22 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

ATATÜRKÇÜLÜK TÜRKİYE’NİN ‘KAMUSAL AKLI’ OLABİLİR Mİ?

ATATÜRKÇÜLÜK’ÜN veya ‘Atatürk ilkeleri’nin siyasi tartışmanın meşru sınırlarını çizdiği anlayışı Türkiye’de çok köklü bir fikir. Bu sadece devlet katında değil, siyasi partiler ve medya dahil olmak üzere kimi sivil aktörler arasında da yaygın bir düşünce. Buna göre, Atatürk’e veya ‘Atatürkçülük’e atıf yapılması meşru siyasi tartışmanın sonunu belirliyor. Demokratik teorinin son zamanlardaki gözde kavramlarından biriyle ilişkilendirerek söylersek, ‘kamusal akıl’ denen şey Türkiye’de aşağı yukarı ‘Atatürkçülük’ anlamına geliyor.

Türkiye’de okullar ve kışlalardan mahkeme ve baro koridorlarına, üniversite platformlarından medyanın sayfa veya ekranlarına kadar her yerde hakim olan bu söylem yüzünden, sanki tartışılmaz bir doğruyla karşı karşıyaymışız gibi bir izlenim herkesin zihninde yer etmiş durumda. Aslında bu sadece ‘hegemonik’ bir fikir de değil; Atatürk, Atatürkçülük ve ‘Atatürk ilke ve inkılâpları’ konularındaki anayasal ve yasal referanslar ile, ilgili ceza ve disiplin mevzuatlarını da hatırlarsak, devletin cebir gücünün de bu fikrin arkasında durduğunu görebiliriz.

Onun için, bu meselede farklı görüş dile getirmek çok riskli, bu riskin önemli bir parçasını da ilk önce medya linciyle karşılaşmak ihtimali oluşturuyor. Ama bu böyle devam edemez. Bırakınız demokrasiyi, bu kafayla asgarisinden medeni bir toplum olmamız bile mümkün değil.

Mesele, tartışılmaz sayılan referans çerçevesinin ‘Atatürkçülük’ veya ‘Atatürk ilkeleri’ olması da değildir. Buradaki sakınca, toplum hayatının neredeyse her alanında doğrular buyuran ve bu arada kamusal tartışmayı neredeyse imkânsız hale getiren her ideoloji için geçerlidir. Devletin cebir gücüyle desteklenen her türden ‘kapsayıcı görüş’ hem özgürlük için ciddi bir tehdittir, hem de demokrasinin önünde büyük bir engeldir.

Ana referans olarak ‘Atatürkçülük’ü kabul eden sivil ve siyasi örgütlere bir demokraside elbette yer vardır; ama sadece, başka görüş ve çıkarların siyasetini yapanlarla demokratik yollardan yarışan bir aktör olarak. Problem bunda değil, problem ‘Atatürk ilkeleri’nin herkesi bağlayan bir normatif çerçeve olarak görülmesinde ve kamu gücüyle desteklenmesindedir.

Siyaset söz konusu olduğunda, eğer bütün siyasi partiler ‘Atatürk ilkeleri’ni savunacaksa, o zaman rejiminize demokrasi demenizin bir anlamı yoktur. Böyle bir durumda ne parlamento için seçim yapmanız, ne de parti olarak bir siyasi program için halktan destek almaya çalışmanız gerekir. ‘12 Eylülcüler’in yaptığı gibi, Atatürkçülüklerinden kuşku duymadığınız ‘uzmanlar’dan oluşan bir ‘Danışma Meclisi’ kurarsınız olur biter.

Öte yandan, ‘Atatürk ilkeleri’ de içeriği açısından da özgürlük ve demokrasi arayışında ciddi olan kimseler için kılavuz olmaya elverişli görünmüyor. O ilkeler arasında bu ve benzeri ideallere hiç yer verilmemiş olması zaten yeterince anlamlıdır, ama dahası var: CHP’nin ‘Altı Ok’unda ifadesini bulan o ilkelerin bir kısmı hiç de ‘çağdaş’ olmadığı gibi, bir kısmının da yerleşik yorumu çoğulcu-demokratik bir rejimin gerekleriyle bağdaşmaz niteliktedir. (Aslına bakılırsa, bunların CHP’nin program esasları olması, başka partiler için bağlayıcı olamayacaklarının da göstergesidir.)

