04 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Sesler âlemi

Dinledim dün gece rast faslını kâm-rân oldum.

Rûha kim sesleniyor? Keşf ile şâd-mân oldum.

Mûsıkî âlemi ummân gibi sonsuz ve derin;

Halk eden Kudreti takdîs ile hayrân oldum.

İlk nağmeyi kim, hangi te’sîr altında terennüm etmiştir? Bütün semâvî dînlerde, kudsî metinlerin bir çeşit nağme ile okunuşu, bu tarzın İlâhî bir ilhamla meydana geldiğini akla getiriyor. Kâinâtta her varlığın kendisine takdîr olunmuş bir âhenk içinde hareket ettiği görülüyor. İç içe geçmiş âlemlerin bir büyük nev’î de şüphesiz, sesler âlemidir. Bu âlemin içinde yer alan mûsıkî, öyle bir intizâm ve âhengin netîcesidir ki, bütün rûh, şuûr ve akıl sâhibi olan varlıkları, hissiyât pencerelerinden binlerce yıldır akan pek farklı ve çeşitli bestelerle etkileyip duruyor… “Gûyâ bütün kâinât ulvî bir mûsıkîdir; îman nûru işitir ezkâr ve tesbîhleri.”

Bu umûmî âhengi hisseden; rûhunda, gönlünde bir mûsıkî olarak duyan kişiler o muhayyel sesleri, kendi sadâlarıyla veyâ bir takım âletlerle başkalarının duyabileceği şekle koyarak insanlığa sunmaktadırlar. Bu besteler ya kulaktan veyâ çeşitli kayıtlarla nesilden nesile aktarılmaktadır. Her milletin kendi hissiyâtına uygun şekilde gelişme gösteren mûsıkî, zaman zaman san’at şâhikasına ulaşan eserlerle insanların gönüllerinde yer bulmaktadır.

Dünyâda her varlık ve her hâdise çeşitli dillerle kendilerini yoktan var eden bir Kudret-i Mukaddese’ye işâret etmekle birlikte, bunu her kişinin anlayabilmesi mümkün değildir. Sesler âleminden fışkıran nağmelerin de Hâlık-i Küll-i Şey’e delâleti, maalesef, herkes tarafından ve her zaman fehmedilememektedir. Kimileri o seslerden nefsî ve hevâî heyecanlar duyarlar. Kimileri kâinâttan dinlenen bestelerin birer bendi, birer terennümü olduğunu hissederler.

Bir kısım insanlar bu iç içe âlemlerin farkında bile olmadan yaşarlar. Onlar için seslerin, bestelerin, notaların, nağmelerin değeri yalnızca bu dünyâ hayâtı ile ilgilidir. Gelip geçici bir neş’e veyâ keder ifâde eder. Kendi nefislerine, heveslerine ve alâkadar oldukları dar bir dâireye hitâb eder. Sonsuzluk içindeki büyük orkestradan bîhaber yaşar ve ölürler.

Bir başka bölümü, o âlemlerin, bütün varlıkları yaratan bir Kudretin eseri olduğunu bilerek; bu sonsuz, geniş ve derin ummân içinde, ancak bir fındık kabuğu mesâbesinde yerlerinin olduğunu idrâk ederler. Bunlar ilim sâhibi insanlardır. İlimleri, onları nefislerine nazar ettirmiş; sonradan yaratılan ve bir müddet sonra da ortalıktan kaybolan şahsiyetlerinde bu hârika işleri yapabilecek bir kabiliyet olmadığını bildirmiştir. Bu sonsuz âlemde, her şeyde bulunan nizâm, intizâm, ölçü ve âhengin kendi kendine meydana gelemeyeceğini sezmiş ve bunları kesin ve değişmez kurallar ile yaratan bir Kudret-i Mutlaka olduğuna îmân etmişlerdir. Kâinât orkestrasında icrâ edilen bu konserde, her varlık kendi dili ile umûmî beste içinde bir takım notaları seslendirmektedir. “Onlardaki nağamât, bunlardaki harekât; tesbîhattır o akvâl, ibâdettir o ahvâl: Kadîm-i Lemyezele, Hakîm-i Lâyezâle.”

Rüzgârın esmesinde, suların şırıldamasında, denizin dalgalanmasında, kuşların cıvıldaşmalarında, yavrucukların çeşitli seslerle vâlidelerinin nazar-ı dikkat ve şefkatini celbetmelerinde, âşıkların hissiyâtını ifâde sadedindeki tegannîlerinde, âbidlerin duâ ve tazarrûlarında bu büyük orkestranın nağâmâtı duyulur. Her nev, kendine uygun bir tarz ve şekilde hissiyâtını seslendirir. “Sakın zannetme ki, bu îlân ve dellâllık ve tesbîhatın nağamâtıyla tegannî bülbüle mahsûstur. Belki ekser envâın herbir nev’înin bülbül misâli bir sınıfı var ki, o nev’în en latîf hissiyâtını, en lâtif bir tesbîh ile en latîf sec’alarla temsîl edecek birer lâtîf ferdi veya efrâdı bulunur.”

