03 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Diyarbakır ve Mardin’de ortak ses: Seyda, Ser Sera, Ser Çava Hati!

Yaklaşık yüz yıl önce bu topraklarda yaşayan ahaliyi gezerek sorularına cevap veren Bediüzzaman, bugün gene burada. Hem de öyle bir gelişle geliyor ki;

“Varsın muâsırlarım beni dinlemesinler” dediği mekânlardan seslenerek, “Yüz sene sonra gelen nesl-i âtî” ile konuşacak.

Şehrin tarihî surları etrafında gezerken “Medresüttüzehra’nın” Diyarbekir cenahını görmeye çalışacak. On iki gözlü köprüde gezinecek ve yüksek bir tepeden Dicle nehrine tebessümle bakacak. Cizre Ağalarından “Miran aşireti reisi Mustafa Paşa” ile yaptığı mücadeleyi hatırlayacak ve Mustafa Paşa’nın kendisine:

“Benim Cizre de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam etmezsen, seni Dicle Nehrine atarım” dediğinde kendisinin de:

“Paşa, bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak da senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevap verince sizden bir şey isterim ki, o da mavzerdir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim” (Devamı için bak: Tarihçe-i Hayat, Y.A.N., s. 67) dediğini, suların tatlı akışları haber getirir gibi ona hatırlatacak. Ve “Bane Xane” mevkiinde yaptığı münâzarada kendisine âlimlerin sorduğu sorulara verdiği cevaplar karşısında, şaşkın kalmalarını izlerken, onların hayretten içmeyi unuttukları çaylarından bir kaçını da içerek o mecliste hayalen bulunacaktır.

Oradan devam edecek, Merkez Kayapınar İlçesi, Park Orman Meydanı alanında Diyarbekir şehir ahalisi ile sohbet etmeye çalışacak, Onun bu heyecanlı halini gören biri ön sıralardan kendisine soracak:

“Seyda ne getirdin?” deyince, O da: “Müjde getirdim!” diyecek. Bir başkası ise “İstibdat nedir?” şeklinde bir soru soracak. Ve yüz yıl önce dediği gibi:

“İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinat ile cebirdir” diyecek. İzahından sonra “İstibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin, ona rast gelsem sille vuracağım” diyerek şehrin neden bu kadar kalabalık olduğuna bir mânâ veremeyecek, yolda gelirken boşaltılmış, yakılmış, yıkılmış köyleri gördüğünde, efradın muhacir gibi buraya gelmiş olduğunu anlayacak ve üzülecek. Ama:

“Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı dem demesini bozsa; sizin şevkiniz kırılmasın!” diyerek ümitsizlik kapısını kapayacaktır.

Ulu Cami minarelerinden “Allah-u Ekber!” sedâları ile öğle ezanını dinledikten sonra namazı edâ edecek ve Dağ Kapı’ya gidecek, sur boyunda Mergi Ahmed’e gelecek; sol tarafta “on numaraya”, sağ tarafta Urfa Kapı’dan istasyona doğru bakacak ve eski simsarların “Yallah babo Mardin’e…” dedikleri Mardin Kapı’dan Diyarbekir’e elveda deyip Mardin’e doğru yol alacaktır.

Yolda Çınar ve Şeyh Sultan ziyaretinden geçecek, yol kavşaklarında Derik ve Mazıdağı’na hayalen uğradıktan sonra tepe üstünde radarı görülen “medeniyetler beşiği, hoşgörü diyarı” Mardin’e yaklaşacak, şehir girişinde karşılamaya gelen dostlarla beraber Yenişehir’de “öğretmen lojmanları” yanındaki sahada saat 16.00’da randevu verdiği meydanda olacaktır.

Aslında onun Mardin’de çok hatırası vardır. “İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır.” (A.g.e., s. 72) Topluluk yerleşene kadar o şehri şöyle bir gezecektir.

Gençken cami minaresinin şerefesinde gezindiği Ulu Cami’yi ziyaret edecek ve Zinciriye, Şehidiye, Savur Kapı, Altın Boğa, Melik Mansur, Hüsamiye, Muzafferiye, Şah Sultan Hatun, Hatuniye ve Şeyh Sultan Medreselerinde ehl-i ilmin ders uğultularını dinleyecek, en sonunda ise tepeden suyun ovaya dağılmasını anlatan Kasımiye Medresesi’ne gelecek, ama zikir yerine “modacıların defile” tıkırtı ve rezaletlerini duyunca üzülerek, kaleye çıkıp Yeni Şehir’e inecek. Meydanda konuşmaya başlayamadan önce Midyat ve Derülzaferan Papazları da hâlet-i ruhiyeleri ile orada “Hz. İsa’nın gelişini” asrın imamından soracak gibi hissedecek.

