04 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Değiştirilemez olan nedir?

BU soruya cevap olarak o bildik, alışıldık cümleyi söyleyeceğim: değiştirilemez olan değişimdir. Her yasa yapıcı, koyduğu hükümlerin ebed müddet süreceği, sürmesi gerektiği kaziyesi üzerine bina eder iradesini.

Ne var ki, hayatın gerçeği, değiştirilemez, değiştirilmesi bile düşünülemez denilen nice hükümlerin üzerinden kendi gerçekliğinin tabanı ile basıp geçmiştir. Değiştirilemez denilen hükümler kendi gülünç durumlarıyla baş başa bırakılmıştır.

Kimilerine göre, değiştirilemez olan hükümler ancak dinin hükümleri olabilir. Ancak burada İslam söz konusu ise, dinin her yüz yılda bir yenileneceği Peygamber beyanıyla sabittir. Ancak buradaki yenilenmenin mahiyetine dikkat etmek gerekiyor. Dinin yenilenmesi, ona bulaşmış olan bidatlerin ondan arındırılmasıyla gerçekleştirilir. Başka bir deyişle, dinin hükümleri (Kuran, Sünnet) yerinde kalır, fakat onlara bulaşmış olan yanlış yorumlar veya yanlış yoruma yol açabilecek olan yanlış uygulamalar dinden arındırılır. Bu açıdan bakıldığında İslam dininin dogmaya set çektiği de söylenebilir. Dogma, dinde veya felsefede doğruluğu sınanmadan kabul edilen görüş, hüküm veya öğretidir...

Dogmanın en geçerli alan olduğu farz edilen din bile (eğer İslam söz konusu ise) onu reddetmeye açık kapı bırakıyor. Yenileme (tecdit) kavramı işte tam da burada kendini ortaya koyuyor... Yürürlükteki Anayasa’nın ilk üç maddesinin “değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini” öngören 4. maddesi, aslında, bizzat kendisiyle havada kalan bir hüküm dermeyan ediyor. İlk üç maddenin değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini öngören işbu 4. madde ortadan kaldırılsa ne olacak?

Anayasa’ya bu hükmü koyan irade ilk üç maddede zikredilen hususların, her yasa koyucu gibi, ebed müddet geçerli olacağı önyargısından hareket ediyor: Anayasanın 1. maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümlerinin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceği öngörülüyor. Böylece 2. maddede öngörülen “Atatürk milliyetçiliği”nin değiştirilemez oluşu bir Anayasa hükmü halinde sabitleştiriliyor. Peki, nedir “Atatürk milliyetçiliği” diye sorulduğunda buna verilecek cevap karşımıza kaç türlü çıkar acaba? Ve bunlardan hangisinin değiştirilemez olduğu kabul edilir? Eğer bahsi geçen milliyetçiliğin rükünleri, “Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik, Laiklik” olarak belirleniyorsa, bu tanımlara, 1930’lu yılların tanımlarına (şayet varsa onların belli bir tanımları) göre mi muamele edilecek? 1920’nin şartlarına göre payitahtın başkent olarak Ankara’ya naklini gerektiren şart,—temenni edilmez ama—farklı biçimde yeniden zuhur etse, Anayasa’da böyle bir hüküm var diye fiili gerçekliğe göz mü yumulacak?

O günden bu yana bu rükünlerin tanımları da, bağlamları da değişip durdu. Anayasa’da yer almayan fakat teoride önem atfedilen bağımsızlık kavramı gerek ulusal düzlemde, gerek uluslar arası düzlemde değişti, değişiyor...

İmdi, bu değişen gerçeklik karşısında Anayasa’nın “değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez” diye öngördüğü hüküm yalnızca bir dogma olma değerinden başka bir anlam taşıyor mu sorusuyla karşı karşıya geliyoruz.

Hayatın gerçekliği, kendi gerçeğine uygun düşmeyen dogmanın üstüne basıp geçer. Kendi gerçekliğini dayatır, onu her türlü dogmanın üstünde tutmayı başarır.

Rasim Özdenören / Yeni Şafak, 3.10.2010

04.10.2010


Askerî Yüksek İdare

MEMLEKETTE adalet, yargı, yargı bağımsızlığı zaten sorunlu da... Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, terfileri hükümetçe “durdurulan” üç generalle ilgili “yürütmeyi durdurma” kararı verdi.

Dura durdura Türkiye ilerliyor işte!

Aynı “Yüksek İdare”; beğenelim beğenmeyelim, ortada Anayasa degişikliği olduğu halde, YAŞ kararıyla yargısız atılan subay ve astsubayların dönüşünde ise “yürütmeyi yürütme” yanlısı. Bunun özeti şu:

Sanık olarak yargılananın orduda kalması ve terfii mümkün! Ama sanığı bırakın, yargılanmayanın şak diye atılması hâlâ mümkün!

Adı üstünde: “Askeri yargı.” Rütbe, emir komuta, alt üst ilişkili “bağımsız” mercii!

Tabii “demokrat hükümet”, hele onun “Gönül’lü asker” bakanı da seyirci!

Anayasa değişikliği yapıyorlar, ama zihniyet değişikliği mümkün olmuyor.

Kendi çocuğu “bedelli” yapabilmiş Başbakan, on binlerce başka (ve çoğu epeyce büyük!) çocuk için “sivil karar” veremiyor; “Gönül’lü asker” ise ne YAŞ’a yaş diyebiliyor, ne kuruya kuru!

