23 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Farklı yolların aynı yolcuları

“İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”

Said Nursî

Yollar, düşüncelerime düşünce katmıştır hep. Bazen elemime bir damla gözyaşı, bazen de mutluluğuma küçük bir tebessüm katmıştır yollar. Güneşler güneşine doğru seyahat eden bir dünyada açtım gözlerimi. Doğduğumdan bu yana gördüğüm her şey seyahat etti. Çocukluğum gençliğime seyahat ederken, Nuri Amca ötelere doğru seyahate çıktı. Meymune Teyze de gençliğinden ihtiyarlığa doğru giden yolda yürümeye başladı. Yapraklar, kuşlar, yıldızlar ve ay… Hepsi bir seyahatin habercileri… Kuşlar her sene göçe devam etti. İnsanlar her yaz tatili seyahat etmeye devam ettiler. Seyahat eden bir kâinatın içindeki her şey de hareket halinde, seyahat halinde. Zerrelerden kürelere kadar… O yüzden midir bilinmez, her seyahat insanın düşüncelerine yeni pencereler açar…

***

Her seyahatte karşı şeritten gelen araçlar gözüme düşman gibi gözükmüştür. Gözüme çarpan farları, dar yollarda bizi sıkıştırarak geçmeleri, gereksiz kornaları beni hep düşündürmüştür. Aynı şeritteki yolculara derin bir muhabbet beslerken, farklı şeritte gidenlere de hep içten içe bir kızgınlık beslemişimdir. Söz gelimi bir sollama için bile karşı şerite girsem, oradan bir an önce uzaklaşmak isterim. Orada durmak, düşman evinde durmak gibi gelir bana… Uykulu nazarla, karşı şeritten gelen devasa kamyonlar gözüme ejderhalar gibi gözükür. Işıkları ve sesleri ile acip bir canavar olarak düşünürüm karşı şeritteki araçları.

***

Son yolculuğum önceki paragraftaki düşüncelerimi gözden geçirmeme vesile oldu. Karşı şeritte giden insanlar ve yolcular, ihtiyaçları gereği yola çıkmışlardı. Bazen uykularını feda ederek düşmüşlerdi yollara. Bazen yetiştirmeleri gerekiyordu aldığı yükü zamanında. İşe yetişmek isteyenler vardı. Dinlenmeye gidenler vardı. Uzatabileceğim bu sebepleri topladığımda şunları gördüm… Bu insanlar “acizdi”, ihtiyaçlarını gidermek için seyahate çıkmışlardı. Hepsinin kendine göre çözmesi gereken bir derdi vardı. Hepsi fakirdi. Hepsinin elleri kısa, iktidarları kısa idi. Ama ihtiyaçları sonsuzdu. Bu yüzden farklı şeritlerde olsak da aslında biz aynı yolun yolcuları idik. Acizliğimizle, fakirliğimizle ve her derdin kaynağı olan faniliğimizle… Biz aynı yolun yolcuları idik.

Hepimiz hayat yolu olarak da aynı yolun yolcusu idik. Bebeklik, çocukluk, gençlik… Hepimiz aynı hayat halleri ile hemhâl idik... Sevinmemizle, üzülmemizle, göz yaşlarımızla, kemâle müştak oluşumuzla, ebediyete olan ihtiyacımızla… Hepimiz aynı yolun yolcularıyız… Gideceğimiz yer itibariyle de aynı yolun yolcularıyız. Şeritler ve yollar farklı görünse de hepimiz aynı son durakta mola verecektik. “Bütün yollar Roma’ya çıkar” diyordu biri. Buna hiç inanmadım. Bütün yollar kabristanlara yani ölüme çıkmaktadır…

Bu yüzden zahirî olarak farklı yollarda ve şeritte görünsek de hepimiz insaniyet itibari ile ve faniliğin getirdiği acizlikler ile aynı yolun yolcularıyız… Aynı yolun yolcuları da birbirlerini korur, birbirlerine muâvenet ederler…

Hayırlı yolculuklar Efendim!

ZÜBEYİR ERGENEKON

[email protected]

23.08.2010


Karnımız doysun, ama...

İnsan yemeden, içmeden yaşayamaz. Rabb-i Rahimimiz kemâl-i merhametinden hangi mevsim neye ihtiyacımız varsa, rahmet hazinesinden onları gönderiyor bizlere. Tıpkı anne rahmindeki bebeğe rızkını gönderdiği gibi, ya da anne kucağındaki bebeğe annesinin şefkatli sinesinden rahmet çeşmesini akıttığı gibi. Çünkü, O Rahman’dır, Rahim’dir, Hakim’dir, Vedud’dur, bizi bizden daha iyi bilir ve daha çok sever.