Ve değerli dostumuz Tahir Ünverdi, bu konuları münderiç hususlarda, gelen misafirlere Risâle-i Nur’dan bir demet sunacaktır bugün Mardin’de…

ŞERİF GÜNDÜZ

[email protected]

03.10.2010


Ânestü nûrâ

Yukarıdaki başlığın anlamı “Bir Nur gördüm”dür. Başlıktaki cümlenin aslı “ânestü nârâ”dır. Biz cümlenin öz anlamından ilhamla yazımıza bu başlığı koymayı uygun bulduk.

Ânestü nârâ, Kur’ân-ı Kerim’de Neml Sûresi’nin 7. âyetinde: “Nitekim resullerden olan Musa da çölde geceleyin yolda iken ailesine: ‘Durun’ demişti, ‘Uzaktan bir ateş gördüm (ânestü nârâ), oraya gideyim, belki oradan yol hakkında bir bilgi alır, yahut hiç değilse bir ateş koru getirir de ısınmanızı sağlarım’” şeklinde geçmektedir. Ânestü nârâ, Hz. Musa’nın Tur-ı Sina’da (Sina Dağı’nda) yolunu şaşırdığında, uzaktan gördüğü ve ateş sandığı İlâhî tecelli nurunu anlatır. Bu hadise Kur’ân-ı Kerim’de “Neml: 7” dışında, “Taha: 10” ve “Kasas: 29” olmak üzere üç sûrede geçmektedir.

Hz. Musa’nın, ateş sandığı şey aslında İlâhî tecelli nurudur. Biz Kağızmanlılar olarak da “Bediüzzaman Hizmet ve Tanıtım TIR’ının” şehrimizden geçeceğini duyunca “Ânestü Nûrâ” (Bir nur gördüm) diye sevindik. Ancak bu sevincimiz başlangıçta TIR’ın şehrimize uğramayacağı söylentisi üzerine buruktu. Kağızman’daki organizasyon işi çok geç bir şekilde ben ve mimar olan amcamın oğlu Recep’e bildirilmişti. Ben 29.9.2010 tarihinde, hastalığımla ilgili tahlil sonuçlarımı almak ve bir müvekkilimi cezaevinde ziyaret etmek için Erzurum’a gitmiştim. O işlerim geç saatlerde bitince Aziziye Parkı’nda bulunan “Bediüzzaman Hizmet ve Tanıtım TIR’ını” ziyaret etmek için parka gittim. Orada genel sekreter olduğunu öğrendiğim Şener Beyle görüştüm. Şener Bey, şehrimize girmeyeceklerini söyleyince kendisini avukatlığımın savunma refleksiyle ikna için bayağı uğraştım. Nihayetinde bir saatlik kısa bir program sözü aldım. Başlangıçtaki buruk sevincim artık deryalar kadar olmuştu. Kağızman’daki karşılama işini Erzurum’da yürüttüğüm uzunca bir telefon trafiğiyle hâlletmeye çalıştım. Bu telefon trafiğine, belediye ve Kağızman FM’de anons ilânını, konvoya katılacak arabaları ve muhabbet fedailerini arama işini sığdırdım. Kağızman’da olmamam dolayısıyla birebir yürütemediğim adeta sanal bir organizasyon işini çok kısa bir süreye sığdırmaya çalıştım.

Gelen kardeşlerimiz ile bu manevî hizmetin fikir babası ve genel koordinatörü Recep Taşcı Beyefendi (telefonla arayarak teşekkür etme inceliği göstererek), hüsn-ü zanlarının bir göstergesi olarak Erzurum’daki menfur saldırıyı unutturduğumuzu söyleme nezaketinde bulundular. Şunu da yeri gelmişken söylemek bir kadirşinaslık olsa gerek: Saldırıyı Erzurum halkına mal etmek, Erzurum’a ve Erzurumlulara bühtan olur. Ben hukuk fakültesinden önce eğitim fakültesinde okuyup mezun olan bir kişi olarak Erzurumlulara kefilim. Yapılan menfur saldırı bir avuç kendini bilmezin (belki de Erzurumlu olmayan) hezeyanıdır.

