23 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Mustafa Kemal’in yargıçları

TÜRKİYE’DEKİ resmi dilin içinde bazı laflar var ki, bunları biraz oturup düşününce arkalarındaki “siyasi felsefe” epey bir aydınlanıyor. Mesela her okul çocuğuna bağırta bağırta söyletilen “varlığım Türk varlığına armağan olsun” lafını alalım. Tek Parti ideologlarından Dr. Reşit Galip’in icad ettiği bu ifade, bireylerin ulus içinde eritildiği, dahası onun için feda edildiği “kollektivist” bir ideolojiyi yansıtıyor.

Bazıları “canım ne abartıyorsunuz, maksat vatanı-milleti sevmek” diyebilir. Oysa “vatanı-milleti sevmek” demokratik ülkelerde var olan bir değer, ama böylesi “kollektivist” bir dille ifade edilmiyor. Mesela ABD’de bir “bayrağa sadakat yemini” var ki, “herkese adalet ve özgürlük sağlayan cumhuriyete bağlılık”tan söz ediyor. Yani bir ortada bir “kendini armağan etme” durumu değil, bir “sözleşme” var: Cumhuriyet, bireylere adalet ve özgürlük sağladığı için değerli. Bu yüzden sadakati hak ediyor.

Türkiye’deki resmi felsefeyi iyi anlatan bir diğer hikmetli söz ise, Türk Silahlı Kuvvetleri için zaman zaman kullanılan “Mustafa Kemal’in askerleri” lafı. Çoğunlukla övgü amaçlı kullanılan bu ifade, aslında ciddi bir soruna işaret ediyor. (...) 1923 sonrasındaki Atatürk artık bir “siyasi lider”. Dolayısıyla bu dönemde yaptıklarını beğenen de var beğenmeyen de. “Şapka devrimi”ni hatırlayınca, “yahu ne iyi oldu” diyen de var, “ne lüzum vardı böyle dayatmalara” diye eleştiren de.

İşte bu yüzden de TSK’nın “Mustafa Kemal’in askerleri” olması çok sakıncalı, çünkü o zaman TSK tüm milletin değil, sadece onun içindeki “Atatürkçü”lerin silahlı gücü gibi algılanıyor. Nitekim söz konusu “Atatürkçüler”den bazıları da canları sıkılınca başlıyorlar “ordu göreve” diye homurdanmaya.

Allah’tan dünya epey değişti de ordu öyle kolay kolay “göreve” gelemiyor. Hatta çok ağır da olsa kendi içinde değişiyor. Mesela artık Mustafa Kemal’in siyasi rakibi olan Kazım Karabekir’i de anıyor ki, güzel hareketler bunlar.

Fakat bu sefer de “Mustafa Kemal’in yargıçları” var başımızda. Bu yargıçların bazıları, İmam-Hatip mezunları üniversitelere giremesin, yani “eşit vatandaş” olamasın diye uğraşıp duruyor. Diğerleri, Ergenekon işlerine dokunan Erzurum savcısını apar topar görevden alıyor, hatta hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Daha önceden Şemdinli işlerine dokunan Van savcısı Ferhat Sarıkaya’yı tasfiye ettikleri gibi.

Her iki olayda da tablo aynı: “Derin” işleri sorgulamaya kalkanların kellesi bir anda uçuveriyor. Mustafa Kemal’in yargıçları, Mustafa Kemal’in askerlerini koruyorlar yani, adaleti değil.

Öte yandan şu günlerde deniyor ki, “efendim, devletin bir tarafında böyle bir ideolojik cephe varsa, öteki tarafında da başka bir ideolojik cephe var. Zaten o yüzden kurumların arasında ve içinde örtülü bir savaş yaşanıyor.”

Bu, yerinde bir tespit. Ve bu ideolojik kamplaşmanın sadece bir tarafının partizan davrandığını, öbürünün objektif ve ilkeli olduğunu söylemek de mümkün değil.

İyi ama zaten ne bekliyordunuz ki devleti bu denli koyu bir ideolojiyle yoğurmuşken? Kendilerini “iç düşman” ilan ettiğiniz adamlar başka nasıl bir çıkış yolu bulacaklardı ki bu otoriter sistemden?

İdeal durum, elbette devletin ideolojisiz ve tarafsız olması. Şu anki durum ise, “oligarşi”den (yani tek gücün hakimiyetinden) kaba bir “poliyarşi”ye (yani birden fazla gücün dengesine) geçtiğimizi gösteriyor ki, bu da bir şeydir.