Ama insanoğlu anî ve fanî zevklere müptelâ olduğu için her mevsim ne canı çekiyorsa onu yiyip içmeye çalışıyor. Yazın kış, kışın yaz meyvesini yemek gibi, ya da her mevsim yemekte mübah görmediği hazır gıdalar gibi. Halbuki mevsim dışı yetişen sebze ve meyveler, hazır gıdalar ya hormonlu, ya GDO’lu, ya da katkı maddeli; yani insan sağlığına zararlı. Gıda uzmanları habire uyarılarda bulunuyor; hazır gıdalarda bulunan katkı maddelerinin çoğunun kanserojen, mevsim dışı yetişen sebze ve meyvelerin hormonlu olduğunu ifade diyorlar. Ayrıca bazı margarinlerin üzerinde ‘trans yağ içermez’ deniyor, ama margarin pişme esnasında trans yağa dönüşüyor. Gazlı içeceklere alışanlar da bir türlü bırakamıyor. Onlar da bir nev’î bağımlılık yapıyor. Evet yediğimiz gıdalar hormonluymuş, katkı maddeliymiş, kanserojenmiş, GDO’lu imiş, bağımlılık yapıyormuş, vs. zararları varmış, pek de umurumuz da değil gibi. En önemlisi de yediğimiz hazır gıdaların çoğunun muhtevasını tam olarak bilmiyoruz. Şüpheli şeylerle karşı karşıyayız.

Şüpheli ve insan sağlığına zararlı unsurları barındırmayan helâl lokma ise, inançlı insanın hayatının mihveri gibidir. Yenilen her lokma ile bedenin hayatiyeti devam ederken, lokmanın niteliği de yani haram veya helâlliği de mânevî dünyamızın enerjisi oluyor.

Evet, insanoğlu mânen ve maddeten helâl rızka muhtaç.

KARNIMIZ DOYSUN, AMA HELÂL

LOKMA VE KANAAT İLE

Evet karınlarımız doymalı, ama doyarkenki birinci önceliğimiz rızkımızın helâl yollarla kazanılmış olması olmalı. Faiz, kul hakkı gibi manevî kirleri barındırmayan, zekâtı, sadakası verilmiş mânen temiz olmalı. Cenâb-ı Hakk’ın yememizi helâl kıldığı rızıklar olmalı, insan sağlığına zararlı unsurlardan uzak olmalı ve içinde dinen şüpheli şeyleri barındırmamalı. Yani rızkımız maddeten ve manen helâl olmalı.

Helâl rızkın insan hayatiyeti için elzemliliğini belirten iki hadis-i şerife kulâk vermeye ne dersiniz? Resulullah (asm) diyor ki: ”Cebrail bana her geldiğinde şu iki duâyı yapmamı emrederdi: ‘Allah’ım beni helâl ile rızıklandır ve salih işlerde çalıştır.’” 1 Dostumuz Cebrail (as) Resûlullah’a (asm) böyle duâ etmesini tavsiye etmişse bizim bu duâyı hâlen, fiilen, kâlen etmeye her vakit ihtiyacımız var.

Hz. Ali (ra) anlatıyor:

“‘Ya Ali, sana beş bin koyun mu vereyim, yoksa dünya ve ahiretin için yararlı olan beş kelimeyi mi öğreteyim?’ dedi.

‘Ya Resulullah, beş bin koyun fena değil, ama ben o beş kelimeyi öğretmeni istiyorum’ dedim. Resulullah (asm):

‘Allah’ım günahlarımı affet, ahlâkımı güzelleştir, bana helâl kazanç nasib et, beni verdiğin rızka kanaatkâr kıl ve beni haram kıldığın şeylere meylettirme’ 2 de buyurdu.”

Resulullah’ın ilmin kapısına öğrettiği bu duâdan da helâl lokma ve verilen rızka kanaatkârlığın önemini öğreniyoruz.

İnsan helâl rızkı için çalışmakla birlikte rızkına kanaat da etmeli. Çünkü göz hiçbir zaman doymaz, onu ancak bir avuç toprak doyurur. Unutmadan; rızık da mukadderdir, ne artar ne de eksilir. Hiç kimse başkasının rızkını yiyemez.

Helâl lokmaya kanaatkârlığın o kadar çok faziletleri var ki; işte ilk anda aklımıza gelenler:

Aile huzuru, kalp ve vicdan rahatlığı, duaların ve ibadetlerin kabulü, çocukların zekâveti (dünyevî, uhrevî), insanın yaratılış vazifesinden olan şükredenlerden olması vs. gibi insan mutluluğuna vesile olan başlıca unsurları barındırıyor.