Bizim birer Kağızmanlı olarak gerçekleştirmeye çalıştığımız bu küçük organizasyon, bizim yalnız başımıza yaptığımız bir iş değil, onlarca muhabbet fedaisi ve Kağızman halkının gönüllü katılımıyla olmuştur. Ayrıca fevkalâde bir şey de değil, sadece Kağızman halkının bir misafirperverlik göstergesidir. İdare amiri olan sayın kaymakamdan, sayın belediye başkanına, radyo yayını yapandan, katılana, yerel muhabirine kadar herkesin katkısı olmuştur. Katkısı olan herkese şahsım adına teşekkürü bir borç bilirim.

Bediüzzaman Hizmet Tanıtım TIR’ının Kağızman’daki programı çok kısa süreli de olsa, bir kısım insanlar için gerçekten de başlıkta ifade etmeye çalıştığımız “Bir Nur gördüm”e vesile olmuşsa “Essebebü kel-fail” (Sebep olan fiili işlemiş gibidir) sırrınca, sebep olanlara ne mutlu. Çünkü biz, Peygamberimizin (asm) “Bir kişinin imanına vesile olmak, sahralar dolusu koyunu sadaka olarak vermekten daha hayırlıdır” müjdesine talibiz. Neyzen Tevfik-vârî sonu hiç olan mevki ve mansıba talip değiliz.

Çok güzel olan bu düşüncenin daha da geliştirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Her şeyden önce bu tür ciddî projelere daha fazla bir bütçenin ayrılması, “Hayırda yarışınız” tebşirine nail olmak isteyenlere de fırsat tanınması gerekir. Ayrıca Üstadın gazetemizin ön sayfasında da yer alan: “Asya’nın bahtının miftahı, meşveret ve şûrâdır” sözünün dayanağı ve Peygamberimiz’in (asm) meşverete ilişkin fiili uygulaması daha fazla hayata geçirilmelidir. Böyle organizasyonlardan önce, oldukça geniş bir katılımla şuranın gereği yapılmalıdır. TIR’ın uğradığı veya uğrayacağı yerlerdeki karşılayıcılara (temsilci, gönüllü vs.), çok önceden haber verilerek muhtemel eksikliklerin önüne geçme fırsatı tanınmalıdır.

Netice itibariyle Resûl-i Kibriya’nın: “Ahir zamanda iman kor ateş gibi olacaktır. Elinde tutanı yakacaktır”ı fiilen yaşayan Bediüzzaman gibi bir âbidenin yaptıklarına karşılık, cennet-âsâ bir baharda gelen bizlerin yaptıklarının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bize düşen asırları aşan bir dâvâ adamının yaptıklarına karşılık, Mehmet Âkif’in cennet-mekân Çanakkale Şehitlerine atfettiği aynı başlıklı şiirindeki:

“Tüllenen mağribi akşamları sarsam da yarana,

Yine de bir şey yapabildim diyemem hatırana.”

demekten ibaret olsa gerektir.

AV. SEYFETTİN KAN

03.10.2010


Vefatının 382. yılında Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri (1541-1628)

Tasavvuf tarihimizde Aziz Mahmud Hüdâyi olarak bilinen Hüdâyî Hazretleri, Kanuni Sultan Süleyman, ll. Selim, lll. Murad, lll. Mehmed, l. Ahmed, l. Mustafa, ll. Osman (Genç Osman), lV. Murad devirlerini idrak etmiş ve asrında gerek eserleri, gerekse sohbet, vaaz, irşad ve nasihatlarıyla haklı bir şöhrete kavuşmuştur. Onun yaşadığı devir, saadetlerle felâketlerin iç içe bulunduğu bir devirdir. Cüneyd-i Bağdâdî soyundandır. Seyyiddir. Koçhisar’da doğdu, Sivrihisar’da büyüdü. Daha çok okumak, ilim ve irfanını arttırmak için o devrin en büyük ilim merkezi olan İstanbul’a geldi. Hocası Nazırzade ile Mısır ve Şam’da naiblik (kadılık) yaptıktan, sonra Bursa’ya geldiler. Bursa’da bir yandan halka “Hukuk-ı İslâmiyye” çerçevesinde adalet dağıtırken, bir yandan da memleketin gençlerine ilim öğretiyordu. Diğer taraftan ise gönlündeki “İlâhî aşk” ateşinin cezbesiyle tasavvufa karşı olan meyli neticesi, Bursa’nın büyük mürşidi Üftade Hazretlerine intisâb ederek “gam ve belâ mesleği” kabul ettiği kadılığı bıraktı. Çok sıkı bir riyâzete başladı. Üç yıl gibi kısa zamanda hilâfet alacak seviyeye yükseldi. Üftade Hazretleri 1580’de vefat edince Bursa’da kalamadı, İstanbul’a şeyh olarak geldi ve Üsküdar’a yerleşti ailesiyle. O, âlim, şair ve mutasavvıf hüviyetiyle vaaz ve nasihatlarına her sınıftan kişilerin devamını sağlamış, en fakirinden sultanına kadar bütün bir halkın gönlünde taht kurdu. Hüdayi Hazretleri, tarîkının “Celvetî” olduğunu bizzat kendisi ifade etmiştir. Feyz ve himmetinden hâlen istifade edilmektedir.

