştur. Yahut tam tersi.

***

Bunları gerçekten konuşmaya başladığımızda, ayağımızın altında kullanmaya alıştığımız pekçok zemini kaybedeceğimiz açık.

Mesela, II. Abdülhamid üzerinden muhafazakarlık, İslamcılık devşirmek ya da Said-i Nursi üzerinden ‘sistem karşıtlığı’ üretmek eskisi kadar kolay olmayacak. Ya da sisteme karşı çıkan herkesi ‘gerici’ parantezine almak, tarihi bu kalıpların arasına sıkıştırmak zorlaşacak.

Sadece Kürtlerin ya da ayaklanmaların değil, bu coğrafyada yaşayan herkesin bilinenin ötesinde bir tarihi var. Bunları gün yüzüne çıkarmak için hep olağanüstü bir gündemi ya da Öymen örneğinde olduğu gibi ‘münasebetsizliği’ bekliyoruz.

Tüm bunları oturup enine boyuna konuşmak için elimizdeki imkanları ve zamanı bugüne kadar iyi değerlendiremedik. Hiç olmazsa bundan sonrası farklı olsun.

Sizi bilemem, ama İngiliz arşivlerinin insafına kalmak bana hiç sıcak gelmiyor.

Nasuhi Güngör, Star, 20 Kasım 2009

21.11.2009


Çakmak, 23 yıl Genelkurmay başkanıydı...

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, ağzından kaçan bir Dersim kelimesiyle, hiç istemeden demokratikleşmeye büyük destek verdi. Yüzlerce kitabın, binlerce makalenin, tek parti zihniyetini anlatmada yapamadığı etkiyi, bir kısa konuşmayla yaptı. Şaka olarak söylemiyorum, kendisine demokratikleşme adına çok ama çok müteşekkiriz...

Sayın Öymen bir şey daha yaptı. Tunceli sokaklarına yapıştırılan afişlerde, yüzüne Hitler bıyığı kondurulunca çok kızdı ve “Atatürk de mi faşistti?” dedi. Bu çıkış, haliyle Atatürk dönemini de yeniden tartışmaya açtı.

Taraf Gazetesi’nde Neşe Düzel, bu tartışmaya, tarihçi Prof. Dr. Cemil Koçak ve gazeteci yazar Taha Akyol ile yaptığı ve üçer gün yayınlanan röportajlarıyla ufuk açıcı bir katkı sağladı. Taha Akyol’un “Ama Hangi Atatürk” ve Cemil Koçak’ın “Geçmişiniz İtina ile Temizlenir” kitaplarını okuyucularıma tavsiye ederim.

Bu röportajları okuyunca, okullarda yıllardır, ezbere yaşayan nesiller yetiştirilmek istendiğini acı bir şekilde görüyorsunuz. Dogmaların ve tabuların, beyinlere beton gibi döküldüğünü bir daha anlıyorsunuz.

Ezberlerin bozulması, gerçeklerin kabullenilmesi kolay değildir. Onun için “laik kesim” diye adlandırılan geniş kitle, Ergenekon davasındaki iddiaları kabul etmek istemiyor. “Danıştay saldırısını, Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba atılmasını, nasıl olur da karşımıza sanık olarak çıkarılan o mümtaz insanlar yapabilir?” diye hop oturup hop kalkıyorlar. Alevi vatandaşlarımızı düşünün. Rejimin en sağlam unsurları diye sırtları devamlı sıvanmış, yere göğe konulmamışlar. Ama devlet içindeki çeteler, onların liderlerine suikastlar yapmak için planlar hazırlamış. Hele Dersim’le ilgili gerçekler. Bu yaşta bizler bile katliamın insanlık dışı, barbarlık boyutlarını bilmiyorduk.