İbadet, dua ve şükür ile kul Yaratıcısıyla konuşur, dertleşir, nazlanır, kendisini kendisinden daha çok seven Yaratıcısına sığınma hâlini derk eder ve eşref-i mahlûkluğunu bizzat yaşar. Yani Yaratıcısının var olan sevgisini, rahmetinin sonsuzluğunu hisseder. Bu halden uzak kalma insan için gerçekten büyük bir yıkımdır. Ne yediğinden içtiğinden zevk alır; ne de kalben, ruhen, vicdanen rahattır. Çünkü Yaratıcıyla arasındaki iman bağında geçici de olsa problem vardır ve şükürsüzlerdendir.

İNSAN BEDENİ HELÂLLE

BESLENSİN Kİ MANEVÎ

AZALAR RAHAT ETSİN

Helâl lokma için çalışmak kalb, ruh ve vicdan başta olmak üzere manevî azaların gıdasıdır. Kalb ve ruhun hayattarlığına vesile olan manevî besinleri, asrın manevî doktoru Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde ifade etmektedir: “hayat-ı kalbî ve rûhiye medar olan marifet-i İlâhiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.” 3

İnsan Yaratanını tanıma, tanıdıkça sevme, O’nun mükemmelliğini anlayıp O’na kendisini sevdirmek için razı olacağı işleri yapmaya çalışması, ruh ve kalbin gıdalanmasına vesile olan bir enerjidir. Bu enerjiye ulaşmada ilk etap Allah’a olan imandır. Çünkü bir olan Allah’a imandan sonra onu tanıma, tanıdıkça mükemmelliğini görüp onu sevme ve kendisini ona sevdirmek için razı olacağı işleri yapma gayesine girer insanoğlu. Manevî enerjiye ulaşabilmenin ilk adımı Allah’a olan imandır. Diğer basamakları imanı kuvvetlendiren ve manevî enerjiyi arttıran unsurlardır.

“Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.” 4 Hakaik-i İslâmiyeyi de şu şekilde tarif ediyor: “Hakikat-ı İslâmiyenin esasları, altı erkân-ı imaniye ile ve esas ubudiyet ki, İslâmın beş rüknü olan savm, salat, hac, zekât, kelime-i şehadet, mecmuunun hulâsasıdır.” 5 İmanın şartları ve İslâmın şartlarının özü olan hakaik-i İslâmiyeyi yaşamaya çalışan kişinin hayatının tek gayesi rıza-yı İlâhidir. Rıza-ı İlâhî için çalışmak da yukarıda söylediğimiz gibi manevî azalarımızın enerjisidir.

“Hem de ilim iki kısımdır: Bir nev’î ilim var ki, bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfî gelir. Diğer bir kısmı ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulum-u imaniye bu kısımdandır. Önümüzdeki Sözler ekseriyat itibariyle İnşallah o cümledendir.” 6 Nasıl ki insan bedeninin sürekli besin vasıtasıyla enerjiye ihtiyacı varsa, imanî ilimler vasıtasıyla da insanın manen enerji alması gerekmektedir. İmanî ilimler insanı Yaratıcısına iman etme, tanıma, tanıdıkça sevme ve kalben ruhen rahatlamaya dâvet eder. Bu dâvete icabet eden ibadet, şükür, dua, tefekkür gibi unsurlarla imanı kuvvetlenir. Manen rızıklanır ve maddî bedenini de helâl rızıkla beslemek için çalışır. Bu çalışma onun manevî rızık enerjisi olup maddî olarak da helâl rızkı elde etme hassasiyetini doğurur.

İnsan helâl rızık için çalışmayı terk ettiği anda manevî rızıktan, enerjiden mahrum kaldığı gibi maddî helâl rızıktan da mahrum kalır. Bu mahrumiyet onu eşref-i mahlûkluktan esfel-i safiline doğru çeken bir mıknatıs gibidir.

Sonuç olarak; bedenlerimiz bize verilen bir emanettir. Bizler manevî azalarımızın helâl gıdası olan imanî ilimlerle, İslâmın emirleriyle besleme çabasına girdiğimiz anda bedenimizin rızıkları da helâlleşecektir.

Allahım! Bedenlerimiz ve manevî azalarımız bize verdiğin bir emanettir. Bizler bu emanetlerini onlar için helâl olan rızıklarla beslemek zorundayız. Allahım, bizleri maddî ve manevî yönden helâl rızık endişesi taşıyanlardan eyle, son nefesimize dek manen ve maddeten helâlle rızıklananlardan eyle ki, iman ehli, ibadet ehli ve şükür ehli olarak huzuruna alınanlardan olma bahtiyarlığına nail olalım. Âmin.

Dipnotlar:

1- Camiü’s sağır, s. 1478, Yeni Asya Neş.

2- Muhtasar Hayatü’s Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, s. 460, Ravza Yay. 2000.

3- Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursî, s. 22, Yeni Asya Neş. 1994.

4- Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, s. 27, Yeni Asya Neş. 1994.

5- Kastamonu Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî, s. 153, Yeni Asya Neş, 1994.

6- Barla Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî, s. 144, Yeni Asya Neş.

