Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır. O'nun katında, O'nun izni olmaksızın kim şefaat edebilir? O, bütün yaratıklarının geçmiş ve gelecekteki bütün hallerini bilir.
Bakara Sûresi: 255 |
05.05.2010 |
Dünyayı din için severiz Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz. “Dinsiz dünyada hayır yoktur.” Reddü’l-Evham (31 Mart 1909)
İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) cemaatine isnad ettikleri dokuz evham-ı fâsideyi reddedeceğim. Birinci vehim: Böyle nazik bir zamanda din meselesini ortaya atmak münasip görülmüyor. Elcevap: Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz. “Dinsiz dünyada hayır yoktur.” Saniyen: Madem ki Meşrûtiyette hakimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatli revâbıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka bir şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihyâ ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük... İkinci vehim: Bu ünvan, tahsisiyle, müntesip olmayanları vehim ve telâşa düşürüyor. Elcevap: Evvel de söylemiştim. Ya mütalâa olunmamış veya su-i tefehhüme uğramış olduğundan, tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki: İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad murattır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma bir katre su da, sudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikîsi şöyledir: Esas temeli, şarktan garba, cenuptan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhî; peyman ve yemini imân; nizamnamesi, sünnet-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm); kanunnamesi, evâmir ve nevâhî-i şer’iye; kulüp ve encümenleri, umum medâris, mesâcid ve zevâyâ; o cemiyetin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit nâşir-i efkârı başta Kur’ân ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risâle-i Nur) ve i’lâ-yı kelimetullahı hedef ve maksat eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlemdir (aleyhissalâtü vesselâm). Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i’lâ-yı kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihâd-ı ekber ve başkalarını da irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyunu irşad tarikiyle siyasete taallûk edecektir. Kılıçları, berâhin-i kat’iyedir. Meşrepleri de muhabbet olduğu gibi beyne’l-mü’minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemiç olan muhabbete şecere-i tûba gibi neşvünema vermektir.
Hutbe-i Şamiye, s. 97
LÜGATÇE:
evham-ı fâside: Yanlış, bozuk vehimler. revâbıt: Rabıtalar, bağlar. tevâif-i mülûk: Küçük devletler. asabiyet-i cahiliye: Cahiliye dönemine ait olan asabiyet; ırkçılık. müntesip: Bağlı. su-i tefehhüm: Yanlış anlayış. mabeyn: Ara, arasında. bilkuvve: Duygu ve düşünce halinde. bilfiil: Fiilen. mümted: Uzayan. evâmir ve nevâhî-i şer’iye: Şer’î emir ve yasaklar. medâris: Medreseler. mesâcid: Mescidler. zevâyâ: Zaviyeler. muhalled: Sürekli. ceraid: Gazeteler. masruf: Harcanmış. berâhin-i kat’iye: Kesin deliller. |
05.05.2010 |
İnsaniyet ve İslâmiyet adına çok şey kaçıranlar
Orijinalinden oku(yama)yanlara: Münâzarât İngilizce’ye tercüme ediliyor
Bilmiyorum siz alıştınızmı da, beşerin nefs-i emmâresini temsil eden İkinci Avrupa’nın (veya İkinci Avrupa’yı temsil eden nefs-i emmârenin) herkes ve herşey için kullandığı kavramlara ben hâlâ alışamadım ve alışmayacağım da. Derinlik adına hiçbir çaba sarf etmeden üstünkörü tanımlamalar yapmasına alışamadık, ama o bıkmadı keyfince lügat üretmekten. Tıpkı mahallenin uslanmaz lâkapçı çocuğu gibi, gördüğü herşeyi kendine oyuncak etmekten zevk alıyor bu temsilci. Düşüncesiz enstitülerinin, enine boyuna tartışmalar yaptığı ve üzerine ölümler ürettiği kitleler için, yarın birgün onlara işaret etmek için kullanacağı lâkaplardan başka buldukları hiçbir şey yok. Sonrada bunun adına “bu kavramı ilk kullanan...” diyerek gururlanmaları yok mu... Mahallenin uslanmaz çocuğunun iyi olan çocuğa yaptığı gibi. ‘Ân’ını ve geleceğini aydınlatan mutluluk kaynağını düzenbazlıklarla elinden aldıktan sonra, önce onu bağırtıp çağırtıyor, deli ediyor. Ondan sonra da karşısına geçip ‘Şöyle yap, böyle yap’ diye telkinler yapıyor. Eğlencesini arttırmak için kolu komşuya onun ne hâle düştüğünü kendi cümleleri ile hicvediyor. Batıda sesi çıkanların yaptığını ben buna benzetiyorum. Yıllarca sömürmüş olduğu insanların maddî haklarını gaspetmekle kalmamış, onu ayakta