Tarihçi Cemil Koçak, Atatürk dönemiyle ilgili en büyük ezberlerden birini bozuyor. Şöyle diyor: “Atatürk ‘ordu politikaya karışmasın’ diye bir şey hiç söylemedi. Bu, tamamen uydurmadır. Atatürk bunu söyleyemez, çünkü bunu diyebilmesi için kendisinin de üniformasını çıkarması gerekiyor. O dönemde ise üniformayı kimse çıkaramazdı. Çünkü bütün iktidar mücadelesi, ordu içinde ve ordu aracılığıyla yapılıyordu. Hepsi de muvazzaf askerdi onların. İsterlerse karargâhlarında oturuyorlar, isterlerse Meclis’e geliyorlar. Hiçbiri eski asker değil bunların. Mesela Mustafa Kemal... Hem cumhurbaşkanı, hem muvazzaf askerdi. Maaşını, Genelkurmay’dan, yani Milli Savunma Bakanlığı’ndan alıyordu. Diğerleri de öyle. Hiçbiri emekli asker değildi. Bakın... Bu, hiç konuşulmayan bir şey... Atatürk, askerlikten 1927 yılında emekli oldu. 1927’de İsmet Paşa’yla birlikte kendi istekleriyle üniformalarını çıkardılar. “Emeklilik maaşımızı istiyoruz” diye Savunma Bakanlığı’na dilekçe verdiler ve askeriyeyle ilişkileri o andan itibaren kesildi.

Şu bir gerçek ki... 1945’e kadarki Atatürk ve İnönü dönemlerinde rejim esas itibarıyla orduya dayandı. Atatürk ve İnönü, cumhurbaşkanı olarak ordu komutanlarını bizzat atadılar. Ve bu komutanlar yıllarca hiç değişmediler.”

Fevzi Çakmak, tam 23 yıl Genelkurmay başkanı olarak kalıyor. Bunun anlattığı nedir? Bugüne kadar kaçımız bunu biliyorduk? Geçmişte yaşadığımız darbeleri, askerî müdahaleleri, 28 Şubatları, e-muhtıraları, bugünün andıçlarını, lahikalarını, çuvallar dolusu belgeleri anlayabilme adına, 1946’ya kadar olan dönemi gerçekleriyle bilmek gerekiyor.

Cuntacı zihniyet, insana değer vermiyor. Kendilerinden başka güvenilecek insan da yok. Devleti koruma ve yüceltme adına bir paranoya var. İnsanın değeri olmayınca, kendi vatandaşına her türlü zulmü, işkenceyi yapmak da meşru oluyor.

Sıkıntı şurada: Yaşadığımız çağda insan öne çıkıyor. İnsan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve herkesin hesap verebilmesi öne çıkıyor.

Kimseye hesap vermek zorunda olmadığına inanmış, zaman tünelinde kalmış bir azınlık, bu büyük insanî dalgaya direniyor. Orduya dayanan bir rejimi ayakta tutmaya çalışıyorlar.

Hiç ama hiç şansları yok...

Hüseyin Gülerce, Zaman, 20 Kasım 2009

21.11.2009


Sakın özür dileme!

BİR süredir Onur Öymen’in Meclis’te yaptığı talihsiz konuşma ve Dersim konusu gündemi işgal ediyor. Aleviler, Kürtler, demokratlar; AKP grubu hep bir ağızdan hem CHP’yi hem de sayın Öymen’i özür dilemeye ya da istifaya çağırıyorlar. Ben de demek istiyorum ki, ‘sakın özür dilemeyin sayın Öymen, zira Türkiye Cumhuriyeti’ne büyük bir hizmet yaptınız ve görülmesin, bilinmesin, duyulmasın diye sandığa kilitlediğimiz, yok saydığımız bir ayıbımızı gün yüzüne çıkarttınız.’ Ders kitaplarında Dersim ayaklanması diye bakıp geçtiğimiz, ilgilenmediğimiz bir konunun ne kadar trajik, ne denli kabul edilemez ve utanç verici olduğunu öğrenmemizi sağladınız. Üstelik bundan bir sürü ders çıkartmamız da mümkün olabilir.