İlim ve irfan yuvası halini alan tekkesinde irşad faaliyetini sürdürdüğü gibi eserleriyle de ilim dünyamıza hizmet etmiştir. Divan teşkil edecek sayı ve evsaftaki şiirleri ve ilâhileri ise, onun irşad hizmetinde şiiri bir vasıta olarak kabul ettiğinin delili ve ifadesidir. Şiirleri Yunus tarzındadır.

Hayatıyla ilgili eserleri; Vakıât, Tezâkir (veya Mektubat), Tecelliyat’tır.

19 tane Arapça, 7 tane Türkçe eseri vardır.

Hz. Hüdâyi çok hareketli ve bereketli bir ömür sürdükten sonra 90 yaşları civarında 3 Ekim 1628’de Hakk’a yürümüştür. Kendi yaptırdığı türbeye defnedilmiştir.

Şahsım adına, âciz kelimelerimle şu kadarını ifade etmeliyim ki, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerini ve bütün maneviyât büyüklerimizi çok seviyorum. Bu mübarek zatlar, bu maneviyât büyükleri Rabbimizin izni ile bizlerledir ve asıl biz “yürüyen ölülere” yardım etmektedirler. Hani âyet-i kerime ile sabittir ya “Allah yolunda şehid edilenleri ölü sanma. Bilâkis onlar, Rablerinin katında hayat sahibidirler ve O'nun nimetleriyle rızıklanırlar.” (Âl-i İmran: 169) Evet onlar diridirler ve mânen bizlerle birlikteler şükürler olsun. Kimimiz bunun farkındayız, kimimiz farkında değiliz. Bizim idrak edemediğimiz bir şekilde, feyz ve himmetlerinden istifade etmekteyiz. Onlar bizleri çok sevmekteler. Kalplerimizle konuşmaktadırlar. Hüdâyi Hazretleri de herşeyini Allah yolunda harcamış, bu yolda ihlâsla ve samimiyetle yürümüştür. Duâm şudur ki: Maneviyât büyüklerimizdeki ihlâs ve samimiyeti Rabbimiz bizlere de nasip etsin ve onlarla bizi dost eylesin İnşâallah. Rabbim bizim adımıza Hüdayi Hazretlerini memnun edip makamlarını yükseltsin İnşâallah. Âmin.

Bu mübarek zâtı anlatmakla, yazmakla bitiremeyiz. Kısmet olursa devamlarıyla bu maneviyât büyüklerini rahmetle yâd etmeye çalışacağız. Hüdayi Hazretlerinin duâsı ve bir dörtlüğüyle yazımıza virgül koyalım:

Duâsı şudur: “Yolumuzda bulunanlar, ömründe bir kere türbemize gelip de Fatiha okuyanlar kıyamete kadar bizimdir. Bizi sevenler ömürlerince fakirlik görmesinler. Öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve ölümleri denizde olmasın.” Âmin, Rahmetullahi aleyh.

“Yalancı dünyaya aldanma ya Hu

Bu dernek dağılır divan eğlenmez

İki kapılı bir viranedir bu

Bunda konan göçer mihman eğlenmez”

Kaynak:

Aziz Mahmud Hüdayi, Hayatı-Eserleri-Tarikatı,

Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz

ARZU KONAN

03.10.2010


Ugly American (Çirkin Amerikalı)

Yaklaşık 50-60 yıldır, başlıktaki tabir, bütün Dünya’da çok yaygın olarak devam etmektedir. Hem de artan bir nefretle.

Zira; ABD yönetimleri her geçen gün; daha zalim, acımasız, sömürücü, saldırgan, pervasız, kan dökücü, küstah, güvenilmez-iki yüzlü hale gelmektedir.

Dünya’da zarar vermediği, masum kanı akıtmadığı, sömürmediği ülke ve bölge (Irak-Afganistan-Pakistan-Vietnam-Türkiye-Orta/Doğu-Afrika-bütün İslâm Dünyası-Orta ve Güney Amerika-Meksika-Kafkasya-vs.) kalmamıştır.

