09 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.”

Âl-i İmran: 26

09.07.2010


Nur Talebeleri asayişi muhafaza eder

Yalnız küçük bir talebenin başka bir meseleden küçük bir vukuatından başka ve 600 bin talebeden hiçbir vukuatları olmadığı kat’î ispat eder ki, âsâyişi Nur Talebeleri muhafaza ediyorlar...

Nur talebeleri âsâyişçidirler

Âsâyişi muhafaza ettiklerinin delil-i kat’îsi şudur: Altı vilâyetin altı zabıta dairesi, 600 bin talebelerin yirmi sekiz sene zarfında haksız muamelelere mâruz kaldıkları halde hiçbir vukuatlarını kaydedememeleri, hattâ Afyon Savcısının asayiş ithamına mukabil Üstadımız demiş: “Bu yirmi sekiz senede bir tek vukuatı gösterebilir misiniz? Mâdem gösteremediniz, nasıl bu ithamı ileri sürüyorsunuz? Yalnız küçük bir talebenin başka bir meseleden küçük bir vukuatından başka ve 600 bin talebeden hiçbir vukuatları olmadığı kat’î ispat eder ki, âsâyişi Nur Talebeleri muhafaza ediyorlar” diye Afyon’da savcıya demiş ve susturmuştur.

• • •

Aziz kardeşlerim,

Bu defa motorlu kayık içinde Eğirdir’den Barla’ya giderken denizin dehşetli, emsalsiz fırtınası leyle-i Kadirdeki dehşetli hastalık gibi, zahmet noktasını kaldırıp büyük bir rahmete vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum. Altı arkadaşla beraber şehid olmak, yedi ihtimalden altı ihtimalle deniz bize geniş bir kabir olmak için zemin hazırlandı. Fakat o hal altında, mükerrer tecrübelerle yağmurun Risâle-i Nur’la alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda Risâle-i Nur’un gizli düşmanlarının tehlikesinden ve geniş plânından kurtulmasına bir işaret olarak o dehşetli hâletimiz bir sadaka-i makbule hükmüne geçtiği remziyle, o rahmet-i İlâhîden gelen emr-i Rahmânîyi imtisalindeki iştiyakla yağmurun bir annesi olan bu deniz, o rahmete dair emr-i İlâhîyi gayet heyecanla ve iştiyakla, acelelikle getirmek için, bir şefkat tokadı nev'înden Nur Talebeleri olan bizim başımızı tokatla yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı.

Biz bu hâleti zahiren hiddet, mânen şefkatkârâne okşamak nev’inde gördük. Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kablelvuku ile, hazine-i rahmete bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musîbet hissettiğimden, mütemadiyen Cevşen’i ve Şâh-ı Nakşibend’in virdini okuyordum. Denizin o dehşeti içinde kemâl-i şevkle o mübarek denizi kabir olarak kabul ediyordum. Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de velî hükmünde olmasından, altı arkadaşıma acımadım. Yalnız içinde bulunan çocuğa bir parça acıdım. O kayığın makinesi bozulduğu ve yelkeni de, rüzgâr onun aksiyle geldiği için fayda vermediğini ve denizin mevcleri de pek büyük, evvelâ kayığa ve zahiren bize hücum etmesiyle beraber kayığın içine girmediği için, kemâl-i sabır ve şükürle karşıladık ve sâlimen sahile çıktık. “Elhamdü lillâhi alâ külli hal” dedik.

Said Nursî

• • •

Üstadımız

diyor ki:

“Ben elli altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle İmân hizmetindeki ihlâsın neticesi olan âsâyişi muhafaza ile, bir câni yüzünden on mâsumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi, hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle, herbir tazyikata, mânâsız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte, benim otuz kırk senedir bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp, bir bardak suda fırtına çıkarıp beni tâciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan âsâyiş için sabır ve tahammül ettim. Bir misali, beş mahkeme huzurunda hiç benim kıyafetime ilişilmediği halde ve mütemadiyen gezdiğim halde ve hattâ İstanbul’da mahkememde yüz yirmi polis bulunduğu halde, aynı kıyafetime ilişmediler ve iki ay İstanbul’da yaya gezdiğim halde, mümânaat etmediler ve ilişmeye hiç kimsenin hakkı yok."

(...)

Hizmetinde bulunan Nur Talebeleri

Tâhirî,

Zübeyir, Sungur, Hüsnü, Bayram ü

(Emirdağ Lâhikası, s. 799, Y.A.N.)

LÜGATÇE:

müddei: Dâvâ eden, dâvâcı.

Nur: Risâle-i Nur.

remz: İşaret, gizli ve kapalı bir surette ifade etme.

küfr-ü mutlak: Mutlak küfür, kesin ve tam bir inkâr.

anarşi: Her türlü düzen ve otoriteye karşı koyarak, karışıklık meydana getirme durumu.

asayiş: Emniyet.

09.07.2010


Ebediyet arzûsu

Dünyâmızı sâbit gibi gördük, kandık.

Eyvâh bize, eyvâh! Ne kadar aldandık!

Bir anda söner ömrümüzün şu’lesi, ya;

Hiç sönmeyecek tâ be-kıyâmet sandık...