1- Bir devletin rejimi ve düzeni koruyabilmek adına kendi vatandaşlarına karşı ne kadar acımasız olabileceğini gösteren önemli olaylardan birisi Dersim ayaklanması. Bir devletin kurucu prensipleri insan odaklı olmadığında, yani devlet mekanizmasının insan için var olduğu, tüm insanların devlet için var olduğu, devlete hizmetle yükümlü olduğu düşüncesi geçtiğinde, şiddet ve kuralsızlığın genel kural halini aldığı açıkça ortada. Önceliğin devletten insana geçişi, insanlık tarihi açısından bakıldığında çok yeni bir durum, neredeyse bebeklik aşamasında olduğu söylenebilir.

2- Dersim ayaklanmasını bastırırken devlet aygıtının elbette bir rasyonalitesi var ve dönemin uluslararası koşulları gereği bu tür müdahalelerde bulunan devletler çok da az değil. Hatta bugün bile bu düşüncede olan devletler çok. Lakin bir çatışma ortamında sivillerin zarar görmesi ‘yan hasar’ olarak tanımlanabilse de, direkt olarak sivillere yönelik saldırılar yan hasar falan değil, ‘öz hedef’ halini alıyor. Burada ise çoluk çocuk gözetilmeden, hatta hukuka aykırı müdahalelerle, zehirli gazlar kullanılarak bir isyanın bastırılması söz konusu. Kabul edilebilir bir durum değil yani. Immanuel Kant’ın ‘Ebedi Barış’ adlı eserinde (1795) sivillere karşı zehirleyiciler kullanmanın yasaklanması bir önkoşul. Son dönemlerin popüler alanlarından olan politik psikolojide de bu tür tutumların acısının yüzlerce, binlerce yıl süren ağır psikolojik hasarlara, travmalara yol açabildiğine inanılıyor. Kısaca öldürmenin de bir kuralı var.

3- Acının nispeten dinmesi ve geleceğe dönük psikolojik hasarların azaltılması içinse ‘yas tutmak’ gerekiyor. Acılarımızı açığa çıkarmak, kurbanları, kurbanların yakınlarını, failleri birlikte dinlemek ve birlikte yas tutmak en iyi tedavidir deniyor. Bu açıdan sandığa kilitlenenlerle yüzleşerek yola devam etmek, başkalarının bu tür travmaları tahrik ederek bize karşı birer silah haline dönüştürmesini engelleyebilir.

4- Tarih mutlaka bir gün açığa çıkıyor. Ne kadar kapasanız da, vidaları sıkıştırsanız da bir yerlerden sızıyor. Bir gün bir fotoğraf, bir başka gün bir gaf! Bir şeyler tarihe yardımcı oluyor. Özellikle çağımızın moda trendi olan şeffaflaşma süreci içerisinde saklı gizli hiçbir şey kalmıyor. Bu nedenle tarihi sevmek, sahiplenmek gerekiyor. Hata yapmamış bir toplum da, bir devlet de yok yerkürede. Ama hatalarından ders almayan devletler de, toplumlar da hala var. ‘Bu ülkede bir daha asla bir Dersim olmayacak’ diye açıkça, kuşkusuzca konuşabileceğimiz gün, ders alma kabiliyetine sahip olduğumuzu gösterebileceğiz demektir. Büyükler ders almayı da, ders vermeyi de aynı değerde kabul edebilenlerdir.

5- Demokratik açılım sürecinin yavaşladığı ve ciddi bir toplumsal tepki ile karşılaştığı şu günlerde, Dersim mevzusunun gündeme gelmesi herhalde en çok AKP hükümetini sevindirmiştir. CHP’nin demokratik açılıma eninde sonunda destek vereceğini tahmin ediyordum ama hem Alevi, hem Kürt açılımlarına birlikte bu kadar destek sağlayacağı doğrusu aklıma gelmemişti.(...)Son derece yararlı gafınız için teşekkürler sayın Öymen!

Deniz Ülke Arıboğan, Akşam, 20 Kasım 2009

21.11.2009


Onur Öymen’in Dersim’e katkısı

1937-1938 yıllarında “Dersim’de neler oldu” konusunda düzenlenen konferansa katılmak amacıyla Brüksel’deyiz. Avrupa Parlamentosu Yeşiller grubundan Jürgen Klote’nin çağrısıyla katıldığımız konferansta, Dersim katliamı olarak tarihe geçen olayları, anlamaya ve irdelemeye çalışıyoruz.