Bütün terör örgütlerinin arkasında, planlayıcı, yönlendirici, kurucu ve destekleyici olarak, ABD vardır. (PKK-İran-El Kaide, vs. vs.) Ve utanmadan, terörle mücadele edebiyatı yapılmaktadır.

ABD halkı bana göre, Dünya’nın en zavallı halklarından biridir. Zira, kendisini yönetenlerin tamamı (başkanları dahil) İsrail’in emrindedir. ABD’nin değil, İsrail’in çıkarlarına göre hareket edilmektedir. Bütün kaynaklar, İsrail için harcanmaktadır. (Son açıklamalara göre, ABD’deki yoksul sayısı, son 15 yılın zirvesine çıkmış, yoksulluk oranı yüzde 14,3’e; yoksul sayısı da 43,7 milyona yükselmiştir. Sigortasızların sayısı da 50,7 milyon olmuştur.) (Latin Amerikalıların yüzde 25,3’ü, siyahların yüzde 25,8’i, Asyalıların yüzde 12,5’i, beyazların da yüzde 9,4’ü fakirdir.) (7,5 milyon çocuğun sağlık sigortası yoktur.)

Niçin? Kaynaklar, efendi İsrail’in çıkarları uğruna yapılan savaşlarda, silâh kartellerine akıtıldığı için.

Zavallı ABD halkı, vahşi kapitalizmin çarkları arasında ezilmekte; köle gibi çalışmakta; Yahudilere ait medya tarafından da, devamlı olarak beyni yıkanmaktadır. ABD’nin yönetiminde, hiçbir etkileri ve yetkileri yoktur. Senatör, Vali ve Başkan diye seçtiklerinin çoğu; İsrail, Rum ve Ermeni lobileri ile silâh ve petrol kartellerinin emri altındadır. Halkın çoğunluğu umurlarında değildir. Zira, seçilmeleri para gücü ve lobilerin desteği ile gerçekleşmektedir.

(Ne yazık ki; aynı tablo, ülkemiz için de geçerlidir. ABD ve İsrail’in ciddî bir ağırlığı mevcuttur. Bize de, astronomik tutarlarda silâh satmakta, ekonomimizi sömürmektedirler. Terörü, darbeleri ve huzursuzlukları yönetmektedirler.)

Herkes bilmektedir ki, 11 Eylül olayı, bir CIA-MOSSAD operasyonudur. İsrail çıkarları uğruna gerçekleştirilen Irak ve Afganistan işgallerine gerekçe üretmek için yapılmıştır. (ABD bu tür olaylara alışıktır. Pearl-Harbour baskını, Lusitanya gemisinin batırılması, vb. bu tür örneklerden bazılarıdır. Amaç, halkı galeyana getirmek, yapılacak operasyona destek sağlamaktır.)

Velhasıl, her olayın arkasında, büyük bir yalan ve İsrail’in çıkar hesapları yatmaktadır. Nitekim, çok abartılan İran olayının gerekçesi de budur;

1- Hepimiz biliyoruz ki, Orta-Doğu’daki terörist topluluk (Devlet değil) İsrail’dir. Ve ciddî bir nükleer güce sahiptir.

İran’ın, bugünkü konjonktürde nükleer silâh üretmesi zordur. Fazla bir yararı da yoktur.

2- Amaç, İsrail’e daha fazla destek sağlamak, ABD’nin fakirlerinin hakkı olan kaynakları, bu ülkeye aktarmaktır.

3- Bir diğer amaç da; halkına sırtını dönmüş, demokrasiden nasipsiz, büyük bir afet geçirmiş Pakistanlı kardeşlerimize karşı bile duyarsız, Orta-Doğu ülkelerini soymaktır. Nasıl? Silâh satarak..

- Dünya’daki her silâh anlaşmasının, üçte ikisinde ABD mevcuttur. En büyük silâh üreticisi, (kan ve hayat tacirleri) ABD ve AB’dedir.

- İran paranoyası ile; Dünya’daki tabiî kaynakların yüzde 45’ine, petrol rezervlerinin yüzde 58’ine, doğalgaz rezervlerinin de yüzde 30’una sahip, Arap ülkelerinin kaynakları, sefalet çeken halklarına değil, ABD’nin kartellerine (elbette İsrail’e de) aktarılmaktadır. (18 Arap ülkesinde, 140 milyon kişi, yoksulluk sınırında yaşamaktadır. Nüfusun yüzde 19’unun geliri, günlük 2 doların altındadır.)