İnsanoğlunun dünyâya gönderilişinden bugüne kadar geçen süre içinde geçirdiği safhaların büyük bir bölümü bilinmezlik perdesi altındadır. Son asırda gelişen teknik imkânlardan istifâde ile bulunan fosillerin, insan kemiklerinin, âdemoğlunun elinden çıkmış eserlerin yaşı hakkında sıhhatli bilgiler edinilmeye başlanmıştır. Yerkürenin yaratılması ile ilk insanın arza ayak basması arasındaki uzun süre, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in yaratılması konusunda Cenâb-ı Hakk ile melekler arasında geçen mükâlemedeki hâle mutâbakat göstermektedir. Gaz ve alev hâlinden bir insanın yaşayabileceği durumuna gelinceye kadar arzın geçirdiği müddet, insanın zaman ölçüsüne göre, kim bilir, kaç milyar yıldır… Beşerin hayât mâcerâsını hakîkatı ile bilmek ancak âhiret âlemlerinde nasîb olabilecektir.

Yaradılışındaki gayenin ne olduğunu anlamak istemeyen kişi, hemen bu sözünü ettiğimiz müddetin uzunluğuna bakarak, yeryüzünün ömrü ile birlikte kendi hayâtının sonsuzluğunu tevehhüm etmektedir. Böyle basit bir aldatmacaya râzı olmanın akılla bir ilgisi bulunmadığı mâlûmdur. Çünkü, arz bilmem kaç milyar yaşında olmasına rağmen, birkaç asırdır yaşayan bir insana rastlamak mümkün olmamıştır. Demek, insanın beşiği, evi ve gemisi olan dünyâ hayli uzun ömürlü olsa bile; bunu ben-i Âdem için söylemek imkânsızdır.

Maddî yapısının bu kısa zamanla sınırlı olması yanında, insanoğlunun mânevî yapısı sonsuza göre ayarlanmıştır. Yine bugünkü ilmî buluşların ışığında, beyin hücrelerinin sayısı ile bunların bir ömür içindeki kullanış oranları göz önüne alındığında, beynin ebedî bir âlem için planlandığı anlaşılmaktadır. Buna dîğer mânevî cihâzları ve duyguları kıyasladığımızda şu kısa ömürlü varlığın, ebed için yaratıldığı gün gibi ortaya çıkar. Basît bir ihtimâli nazara alarak gelecek belâlardan sakınmakta mâhir olan insanoğlunun, böyle neredeyse yüzde yüz muhtemel olduğu apaçık olan bir beka namzedliği karşısında, kendine düşeni yapmak konusunda gösterdiği ihmâli yadırgamamak elde değil!

Oysa ki, böyle bir istikbâle hazırlık için istenen mükellefiyetler pek de zor ve ağır değildir. Mes’ûliyetine uygun şekilde ömür geçirmekle kaybedilecek herhangi bir şey yoktur. Kazanç ise kat’îdir; peşînen gelen bir râhatlık ve huzûr vardır. Çevreye ve canlı-cansız alâkadâr olduğu varlıklara gösterilecek şefkat, sevgi, saygı, dîğergamlık; sulh, sükûnet içinde bir hayatın garantisidir. Komşuluk, dostluk, akrabalık, hemşehrîlik gibi pek çok vesîlelerle yardımlaşma, dayanışma ve emniyet içinde yaşanan hayâttan daha güzeli düşünülebilir mi?

Bütün insânî değerler, ancak böyle bir inanç çerçevesi içinde yeşermektedir. İnsanın maddî yapısını meydana getiren nebâtî ve hayvânî yönlerine galebe çalacak kuvvet, ancak insânî seciyelerdedir. Bütün bunlar da dînî emirlerin içinde yer almaktadır. Tâ ilk yaradılıştan insanlara saâdetin yollarını bildiren Cenâb-ı Hâlık-ı Hakîm, böylece yarattığı mahlûkàtın en eşrefi olan Âdem’in (as) çocuklarına azîm rahmet ve şefkatini göstermiştir.

Dikkat edilirse, insandaki ebediyet arzûsunu doyuracak hiçbir maddî varlığın bulunmadığı sezilecektir. Çünkü, insana ne verirseniz veriniz, bekası olmadığı için, onun hissiyâtını tatmîn etmemektedir. Dünyâyı yutsa tok olmayacak bu duyguların madde ile doyurulması kabil değildir. Bugüne kadar doyan bir şahsa da rastlanmamıştır. Mânevî âlemlere dalmış nice bahtiyâr insan sayılabilir ki, dünyalığı bir avuçtan ibarettir; ama mes’ûddur. Demek, mâneviyâtın maddiyât ile doldurulması mümkün değildir… Aynı cinsten olmayanların matematikte toplanıp çıkarılamayacağı, çarpılıp bölünemeyeceği gibi; her iki vecih birbiriyle eşitlenmeyecek değerlerden meydana gelmektedir.

İnsan bu mu? Et, kan ve kemikden;

İsyân ile ma’yûb olan insan...

Dünyâyı yiyip–yutsa tok olmaz;

Bir mikroba mağlûb olan insan...

EKREM KILIÇ [email protected]

09.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.