Bu konferans, çok önceden düzenlenmişti.

Daveti aldığımız zaman ne Onur Öymen, Meclis’e çıkıp malum lafları etmişti, ne de Kılıçdaroğlu

onun istifasını istemişti.

Onur Öymen’in konuşmasıyla birlikte başta Dersim’de neler olduyla çıktığımız yolculuk, tarihimizin diğer evrelerini de içererek ilerliyor. Koçgiri katliamı ve benzeri katliamlar da bu tartışmaların bir parçası olarak yeni baştan değerlendiriliyor.

***

Onur Öymen, bu lafı ağzından mı kaçırdı, yoksa bilinçli şekilde tarihsel bir gerçeği mi işaret etmek istedi? Ağzından kaçırmadığı daha sonraki savunmacı tutumuyla anlaşıldı. “Bunu yapan Atatürk’tür, bu nedenle bu tartışma beni değil onu hedef alıyor” dedi. Deniz Baykal da Onur Öymen’i koluna takarak gruba girdi ve onun yanında durduğunu ifade etti.

Bu gelişmenin burada durması mümkün değil. Artık yakın tarihi resmi tarihin sınırlarını aşarak araştırmaya, okumaya, öğrenmeye çalışıyoruz.

O tarihlerde yaşanan acıları, acımasızlıkları bir gerçek olarak algılama eğilimi güç kazanıyor.

Avrupa Parlamentosu’ndaki toplantıda da Onur Öymen’in sözlerinin üzerinden yorumlar yapıldı, Dersim’de neler yaşandığına ilişkin yorumlar ve saptamalar ilgi ile izlendi.

Tarihe merak belki de hiç bugünkü kadar öne çıkmamıştı.

***

Tarihe merak neden önemli? Geçmişi öğrenmenin ve resim tarihin dışına çıkmanın ne gereği var?

Şunun kabul edelim ki, kendi tarihini bu kadar yanlış öğrenen bir toplum çok azdır. Düşünün Dersim’de katliama uğramış ailelerinin çocukları, torunları bile kendi tarihlerini yeni yeni öğreniyorlar. Hatta kendi kişisel

tarihlerini bilmeyen, öğrenemeyen o kadar çok Dersimli bulunuyor ki!

Tarihi öğrenememenin sorumlusu biz miyiz? Yahut asıl sorumlusu biz miyiz? Şurası bir gerçek ki, resmi tarihte, okullarda okutulan tarih kitaplarında ne Dersim vardır, ne de Koçgiri. Okullarda bunlar öğretilmez. Ancak eğer

söz edilmek gerekirse de tamamen tarihi gerçekler çarpıtılır. Biz bir başka tarihin içinde yaşarız. Sonra dünyanın değişik yörelerinde gerçeklerle yüz yüze geldiğimizde ezberimiz

bozulur şaşırır kalırız.

Tabii doğruları öğrenmek kolay değildir ülkemizde. Kaynak bulmak kolay değildir.

Ezberler içinde yazılmış tarih kitaplarını aşmak kolay değildir.

Bütün bunların sıkıntılarını yaşarken Onur Öymen imdadımıza yetişti. Dersim katliamını savundu. Hem de Alevilerin CHP’ye en çok destek verdikleri bir dönemde yaptı bunu.

Aleviler yaşadıkları şaşkınlığın içinden çıkabilmiş değiller. Gerçekten bu sözlerin altından nasıl kalkacaklar? Bir yanda bugüne kadar güven duymadıkları bir iktidar var.

Bir de destekledikleri parti. Destekledikleri partinin Genel Başkan yardımcısı, “Dersim’de Alevileri kestik, iyi de ettik” anlamına gelecek türünden sözler ederken, Başbakan Erdoğan belki ilk kez bu kadar yüksek düzeyde bir sorumlu olarak ‘Dersim katliamı’ diyor.

Aleviler açısından zor bir durum. CHP içindeki Aleviler açısından iki kere zor bir durum.