FATMA ÖZER

23.08.2010


Ramazan’da hep aynı yemeği yememek

Kıymetli hocamız Dursun Gürlek’in “Karınca Huzura Varınca” adlı kitabını karıştırırken bir nükteye rast geldim ki, noktalarım arasına almadan geçmeyeyim dedim.

Vaktiyle hocanın biri cerr* için bir köye gitmiş. Köylü her iftar ve sahurda hocaya yağsız bulgur pilavı veriyormuş. Hoca bulgurdan usanmış, yiyemez hâle gelmiş. Bir gece köyün minaresine çıkmış, şöyle bir temcit ilâhisi okumuş:

Ramazan aylarının başı

Akar bu gözümün yaşı

İftar, sahur bulgur aşı

Yenir mi Ya Resulallah

Köylümüz hep ehl-i İslâm

Fakat bilmez nedir it’am

Yağsız bulgura da ikram

Denir mi Ya Resulallah

Hakkını verelim ki gayet okkalı bir serzeniş.

İşin aslı şu ki, toplum olarak davranışlarımızı ve işlerimizi sürekli tekrarlama âdetine kapılmışız. İkramlarımız bile demirbaş gibi değişmiyor. ”Her insan bir âlemdir!” diye haykırdığı halde kalıplaşmaya yüz tutmuş neslimiz, Rus oyuncağı “matruşka” gibi aynı tipin boy boy çeşidi sanki. Dilimizdeki kelâmdan elimizdeki kaleme kadar aynı şeyleri sayıklıyor, duruyoruz. Bazen ufak bir cilâlama yapsak da bu makyaj, işin bir başka versiyonu olmaktan öteye gitmiyor. Bunun için de devamlı “Değişin!”, ”Kendinizi yenileyin!” gibi söylemlerle karşılaşırız. Peki bu değişimden soframız nasıl bir nasip alır ve bağlantı nedir? Başlık sizi aldatmasın. Yuvarlak tahtanın üstüne iki tas yemeğe de şükredebilen bir ecdadın torunları olarak gönül sofrasını mide sofrasının önüne alabiliyor olmak gayet önemli bir iş olsa gerek ki değineceğimiz nokta da tam burası.

Eskiden beri Kur’ân-ı Kerim’in sûrelerini envaî çeşit yemeklere benzetirim. Teşbihte hata olmaz sözüne intisap edip girelim mevzuya. Furkan’ın henüz başı Fatiha Sûresi, yemekten evvel iştah açıcı gibi harika bir başlangıç. Karışık gidelim. Yasin Sûresi, tam beklenilen zamanda gelen bir ana yemek gibi sofranın kalbine oturuyor. Nebe Sûresi mi dersin, yarısı cehennemi yarısı cenneti hatırlatıyor, yarısı acı yarısı tatlı. Ve Rahman Sûresi, susamaktan kurumuş dudakları sahradaki vahalara çeviren şerbet. Ve diğer bütün sûreler de güzel tabaklarda önümüze sunulmuş, usta bir aşçının elinden çıkan dünya harikaları gibi. Ve ağız sulandırıcı. Öyle bir sofra düşünün ki yüz on dört çeşit yemek var üstünde ve dâvetlisiniz. İstediğiniz kadar yiyiniz fetvası da geldi. Ama beyefendi sadece tek çeşit yiyor. Be adam, bu kadar yemek var sofrada. Azıcık ondan, birazcık bundan da al ki gözün gibi ağzın, ağzın gibi miden de bayram etsin. Yok…

Bir büyüğümüzden işitmiştim: ”Kevser ve İhlâs Sûreleri olmasa, Müslümanların hali pek yaman.” Hakikatli bir sözdür ama. Döner durur okuruz iki sûreyi. Aslında iyi çiğneyip hazmetsek İhlâs ve Kevser bize şefaatçi olur İnşâallah. Hem, ”Kevser”li “İhlâs”lı bir namazı kim bulmuş ki biz terk edelim, değil mi yani. Ancak bu kadar çeşit bize bakarken biz de onlara bön bön bakmayalım. Akıllarımız onca dünyevî işe kafa patlatır, binbir kâğıdı katlatır, üç beş hayrı atlatır olmuş. Desek ya, mübarek Kur’ân ayı Ramazan’da, kısa da olsa yeni bir sûre ezberleyeceğim ve Rabbimin bana sunduğu bir leziz nimeti daha hıfzedip ona kıyamda sunacağım. Ve O’nu memnun edip kendim de bu sofradan nasibimi alacağım. Mönü geniş, istediğiniz yerden buyurun efendim…

*cerr: Medrese talebesinin, mübarek üç aylarda köylere dağılıp halka dini öğütlerde bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek sûretiyle para ve erzak toplaması.

ÖMER SAİD GÜLER

23.08.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.