Daha açıkçası, ‘milliyetçilik’in bir ‘Atatürk ilkesi’ olması, bu ilkenin barışçı-medeni bir hayatın ve çoğulculuğun gerekleriyle bağdaşmayan niteliğini ortadan kaldırmaz. Bunun gibi, toplumun ‘anlam haritası’nı çizmesi öngörülen kapsayıcı bir felsefe olarak ‘lâiklik’ anlayışının özgür toplum idealiyle taban tabana zıt olduğu da hem teorik olarak hem de tecrübeyle sabittir. Esasen, bugün Türkiye’nin halâ çözmek için didinip durduğu devasa sorunlar da bu iki ‘ilke’nin getirdiği yüklerden başka bir şey değildir.

Mustafa Erdoğan Star, 21.11.2009

22.11.2009



Cumhuriyet, 21 Kasım 2009

22.11.2009



Akşam, 21 Kasım 2009

22.11.2009


Belgeler ve TSK’nın tavrı

ARKASI arkasına, TSK’nın farklı birimlerine ait olduğu iddia edilen belgeler yayınlanıyor. “Kafes” kod adlı en sonuncusunun muhtevasını medyadan takip edebilirsiniz.

Bunların tamamı, TSK’nın sivil hayata yönelik birtakım kurgularını ifşa ediyor ve bu kurgular ancak “korkunç” denebilecek bir muhteva taşıyor.

Burada bence asıl soru, TSK zirvesinin bu belgelerle ilgili tavrının ne olduğu noktasında toplanıyor.

Bu konuda birkaç veri var elimizde:

1-TSK bu belgelerin yayınlanmasına kızıyor ve bunları TSK’ya karşı yürütülen asimetrik savaşın uzantısı olarak görüyor.

2-Bu belgelerin bir kısmının varlığını reddediyor.

3-Bu belgelerin bir kısmının varlığını kabul ediyor ve Başbakanlık tarafından kendisine verilen görevin ifası çerçevesinde sayıyor.

4-TSK’ya ait olduğu bildirilen gömülü silahlar konusunda ret-kabul arasında net bir yaklaşım görülmüyor.

5-Bazı belgelerin TSK’ya aidiyetinin yargıda ortaya çıkacağı beklentisi oluşturuluyor.

6-Bu arada kimi zaman da yargıya kuşku ile bakılıyor.

Şu sıraladığımız tavırların tümünde, belgeler konusunda yapılan yayınlara öfke ve TSK mensuplarına yönelik koruyucu bir nitelik bulunduğu söylenebilir.

Bu doğru, sağlıklı bir tavır mıdır?

Bu sorunun cevabını verirken, belgelerle ilgili yayının, kamuoyundaki etkisine bakmak gerekiyor.

Şu söylenebilir:

-Bir kesim, Asker’in yaklaşımını, yani “belge yayınının TSK’nın alanını daraltmak için yürütülen psikolojik mücadelenin parçası olduğu kanaati”ni benimsiyor.

-Ama bir başka kesim, belgelerle Türkiye’de yaşananlar arasında bağlantılar kurup, örtülü operasyonların belgelerle açığa çıktığı kanaatine ulaşıyor ve bunu TSK içindeki cunta oluşumlarına bağlıyor.

-Bir başka kesim ise belgelerin yayını karşısında Genelkurmay’ın tavrının “koruyucu” nitelikte olmasına dikkat edip, acaba her şey emir-komuta zinciri içinde gelişiyor da, şimdi bu illegal oluşum ortaya çıktığı için herkes kapatma telaşına mı kapıldı sorularını soruyor.