Mustafa Akyol/ Star, 22.2.2010

23.02.2010


Birinci Cumhuriyet’in ruhbanları

AKP iktidarıyla birlikte iyice su yüzüne çıkan “ayrı kuvvetler”in çatışması, Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal ve arkadaşlarının HSYK tarafından azledilmesiyle önemli bir aşamayı daha geride bıraktı.

“Ayrı kuvvetler”den kasıt, şüphesiz demokratik düzenin sigortası olan Yasama-Yürütme-Yargı kuvvetlerinin ayrılığını ima etmiyor. Burada söz konusu olan, seçilmişler ve sivil-askerî vesayet bürokrasisi arasındaki iktidar kavgası...

Öznelerin adını halk ve vesayet yanlıları olarak da değiştirebilirsiniz, sakıncası yok...

***

Daha evvelki yazılarımda kullandığım bir klişe var: Bu süreci bir “yeniden kuruluş” olarak adlandırıyorum ben...

Bu bir kuruluş hali; o yüzden de kaotik. Ama bir o kadar da heyecan verici; tamam, vesayet bürokrasisinin içine düştüğü hazin çelişkilerle de bir o kadar hüzünlü...

Kullandığım bir diğer klişe ise, söz konusu kuruluş halinin, post-Bush dönemine uygun olarak aslında post-modern bir “savaş” durumunu yansıtması.

O nedenle vesayet güçleri, bu savaşta kendi elindeki imkânları kullanıyor; yani hukuku... Adalet dağıtması, gerçeği araması gereken hukuk, vesayet güçlerinin elinde tıpkı Anayasa Mahkemesi’nin 367 ve Danıştay’ın katsayı kararı gibi, rakibinin –sivil-siyasi iradenin- böğrünü deşecek bir kargıya dönüşüyor, ne gam!

Oysa aklı başında hiç kimsenin karşı çıkamayacağı bir reforma ivedilikle ihtiyaç var yargı cephesinde. Bugün Her taraf sayfasında Anayasa hukukçusu Serap Yazıcı bakın nasıl tesbit ediyor bu durumu:

“Gerçekten HSYK, çağdaş dünyadaki emsalleri gibi demokratik hukuk devletinin güvencesi olarak değil, devlet seçkinlerinin, yargı sistemi üzerinde kurmayı arzu ettikleri bir vesayet organı olarak fonksiyon icra etmektedir.

“Türkiye’de bu tür bir siyasal düzenin kurulmasını engelleyen asıl faktör, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, devlet elitlerinin, seçilmiş organlara duydukları güvensizliktir.

“Cumhurbaşkanlarının asker kökenli kişiler arasından seçilmesi de bir rastlantı olmayıp, TSK’nın hükümet ve parlamentoyu sürekli olarak denetleme arzusunun eseridir.

“Cumhuriyet Başsavcısı’nın kapatma davası açılmasında tek yetkili olması, Türkiye’de demokrasinin önündeki önemli engellerden biridir.”

***

Bu tesbitlerin öznesini ise Ayşe Hür’ün Tarih Defteri sayfasında Şerif Mardin üzerinden yaptığı mükemmel makalesi deşifre ediyor. Mardin’e göre Osmanlı-Türk aydınının tek sorusu “Devlet nasıl kurtulur”du. Batılı aydın sınıf mücadelesi ile devlete karşı çıkarken, Osmanlı aydını, herhangi bir sınıfın ürünü olmayıp, halka karşı dahi devleti koruyordu.

Bunun, aydının içini kaynatması gereken daemon’a (iç fırtınaya) sahip olmamaları kadar, neredeyse hepsinin de devletten geçinmeli oluşu ciddi bir faktör.

***

(...)

Şimdi sırada Şanal’ın giderayak Ergenekon Savcılarına gönderdiği Cihaner dosyası krizi var. Şanal’ın “Özel”liğini hukuksuzca kaldıran HSYK, emin olun şimdi de Ergenekon Savcılarının “Özel”liğine göz dikebilir, davaya Yargıtay el koyabilir.

Hem de bir taşla iki kuş vurur. Hem Cihaner dosyasını alır, hem de Güz kararnamesinde yapamadığını, bu vesileyle yapmış olur; ilgili Ergenekon Savcılarını tasfiye eder.

***

Serap Yazıcı’nın da son sözleri o yüzden de hükümete.

“Bu vahim tablonun, kısmi anayasa değişiklikleriyle ortadan kalkması mümkün görünmemektedir.”

Savaş sürüyor...

Markan Esayan / Taraf, 22.2.2010

23.02.2010


Timsahlarla dans da kural gerektirir

"EEE şimdi biz onları fişliyoruz. 40 sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız bu arkadaşlar..."