- Akıllara durgunluk veren bir silâh satışı; (daha doğrusu, zorbalıkla ve tehditle yapılan bir soygun) 123 milyar dolar… (150 milyar dolara kadar yükselebileceği ifade ediliyor.)

S. Arabistan, 67,8 milyar dolar; B. A. E. 35,6 milyar dolar; Umman 12,3 milyar dolar; Küveyt 7,1 milyar dolar; Niçin? Diktatörlükler, saltanatlar, krallık ve emirlikler devam etsin; İslâm ülkeleri geri kalsın diye..

Elbette, bu baskı, soygun ve ahlâksızlık düzeni, ebediyen sürmeyecektir. En kısa zamanda, tepe-taklak olacaktır. Duâ ediyor ve bekliyoruz..

Dr. Burhan ÖZFATURA

www.burhanozfatura.org

03.10.2010


BEDİÜZZAMAN VE MARDİN

www.msmardin.com

[email protected]

Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin Mardin’de geçirmiş olduğu hayat devresi ile ilgili olarak yapılan araştırma eserlerinde, ayrıntılı ve açıklayıcı bilgilere—yeterince—ulaşılamamıştır. Bediüzzaman’ın hayatı konusunda, birinci elden bilgiye kardeşinin oğlu Abdurrahman Nursî tarafından yazılan ve yayınlanan “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” adlı 1919 yılı basımı eserle ulaşıyoruz.

Ancak bu eserde de Bediüzzaman’ın Mardin’de geçirmiş olduğu devrede yaşanan hadiselere ve sürgün olayının detayına ilişkin tarih bilgilerine ulaşamıyoruz.

1958’de Nur Talebeleri tarafından yayınlanan Tarihçe-i Hayat’ta da, adı geçen eserdeki bilgiler hiçbir ilâve yapılmadan aynen aktarılmıştır. Her iki eserde de Bediüzzaman’ın Mardin’e geliş tarihi belirtilmemiştir. Ancak 1974’te basılan Necmettin Şahiner’in Bediüzzaman’ın kronolojik hayatının anlatıldığı eserde, Mardin hayatı ile ilgili olarak hayatta olan şahitlere dayanılarak iki hatıra nakledilmiş ve Bediüzzaman’ın Mardin’e geliş tarihi olarak da 1892 tarihi gösterilmiştir. Daha sonra Abdülkadir Badıllı tarafından hazırlanan üç ciltlik “Mufassal Tarihçe-i Hayat”ta ise, bu tarih 1895 olarak kayda geçmiştir. Bizce de Badıllı’nın tesbit ettiği tarih daha sağlıklıdır. Çünkü Risâle-i Nur Enstitüsü’nce yapılan en son araştırmada Bediüzzaman’ın doğum tarihi 1878 yılı olduğuna göre ve Mardin’e 16 veya 17 yaşlarında geldiğine göre, geliş tarihi 1894 veya 1895’tir. Bu tarih de H. 1312 yılına tekabül etmektedir. Şahiner’in 1892 tarihini tesbit etmesi Bediüzzaman’ın doğum tarihini 1876 yılı olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.

Yine Bediüzzaman, 1895 yılında geldiği ve yoğun siyasî çalışmalarda bulunduğu Mardin’de, Namık Kemal’in hürriyetçi fikirlerinden etkilendiğini şu ifade ile belirtmektedir: “İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, tâ o vakitte, meşhur Kemâl’in ‘Rüyâ’sıyla uyandım.’’ Molla Said böylece Namık Kemal’in hürriyet ve fikir mücadelesini takdir eder ve daha sonra Münâzarât adlı eseriyle bu düşüncelerini anlatmaya çalışır.

Bediüzzaman, İttihad-ı İslam düşüncesinde Namık Kemal’i, selefleri arasında sayar. Divan-ı Harb-i Örfi’de bu konu ile ilgili olarak geçen ifade şu şekildedir:

“Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddîn-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir.”

Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm fikrinde selefleri arasında saydığı Namık Kemal, eserlerinde İslâm birliğinin önemini ve lüzumunu açık ve kararlı bir şekilde ifade etmektedir. Özellikle Magosa’da yazmaya başladığı, ancak uzun bir aradan sonra 1881 yılında Midilli’de tamamlayabildiği ‘’Celaleddin Harizmşah’’ isimli eserinde bu görüşlerini net bir şekilde görmek mümkündür. Türk edebiyatının tiyatro formunda yazılan ilk eserlerinden olan Celâleddin Harizmşah’ta, Moğol istilâsına karşı, İslâm birliği fikrini Celâleddin’in ağzından çok kuvvetli bir şekilde ve İslâm âlemini koruyabilecek en önemli düşünce olarak ifade edilmektedir. Bu eser, Namık Kemal’in üzerinde en çok çalıştığı ve en çok sevdiği eseridir. Ölümüne yakın yıllarda yazdığı bu eserde Namık Kemal’in, İttihad-ı İslâm düşüncesini tamamen benimsediği ve Osmanlı Devleti’nde görülen problemlerin çözümünün de ancak bu yolla olabileceği noktasına geldiği görülmektedir.