Bu yazıyı yazarken Türkiye’den gelen haberler tartışmanın daha da alevleneceğini gösteriyor. Öymen’in istifasını isteyen Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu, kendi sözlerini CHP içindeki çok sesliliğe bir örnek olarak göstererek durumu idare etmeye çalışıyor.

Bu nasıl birçok seslilik ki, Dersim katliamını savunanla, Dersim’de kırılan, canını, kanını kaybedenler aynı çatı altında yaşayacaklar.

Bu mümkün mü?

Ezenle ezilen, yok edenle yok edilen aynı siyasi akımın içinde mücadele edebilir mi?

Benim inancım o ki, bu iş burada bitmez.

CHP bu sıkleti kolay kolay kaldıramaz.

Görüp yaşayacağız, ama hiçbir şeyin artık eski yerinde durmayacağını da görmeliyiz. Göreceğiz.

Oral Çalışlar, Radikal, 20 Kasım 2009

21.11.2009


Demokrasi mücahidi bir dosta “pişmanlık” yazısı

DEMOKRASİ de müskirat gibi bir şey.. Öbürü nasıl şişede durduğu gibi durmuyorsa insanın aklına demokrat bir fikir geldi mi kafada durduğu gibi durmuyor.. Hele onu yazıya dökmeye kalkıştın mı sonuç böyle oluyor işte.. Demokrasi benim neyime behey mantar kafalı, behey çengelli iğne. behey çamaşır mandalı!

Sevgili silah arkadaşım, değerli televizyon “Haykırmeni..” düşünür-yazar, yazdıktan sonra düşünür Reha Muhtar inceden inceye bize laf geçirmiş..

Suçlama şu:

“Tarihi sadece bilmek yetmez, kişi o sonuçlardan sentez yapabilmeli..”

Muhatabı bendeniz..

(...) O bir yazı yazdı.. “Atatürk çok yalnızdı..” dedi..

Ben de Atatürk’ün yakın arkadaşlarının başına gelenleri birer birer sayıp “Gazi Paşamız’ı biz mi yalnız bıraktık?” diye sordum..(...)

Nedense mevzuya sadece Reha Muhtar zıpladı.. Ve tarihi doğru anlamak üzerine adımı vermeden ama benimle konuşur gibi bir yazı yazdı..

Yazının ana fikri şöyle..

“O bir demokrattı ama memleketi tek başına idare etmeyi tercih etti..”

Bunu anlayamayan da benim..

Reha Bey’in cevaben kaleme aldığı değerli öğretileri arasında tarihi olaylara nasıl bakılacağına dair bir tarif de var..

“Toplumsal ilişkilere ve değerlere bakacaksın..” diyor.. Toplumsal ilişkiden neyi kastediyor, hangi değerleri kafama kakıyor belli değil..

***

(...)Anladığım kadarı ile Reha kardeşim, cumhuriyetin tek partili yıllarının tamamını “demokrasi” hanesine yazmış..

Yazdıklarını okuyunca “cumhuriyet ile demokrasiyi birbirine karıştırıyor olmasın..” dedim demesine ya ben de işin içinden çıkamadım..

Çarpıcı örnekleri de var..

Çarlığı deviren Lenin kan döktü diye o rejimi demokrasi saymayacak mıyız, diye soruyor?

Eğer bana soruyorsa cevabım belli.. “Sayalım gitsin anasını satayım.. Demokrasi senden kıymetli mi Reha Abi?” der geçerim..

Gönlü hoş olacaksa Rusya’da rejimin oturmasından sonra telef olanları da “demokrasi şehidi” ilân ederim..

Yeter ki bir yazı daha yazıp beni bu tartışmaya sokmasın, bir daha böyle yazı yazmak zorunda bırakmasın.. Ben böyle ağır konuları kaldıramıyorum..(...)

Selahattin Duman, Vatan, 20 Kasım 2009

21.11.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: yemek tarifleri- Risale Çocuk- yemek tarifleri - Risale-i Nur- Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yemek Tarifleri - Makdis