tutan medeniyetinin direklerini de yıkıp geçirmiş. Gittiği yerlerde, kandırmacalarla kendine yama ettiği insanlar ile, onları beğenmeyenleri kavgaya tutuşturmaya politika adını vermiş. Maddî kaynakları elinden alınan bu “iyi çocuklar”ın tekrar ayağa kalkacağını adı gibi bildiği için, daha büyük bir cinayet işleyerek, maneviyâtlarına var gücü ve fesadı ile saldırmış. Yeryüzüne, pis istibdadı yok etmek için gelen ‘Şeriat’ı despotlukla eşanlamlı hâle getirmiş. Kendi ektiği cahillik tohumlarının karşılığında kavgayı seven insanlar yetişmesine sebep olmuş. Şükrü Bulut’un “Dindarlar Marksistlerle ittifak edebilir mi?” başlıklı harika değerlendirmesi bu meselenin tarihsel bağlamını kısa ve öz bir şekilde ortaya koyuyor, ilgilenenlere tavsiye ederim. (Yeni Asya, 03.05.2010) *** ‘Tarihçe-i Hayat’ta geçen ‘gövdenin içine giren kurt’ tâbiri, Müslüman oluşunu ana-babasına bağlayan bir anlayışın, yani geleneğinin veya atalarının izinden gitmenin birden bire tersyüz oluşunu temsil ediyor, benim gözümde. Artık ‘hikâye dini’ ile teskin olamayan ruhların, acil çözüm arayışına cevap veren(!) ani lezzetlere atılmasnın tâbiri... Lezzet deyince hemen akıllarımıza gelen belirli ameller-fiiller oldu ise sadece, kötü bir haberim var size, bu demektir ki biz de bu ‘hikâye dini’nin etkisinde bir anlayış barındırıyoruz kendi içimizde. Bu apayrı bir konu, şimdilik, neyse... Meşrûtiyet-i Meşrua veya Hürriyet-i Şer’iyye kavramlarını nasıl açıyoruz kendi içimizde? Dindardır, hocadır, şeyhtir diye hakperestliği gözardı etmeye, Hürriyet-i Şer’iyyenin “Şer’iyye” kısmı hürmetine göz yummak mı? Veya hatırı hakka feda etmek mi geliyor aklımıza? Veya ‘Şeriatın çizdiği sınırlar içerisinde bir hürriyet’ diye mi tanımlıyoruz bu kavramları? Neden ‘Şeriatın genişlettiği hürriyet alanı’ diye anla(ya)mıyoruz acaba? Bürokrattır, zengindir, güçlüdür diye zihnimizde kategoriler oluşmuş ve bu kategorilendirmeye göre hak anlayışımız şekil alıyor ise kurt gövdenin içindedir... *** Birbirinden kopuk gibi görünen bu düşünceler, başlıkta belirtilen şeyin, benim için ne anlam ifade ettiğini ortaya koymak içindi. Evet, Münâzarât İngilizce’ye tercüme ediliyor. Köprü dergisinde yazılarını çok severek okuduğum Mücahit Bilici, Risâle-i Nur ve Said Nursî ile ilgili direkt ve dolaylı birçok çalışmasının ardından önümüzdeki yaz tatilinde hız verecek olduğu harika bir çalışmanın içinde bulunuyor; Münazarat’ın İngilizce’ye tercüme edilmesi. İki buçuk yıldır bulunduğum Amerika’da birçok vesile ile bunun çok büyük bir ihtiyaç olduğunu müşahade ettim. Yukarıda değinmeye çalıştığım iki konu, ‘zihinlerdeki İslâmiyete’ bulaştırılmış zehirlerden sadece ikisiydi. Birincisi mahallenin haylaz çocuğunun, o kadar alaydan sonra, masum tavırları ile yaklaşıp, iyi çocuğu tekrar oyunlarına kurban etmesi ve diğeri hürriyet anlayışındaki “üstü Allah, altı yallah” tarzındaki bir anlayış. Bunları yazarken herhangi bir coğrafya, din veya cemaat bağlamında düşünmedim. Müslümanın da gayr-i müslimin de böyle bir açmazı yaşadığını söyleyebiliriz. Fakat bunun yanında çok garip gerçeklerle de karşılaştım. Risâle-i Nurları “google” gibi bilen insanların Münâzarât ile hiç karşılaşmadıklarını görünce hayretler içerisinde kaldım. Hatta şunu söylemeliyim, Risâle-i Nur muhataplarının (camialarının), büyük bir kısmı Münâzarât’ı okumamış. Bunun üzerinde herkesi düşünmeye dâvet ediyorum... Değerli Süleyman Kurter’in “Amerika’da Yeni Asya'nın anlayışına ihtiyaç var” (Yeni Asya, 2.5.2010) demesinin temelinde, acizâne gördüğüm kadarı ile, bu gerçek yatıyor. Çünkü ‘Şeriat âleme gelmiş ki pis istibdadı yok etsin’ gibi çarpıcı tesbitlerin üzerinde düşünce kazıları yapmamış zihinler, batının ‘hürriyet’ anlayışı ile hakikat-i İslâmiyeye dil uzatmasına hiçbir şey söyleyemiyor; nübüvvete katılmayan felsefenin ürettiği aktivizm, liberalizm, hümanizm vs. takiyyelerine bürünmek zorunda kalıyor. Münâzarât siyasetten bahsediyor diye bazılarınca ciddiye alınmamış maalesef... Veya peder-evlat, şeyh-mürit, vekil-millet vs. türünde ilişkileri eleştirel bir şekilde ele alması mı bu oku(t)mamanın sebebi? Bu arkadaşlarımıza, insaniyet ve İslâmiyet adına çok şey kaçırdıklarını söylemek isterim. Eski Said de Kur’ân talebesidir, o dönemin eserlerinin metodunu göz ardı etmek Bediüzzaman’ı tanımamaktır bence... Duâlarınızı bekleriz...
SAİD HAFIZOĞLU [email protected] |
05.05.2010 |