Milletimiz, asırlar boyu yaşadığı çok geniş coğrafyada, temâs hâlinde olduğu çeşitli kültürlerden insanlarla münâsebetleri netîcesinde, muazzam ve mükemmel bir mûsıkî zevki ve sermâyesine sâhip olmuştur. Maalesef bütün kültürel değerlerimizde olduğu gibi, şu son yüzyılda Avrupa kültürü karşısında devamlı olarak kötülenip aşağılanmasına rağmen, halkımızın tesâhübüyle, bu sâhada ecdâdımızı mahcûb etmeyecek gayretler ve çalışmalar yapılmaktadır. Günün imkânları, geçmişin terâkümü ile birleşerek nice şâheserler ortaya konmaktadır. Çoğumuzun adını bilmediği nice bestekâr ve icrâcı, millî mefâhirimize âit bu sâhada isti’dâdlarının semeresini vermektedirler. Klâsik mûsıkîmiz tarzında, yeni tavırlarla bezenmiş pek çok beste arşivlerimizde yerini almış ve meraklılarını beklemektedir.

Bunları İlâhî âlemin güzelliklerini keşif ve seyir için dinlemek, insana lâhûtî âlemlerin kapılarını açacak ve rûhî tekâmüllere vesîle olacaktır. Yeter ki, gönül kulağıyla dinleyip, kalb süzgeci ile tasfiye ederek Hâlık-i asvâtı tefekkür edelim…

EKREM KILIÇ

[email protected]

04.10.2010


Bediüzzaman 50 yıl aradan sonra Urfa’da

“Bediüzzaman Tırı” dün Batman’dan Diyarbekir ve Mardin’e gelmişti. Hani “sayılı günler, saatler tez geçer” derler ya, aynen öğle oldu. Burada planlanan süre hemen geçti. Misafirperver Mardinliler daha fazla kalmalarını istedikleri halde koordinatör Şener Bey, tebessümle “Programın aksamaması için izninizi istiyoruz” diyerek yolculuk hazırlıklarını başlattı.

Gitmeden sabahın bu tatlı vaktinde Bediüzzaman son kez Mardin Kalesinden hayalen etrafa doğru bakındı: Bulutların civar şehirlerden getirdiği selâmı aldı ve o yerlere doğru yöneldi; Nusaybin, Ömerli, Savur, Gercüş, Hasankeyf, Dargeçit, Midyat, Cizre, Şırnak, Pervari, Hakkâri, Beytüşşebap, Uludere, Çukurca’dan sonra “Misak-i Millî sınırları içerinde” bulunan Zaho, Erbil, Süleymaniye, Musul ve Kerkük’e gitti. İmam-ı Azam'ın Türbesini Bağdat'ta ziyaret etti, ama bu mezhep imamımıza karşı boynu büküldü. Çünkü 12 Nisan 2004 yılında işgalci ABD askerlerinin tahrip ettikleri türbedeki vahşeti bire bir gördü.

Buradan bir hayli duygulu ayrıldı. Kamışlı, Derbesiye, Halep, Beyrut, Kahire, Filistin ve daha öteleri temaşa edip, Mekke-i Mükereme'de tavaf yaptı ve Ravza-i Mutahharada Hz. Peygamberin (asm) kabrini hayalen ziyaret ettikten sonra dönüşte Şam’a uğradı. Emeviye Camiinde bulunan nuranî cemaatle selâmlaştı. Doksan dokuz yıl önceki hutbesini soranlara elindeki kitabı gösterip Mardin’e geldiğinde “TIR'ın” ayrılmak üzere olduğunu gördü. Ayrılık zor oldu, ama yola zamanında çıkıldı; Kızıltepe’de ahalinin sevgi gösterileri arasından Viranşehir’e ulaşacak ve burada Ceylanpınar Caddesinde saat: 10.00’da değerli Tahir Ünverdi “Van’dan gelen mesajları” Viranşehirlilerle paylaştıktan sonra, Şanlıurfa’ya doğru yola devam edilecektir. Yolda cenup tarafında Akçakaya, Harran, Ceylanpınar ve şimal tarafında ise, Siverek, Hilvan, Bozava, Samsat, Kâhta ve Adıyaman’a tebessümle el salladıktan sonra Peygamberler Şehri, Hz. Eyüp’un (as) sabrı, Hz. İbrahim (as) haliliyetine beşiklik eden “şanlı” insanların mekânı, Şanlıurfa’ya gelecektir. Bu Şanlıurfa’ya geliş bir milât olacak. Evet, tam bir milât. Ölümünden tam elli yıl sonra buraya gelmiş olacaktır. Hem de gelmesini istemeyen zorbalara rağmen!