Molla Said’in Mardin’deki hayatı çok hareketli geçer. Bir gece silâhlı olarak bir yere giderken polis ve jandarma devriyesine rastlar. Üzerinde silâh bulunduğu için kendi kendine, “Kaçarsam beni tutarlar, en iyisi hemen vurup aralarından geçeyim” diye düşünürken devriye ile göğüs göğse gelir. Bulundukları yer çimenlik olduğu için çarpışma sırasında polis ve jandarmaların ayakları kayar ve aşağı doğru yuvarlanırlar. Bu fırsattan istifade eden Molla Said, ara sokaklardan birine dalarak izini kaybeder. Ertesi gün polislerle karşılaşınca, elleriyle yüzlerinin yara bere içinde olduğunu görür. “Nedir bu haliniz?” diye sorduğunda polisler başlarından geçen olayı anlatarak, olsa olsa o adam bir cindi derler. Molla Said ise gülerek, “Her halde cin olmalıdır. Zira öyle cinler de vardır” der.

Bediüzzaman’ın Mardin hayatı, yayınlanan eserlerden edindiğimiz bilgilere göre, çok hareketli ve çalkantılı geçmiştir. Onun medrese talebeleri ve âlimlerle münâzâraları neticesinde kendini kabul ettirmesi kayda değer önemli sayılabilecek hadiselerdendir. Molla Said, Mardin’e kadar olan hayat safhalarında sadece klasik medrese usûlü ile eğitim gören hoca ve talebelerle münâzarâya girişmişti. Mardin’de ise ilk defa kurumsal kimliğe sahip medrese hocalarıyla tartışmaya girmiş ve kendini ilmî çevrelere kabul ettirmiştir.

Meşrûtiyet ve Hürriyet düşüncesi ile ilk tanışması ve en önemlisi de ilk defa siyaset hayatına Mardin’de başlaması kayda değerdir. Evet, Bediüzzaman ilk defa devlet sistemi ile tanışacak, devletle yüzleşecek ve bilinmeyen sebeplerle “bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla”* Bitlis’e sürgün edilecekti. Bediüzzaman’ı sürgüne yollayan mutasarrıfın adı, eski tarihçelerde belirtilmemektedir. Ancak Şahiner’in adı geçen ilk baskı eserinde “Nadir Bey” ismi geçmektedir. Bu kaynağa dayanarak, daha sonra yapılan bütün araştırmalarda bu isim yazılmıştır. Halbuki Nadir Bey, Mardin’e 1919 yılında mutasarrıf olarak atanmıştır. O tarihte ise, Bediüzzaman İstanbul’dadır. Şahiner, kitabının son baskısında hatasını anlamış olmalı ki, mutasarrıfın ismini vermemiştir.

Bediüzzaman H. 1312 yılında Mardin’e geldiğine göre, o zaman Diyarbakır vilâyetine bağlı bulunan Mardin Sancağı mutasarrıfının Selanikli Mehmet Enis Efendi olduğunu “Diyarbekir Salnameleri”nden öğreniyoruz. Daha sonra Diyarbakır’a vali olarak atanan ve Enis Paşa olarak bilinen Rumeli Beylerbeyi unvanına sahip bu zât, mutasarrıf olduğu 1895 yılında, yağmacı kabileler köylere saldırmış, saldırıya uğrayan halk da şehir merkezine sığınmıştır. Mardin’in âlimleri ve ileri gelenleri Ermenileri himaye etmeye ve yardımcı olmaya çalışmışlardır. Bu arada Patrik Azaryan Efendi, mutasarrıfın ‘pençesi’nden Kazasyan Havsep Efendi tarafından kurtarılmıştır. I. Meşrûtiyet döneminde, Diyarbekir mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a seçilmiş bulunan Havsep Efendi, 640.000 altın zarara uğramış, ‘valinin doymak bilmez iştahının, zindanda ölüme mahkûm ettiği bu bahtsız adam’ oğlu Diran ve yeğeni ile İstanbul’a gitmişti.