Ne yetkisini kullanıyor, ne kendisinin kullanılmasını engelleyebiliyor!

Bir zamanlar bir E General, ki gazetecilerin tutuklu olduğu davada, o serbest sanık, demiş ki: “Astsubayların yoğun oy kullandığı sandıklarda AKP çıktı. Rastgele isim seçip ihraç etmeli.”

Buna da “Askeri yargı” derim işte. Vecdi Bey ise, “Askeri rehine”! Tabii onu “rehin”e veren de, hem demokrat, hem devlet, hem sivil, hem asker hükümet. Yoksa 8 yıldır sabret gönül nasıl olabilirdi!

Adalet:

“Askeri yargı” deyince; “adalet” epey geniş, tanım. Mağdurun hakkını arayabilmesi, o hakkın korunabilmesine dair.

Mesela, askeri savcılıklar, “angarya” üstüne ne yapıyor? Mesela, çok sayıda birlikten, sözde “yeni haklar” kazandılar diye, aylardır uzman çavuşların günlerce eve gönderilmediği, birlikte yatırıldığı, bunun adeta “misilleme” gibi yapıldığına dair mesajlar geliyor.

Şimdi ben bunu; “angarya”nın temel olduğu askeri ve sivil kurumlara; angaryayı makul gören piyasanın hükümeti ile medyasını nasıl anlatayım!

Umur Talu / Habertürk, 3.10.2010

04.10.2010


Anadilde eğitim müfredat meselesidir

ANADİLDE eğitim meselesi gerçekten karmaşık bir konu. Yazımın hemen başında her yurttaşın kendi anadilinde eğitim görme hakkının temel bir hak olduğunu teslim etmem lazım.

Bu temel hakkı teslim ettikten sonra da başka tartışmalara girmek lazım.

Yazılı ve görsel basından konuya ilişkin tartışmaları yakından izlemeye gayret ediyorum.

Türkiye’de sadece kürtler değil, anadilleri türkçe olmayan başka kesimler de anadilde eğitm görme haklarını bir temel hak olarak dile getirmeye başladılar. Anadili türkçe olan kişiler arasında da bu temel hakkı teslim eden kişilerin sayısı her geçen gün artıyor.

Ama artık bu anadilde eğitim meselesinin NASIL yapılacağının da detaylı bir biçimde tartışılması gerekiyor.

Görebildiğim kadarıyla henüz ortada daha böyle bir çaba, hazırlık, planlama, anlamlı bir görüş pek yok. Tartışmalar sadece “anadilde eğitim bir temel haktır” düzeyinde kalırsa ilerleme sağlamak pek kolay görünmüyor.

Tartışmanın bu aşamasında çok sevdiğim formülü bu kez de anadilde eğitim için kullanmak gerekebilir: “Anadilde eğitim sadece anadilde eğitim demek değildir”.

Bunu derken asla meseleyi bölünme gibi saçma sapan paranoyalara taşımak istemiyorum.

Muradım, anadilde eğitim meselesinin başta tevhid-i tedrisat olmak üzere başka konuları da kaçınılmaz olarak toplumun gündemine getireceği meselesidir.

Anadilde eğitim sadece “Ali topu Ayşe’ye at” fişini kürtçe ya da arapça yazmak değildir.

Hatta “Ali topu Rojin’e at” fişini kürtçe söylemek de pek değildir.

Anadilde eğitim bugünkü müfredatı tümüyle kürtçeye, arapçaya çevirip kürt, arap çocuklara vermek ise karşımıza dağ gibi sorunlar çıkacak demektir. Kürt çocukları sabahları “Varlığım türk varlığına armağan olsun”u kürtçe mi söyleyecekler?

Arap çocuklara “Araplar bizi I. Dünya Harbinde arkadan vurdular”ı arapça mı öğreteceğiz?

Kürtçe eğitim yapılan okullarda türklerin Orta Asya’dan göç haritaları sınıflara kürtçe mi asılacak?

Aklıma gelmiş iken şunu da bir düşünelim derim: 2010 Türkiye’sinde artık sınıflara türkçe, kürtçe Orta Asya’dan göç haritaları asmak yerine AB haritaları assak daha iyi bir iş yapmış, çocukları daha anlamlı hedeflere yönlendirmiş olmaz mıyız?

Mesele bir üçgenin iç açılarının toplamının yüz seksen derece olduğunun farklı dillerde öğretilmesi meselesini çok aşmaktadır.

Temel mesele zaten senelerdir sırıtan, çağdışı kaldığı konusunda akl-selim sahibi herkesin üzerinde mutabık olduğu müfredatı değiştirmek, çağdaşlaştırmak meselesidir.

Müfredatı buram buram etnisite kokan yaklaşımlardan arındırmak, anayasal vatandaşlık kavramının ruhunu müfredata geçirebilmek meselesidir.

“Son Osmanlı padişahları tembel, zevk ve sefa düşkünü, egoist oldukları için Osmanlı İmparatorluğu parçalandı” safsatasını, saçmalığını tarih derslerinde çocuklara türkçe okutsan ne olur, kürtçe okutsan ne olur?

Hatta bu saçmalıkları kürt çocukları dil zorluğu nedeniyle daha az anlayabiliyorlar ve içselleştiremiyorlar ise, “ne mutlu kürdüm diyene”.

Eser Karakaş / Star, 3.10.2010

04.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.