-Ve bir başka kesim, “Asker bunları yapıyorsa iyi yapıyor. Her şeyi bu sivillere bırakırsanız memleketi felakete sürüklerler, hatta satarlar, öyleyse Asker’in koruyucu kanatları hep üzerimizde olmalı, sivil kadrolar Asker tarafından denetlenmeli, bazen de dövülmeli” yaklaşımını sergiliyor.

Bu son paragrafta yer alan kesimin, bir ucunun Asker bünyesinde olduğu ve yapılanları “Koruma kollama misyonu” içinde değerlendirdikleri düşünülebilir.

Tabii, buraya kadar, memlekette asıl sorumluluğun sivil-siyasi iradede olduğunu hiç gündeme getirmedik. Oysa, demokraside seçimler var ve millet, ülkeyi yönetme yetkisini sandıkta seçilmişlere veriyor. Askerin eylemlerinden de bu sivil irade sorumlu.

O zaman, bu belgeler konusunda sivil irade ne yapıyor sorusu akla geliyor.

Askere sorsanız belki de bu belgelerin yargı önüne gelmesine de razı olmayacak. Çünkü özellikle kimi muvazzaf askerlerin (Dursun Çiçek ve Cemal Temizöz örneğinde olduğu gibi) yargıya “kerhen” gönderildiği gibi bir izlenim var.

Siyasi kadrolar da, belgelerin ve darbe girişimlerinin yargı önüne gelmesiyle yetinme duygusu içinde, hatta Türkiye şartlarında böyle bir olguyu bile şükranla karşılama izlenimi veriyor.

Ama doğrusu, sağlıklısı bu mudur?

Bence değil.

Bu, Asker’i koruyor gibi gözükse de, korumuyor.

Ortaya şöyle bir manzara çıkıyor:

Başbakan’la Genelkurmay Başkanı konuşuyor. (Büyükanıt’la Dolmabahçe’de konuşulduğu gibi) ve bu işlerin suhuletle halledilmesinde anlaşıyorlar.

Acaba anlaşıyorlar mı?

Acaba zaman içinde bu tortuları temizleyelim gibi bir noktaya mı geliniyor?

Bu da kuşkulu.

Çünkü, bu görüşmelerin sonrasında Asker’in belgeler konusundaki tutuk ve savunmacı tavrı devam ediyor.

Başbuğ, kamuoyu önünde “Demokrasi dışı oluşumlar TSK içinde ba-rı-na-maz” dedi ve bunu kendi şerefiyle temin etti.

Toplum buna tabii ki güvenmek istiyor.

Ama tutuk ve savunmacı tavır da kuşkuların büsbütün atılmasına imkan vermiyor.

“Şu anda Türkiye’de bir Genelkurmay Başkanı nasıl tarihe geçer” sorusu etrafında bir düşüncemi paylaşayım:

-Sanırım, TSK’yı tamamen ülkenin dış güvenliği ile sorumlu tutan, içerideki güvenlik görevlerini tamamen sivil iradenin inisiyatifine bırakan ve ancak sivil irade talep ettiği takdirde devreye girecek konuma çeken bir statünün oluşmasının yolunu açmakla... Bu nedir? TSK İç Hizmet Kanunu 35’inci maddenin bu yönde değiştirilmesi talebinin, bizzat Genelkurmay Başkanı tarafından Yasama organının önüne konmasıdır.

Düşünüyorum:

-Acaba Başbakan bir görüşme ortamında Genelkurmay Başkanı’na, “Bu belgeler, kategorik savunmacı bir üslupla ikna edici bir yoruma kavuşmuyor ve Asker üzerinde gölgeler kalıyor. Askerimizi bundan kurtarmak için daha ikna edici bir yöntem bulmalıyız” diyor mu? Bence demeli.

Ahmet Taşgetiren / Bugün, 21.11.2009

22.11.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: yemek tarifleri- Risale Çocuk- yemek tarifleri - Risale-i Nur- Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yemek Tarifleri - Makdis