Devlet arşivlerinde Ermeni meselesi ile ilgili bir belgede; Vali Enis Paşa’nın Diyarbakır’da görevli olduğu 1896 senesinde, Ermeni meselesinde karışıklık yaşandığı bahanesi ile Fransa Büyükelçiliği tarafından sadrazamlık makamı vasıtasıyla Paşa’nın görevinden azli istenildiği anlaşılmaktadır.

“Selanikli Mehmet Enis Efendi’nin ismi direkt olarak Risâle-i Nur’da geçmemektedir. Tarihçe-i Hayat’ta, ‘Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis’e nefyedildi…’ (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 39) denilmektedir. (…) 8 Eylül 1892’de ikinci kez Mardin Mutasarrıflığına tayin edilen Enis Efendi, 13 Nisan 1896 tarihine kadar bu görevi sürdürmüş, 1 Ekim 1895’ten itibaren de ilâveten Diyarbakır Vali vekilliğini de yapmıştır. Dolayısıyla Bediüzzaman’ı Bitlis’e sürgün gönderen, Enis Efendi’den başkası değildir. Ayrıca, bu tarihlerde, Mardin’in durumunun karışık olması, özellikle Enis Efendi’nin buraya tayin edilmesi ve otoriter kimliğinin ön plana çıkması, tarihçede verilen bilgileri doğrulamakta ve kuvvetlendirmektedir.” (Yeni Asya, 1.4.2005, Enstitü sayfası, Portre)

Bediüzzaman’ın Mutasarrıf Enis Paşa tarafından sürgün edilmesi olayının perde arkası ve gerçek mahiyetini öğrenebilmemiz için 1895 senesinin mutasarrıflık ve adlî yazışmalarını incelemek gerekir. Onu da işin uzmanlarına havale ediyoruz. Şayet bu belgelere ulaşabilirsek, Bediüzzaman’ın devletle ilk tanışmasını ve Selanikli Enis Paşa ile aralarında hangi meselelerin konu edildiğini öğrenmiş olacağız.

Bediüzzaman’ın Mardin’den sürgünü ile ilgili bir iddia da şöyle:

Mardin’de yaşamış bulunan büyük âlimlerden Şeyh Yusuf Efendi (1873-1956) gençliğinde Şehidiye Camii’nde Bediüzzaman’la tartışmaya girdiği, onu ‘’Delâil-i zâhire hakkında milleti şüpheye düşürmekle’’ suçladığı, sertleşen tartışmanın sonunda Said Nursî’nin Mardin’den sürüldüğü anlatılmaktadır. Bediüzzaman’ın sürgünü, sadece bu olayla açıklanamaz. Yine belirtmeliyiz ki, devlet arşivlerindeki ilgili belge ve bilgilere ulaşılmadan bu konuda kesin bir hükme varamayız. Özellikle yakın tarih araştırmacılarına büyük bir iş düşmektedir.

Molla Said’in Mardin hayat devresinden çıkarabildiğimiz sonuçlar özetle şöyle sıralanabilir.

1- Molla Said Mardin’de klâsik medrese hayatından kurumsal medrese hayatına ilk defa giriş yapmış ve ilimde rüştünü ispat etmiştir. Böylece kimsenin ona itiraz etme mecali kalmamıştır.

2- Hayatının ilk siyasî devresi Mardin’de başlamış olup, Sultan Abdülhamid’in Mutasarrıfı Enis Paşa’nın pençe-i kahrına maruz kalıp, hayatının ilk sürgününe maruz kalmıştır.

3- Namık Kemal’in meşhur rüyası ile Mardin’de uyanmış ve Hürriyet ateşiyle yanıp tutuşmuştur. Bunu sonraki bütün hayatında gözlemlemek mümkün.

4- Cemaleddin-i Afgani ve Şeyh Sunusi’nin talebeleri ile Mardin’de tanışmış olup, bu görüşme ilerde İslâm Birliği düşüncesini pekiştirmeye vasıta olmuştur.

5- Molla Said Cizre hayat devresinde olduğu gibi Mardin’de de Ermeni hadiselerine şahit olmuştur.

Dipnot:

* Garip bir tevafuk: Tarihçe-i Hayat’ta geçen “bir mutasarrıfın ‘pençe-i kahrı’” ifadesi ile Chermetant’ın eserinde 1896 tarihli mektubunda geçen “pençe” tabiri Selanikli Mutasarrıf’ın açık bir özelliğini ortaya seriyor.

MEHMET SELİM MARDİN

03.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.