Dinlendiğinde insanı derinden inciten ve insanlık hukuk tarihinde çok az emsali bulunan bir trajedinin bir nev'î rövanşı gibi olacak. Bilirsiniz, ama yeri gelmişken biraz anlatmak zorunda kalacağım. Hani ölmeden önce hasta yatağında olduğu halde, devlet erkânları onun Urfa’dan Isparta’ya geri dönmesini ısrarla istiyordu. Talebesi Bayram Yüksel Ağabeyin ölüm anındaki şu hatırası çok manidardı:

“Birden iki sivil polis memuru geldi. Bana; ‘Şoför nerede, hazırlanın gideceksiniz’ dedi. Ben de; ‘Üstadımız hasta’ diye konuşurken on-on bir resmî ve sivil polis daha geldiler, ‘Hazırlanın hemen, Isparta’ya gideceksiniz’ dediler. Ben de; ‘Üstadımıza söyleyeyim’ dedim.” (Devamı: N. Şahiner, Son Şahitler, 3. Cilt)

Yarım yüz yıl önce, takvim yapraklarının 23 Mart 1960 Çarşambayı (Hicrî 1379) gösterdiği ve Ramazan’ın 25’inci günü, Saat 03.00'de Isparta’dan buraya hasta hali ile gelen ve “Burada öleceğim” dediği Bediüzzamanın, İpek Palas Oteli'nin 27 nolu odasında vefat ettiği bu şehre gelişinin üstünden bu kadar zaman geçmesi ve yukarıdaki baskıların olduğu mekânlarda bulunması manidardır. Aslında dahası da var. Vefattan sonra terekesi için tutulan tutanaktan sonra onu da anlatacağız: Evet, vefatında Bediüzzaman’a ait olan mal terekesinde:

“Cübbe, sarık, ibrik, pamuklu çamaşır, lastik ayakkabı ve 20 TL,” hepsi bu kadar. “Dünya ile bir bağı olmayan” biri ile bütün devlet ve hükümet erkânları, en acımazsız şekilde mücadele ediyordu. Kendi tabiri ile “Memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim, defalarca zehirlendim, türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade, ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” (Devamı, Tarihçe-i Hayat, Sh: 543) dedirtecek kadar zulüm görmüştü. Anlaşılan bu bir maddî dâvânın mücadelesi değil; kâinatı ve dünyayı saran bir ulvî hakikatin mücadelesi idi.

Sağlığında ve ölümünde Urfa’da kalması istenmeyen Bediüzzaman, Halil-ül Rahman dergâhına defnedildikten tam 110 gün sonra 27 Mayıs İhtilâlcilerinin emriyle, 12 Temmuz 1960’da, gece yarısı Bediüzzaman’ın buradaki kabri parçalanır, na’şı askerî bir uçakla Isparta istikametine götürülür “kaderin adaleti ve beşerin zulmünden” sonra Üstadın sağlığında mezarının gizli kalmasını isteyip, yazdığı şu ifadeler tahakkuk eder ve talebeleri onun bu vasiyetini çok daha iyi anlar:

“Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde

Saîd’den yetmiş dokuz emvat, bâsam alâma

Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş

Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma “

İşte bu gün kendisi, tam yarım asır önce vefatında defnedildiği mezarının bulunduğu bu mekâna gelecek ve o günden bu güne kadar buraya gelip Fatihalar, Yasin-i Şerifler ve Kur’ân-ı Kerim ile mevlit okuyanların ettikleri duâların ceminden hâsıl olan sevabı, evvela Hz. Peygamberimiz (asm) ruhlarına ve geçmiş ehl-i iman ile bütün Nur Talebelerinin de ruhlarına hediye ettikten sonra, mağarada Hz. Eyüb’ün nebiliğini, dergâhta Hz. İbrahim’in dostluğunu tefekkür edecek, mancınıkta zalimlerin zulmüne sert bir tepki göstererek: “Zalimler için yaşasın cehennem!” deyip “Ey Kürtler ve Türkler! Şimdi bir miting yapsam…” hitapları ile bütün Şanlıurfa semalarında sesini işittirdikten sonra, Abide Parkı AVM önü (Eski YİMPAŞ) Mevkiinde bu coşku ile dün babaları gibi, bu gün onların çocukları olan “Şanlıların” heyecanla bekledikleri “Bediüzzaman Tırının” önünde duranların yüreklerine ulaştıracak ve saat:14.00’dan sonra değerli Tahir Ünverdi Ağabeyim bu “mitingin” devamı olan notları, tatlı şivesi ile anlatmaya devam edecektir Şanlıurfa da.

ŞERİF GÜNDÜZ

Şerif Gündüz [email protected]

04.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.