Hayır, hiç de öyle değil arkadaşlar: Türkiye gibi bir ülkede hiçbir hükümet durup dururken askerlerle, yüksek yargıyla, derin bürokrasi ile yaka-paça olmayı ve siyasi başarısını bu gerginlik üstüne bina etmeyi istemez. AK Parti de istemezdi; ahval ve şerait onu gerektirdi. AK Parti, "Ben bu düzeni değiştireceğim; askeri vesayeti kaldıracağım, icabında generaller bile gözaltına alınıp sorgulanacak ve Türkiye daha demokratik bir ülke olacak" diye oy istemedi vatandaştan. AK Parti'nin hikâyesi, biraz da havuza atlayan korkusuz adama benziyor.

Fıkra şöyle: Yeni yetme zenginlerden birisi, bahçesine kocaman bir havuz yaptırdığı saray yavrusu köşküne tanıdığı-tanımadığı herkesi çağırarak büyük bir davet veriyor. Davetliler bakıyorlar ki havuzda kocaman bir timsah gayet asabî kulaçlarla yüzmekte. Ev sahibi diyor ki, "Büyük fedakarlıklarla yaptırdığım bu havuza, yine büyük fedakarlıklarla Afrika'dan bir timsah getirttim. İçinizde kim, bu havuza atlayarak timsaha yem olmadan karşıya kadar yüzerse ona beş milyon lira vereceğim."

Para güzel fakat risk büyük. Davetliler kendi aralarında bunu tartışırken adamın biri atlıyor suya; timsah da hemen peşine düşüyor. Nefes nefese bir yarış. Timsah tam adamı yakalayıp yiyecekken bizim kahraman yüzücü son bir kulaçla karşıya çıkıyor. Alkışlar, takdir sesleri, bravolar arasında korkudan felce uğramış davetlinin haykırışı duyuluyor,

-Kim itti be beni havuza?

Havuza düşmüşsün veya itilmişsin; yüzeceksin, çare yok!

AK Parti, öyle devrimci, inkılapçı, çağ açıcı, döğüşken tabiatlı bir parti değil; öyle olsa en azından siyasi partiler ve seçim kanunlarını değiştirir, barajı düşürür, partilerde lider saltanatına son verecek değişiklikleri yapar, ötekilerden çok önemli bir üslûpla ayrı olduğunu gösterirdi. Hayır, onlar da ötekiler gibi en az enerji kaybıyla yönetmek, yönetirken önlerini görmek isterlerdi; olmadı. Gelişmeler, AK Parti'yi ılımlı ıslahatçılık rolüne razıyken statükoyla boğuşmak zorunda kalan kader kurbanı pehlivan rolüne getirdi. Öyleyse kimsenin, "Siz bizi fişlediniz; biz de sizi fişliyoruz" demek lüksü ve hakkı yok. Bu astardan mahrum, çiğ bir kabadayılık gösterisi.

Bu söz yanlış, bu söz bâtıl, bu söz lüzumsuz; kötü, yakışıksız ve asla onaylanmayacak basit bir intikamcılık rûhunun eseri. Üstelik tabandaki AK Partilileri bile ürkütecek hoyrat bir cedelci tabiatın dışa vurumu. Kaldı ki AK Parti'nin gerçek tabanı partililer değil, emanetçi oylar! 27 Temmuz sabahı koşa koşa sandık başına gidip, 367'ci takımına ve onun ardındaki oligarşiye tokat atmak için yanıp tutuşan sıradan insanlar ve bu insanlar, galiba önümüzdeki seçimde de AK Parti'ye yine lâzım olacak.

Öyleyse milletin derûnundaki sese kulak vermeli. Onlar evet, askeri vesayet rejimini, hele hele yargının bir kanadında görünür hale gelen zümre oligarşisini tasvib etmiyorlar ama bu esnada ordu gibi, yargı gibi "mülk"ün esasını teşkil eden kurumların da arabulucu dayağı yiyerek süreçten perişan çıkmasını da istemiyorlar. Milletin terkibi bu cümlenin içindeki "ama" bağlacındadır. Onlar esasta evlerinde huzur, tencerelerinde aş, daha iyi bir hayat ve işsizliği öğütecek sağlamlıkta bir ekonomik düzen istiyorlar. Bu süreci AK Parti, elinde kuyumcu terazisiyle, her riski, her duyguyu, her yönelişi kılı kılına tartarak geçirmeli; kamplaştırıcı, öteleyici, itici davranışlardan kaçınmalı.

Evet, havuzda timsah olabilir, fakat siz yine de "nizâmi" yüzeceksiniz; başka yol yok.

Ahmet Turan Alkan Zaman, 22.2.2010

23.02.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl