11 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

“Uzun bir ayrılıktan sonra” Eşref Edip’i rahmetle anarken

Risâle-i Nur okuyan ve Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatını merak eden hemen herkes, “Tarihçe-i Hayat”ta yer alan “Tahliller”in ilki olan “Uzun bir ayrılıktan sonra” başlıklı yaklaşık 4 sayfalık ‘tahlil’i (s. 540) de bilir.

1952 yılında yazılan ve her defasında beğenerek okunan bu coşkulu tahlilin altında “Eşref Edip” imzası var. İşte bu tahlile imza atan merhum Eşref Edip Fergan, 1882 yılında Serez’de doğmuş ve 15 Aralık 1971 yılında İstanbul’da Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş. Vefat yıldönümü vesilesiyle bu kuvvetli kalem sahibini rahmetle anıyoruz.

HAYATI HAKKINDA

İsterseniz önce Eşref Edip merhumla ilgili olarak ‘ansiklopedik bilgi’leri hatırlayalım:

Eşref Edip Fergan (d. 1882, Serez – ö. 15 Aralık 1971, İstanbul), gazeteci ve hukuk doktoru.

Mehmed Akif’in şiirlerini yayımladığı “Sırat-ı Müstakim” (sonraki adıyla Sebilürreşâd) adlı derginin sahibidir. 1908’den başlayarak 1966’ya kadar çeşitli aralarla 58 yıl boyunca 1107 sayı bu dergiyi yayımlamıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında dergi yoluyla millî mücadele hareketini desteklemiştir. Hayatı boyunca batı yanlısı fikirlere karşı İslâmî düşünceleri savunmuş.

Ailesi ve öğrenimi: 1882’de Selanik’e bağlı bir sancak merkezi olan Serez’de dünyaya geldi. Babası İslâm Ağa, annesi Nefise Hanım’dır. Sıbyan mektebini ve Rüştiyeyi Serez’de okudu. Öğrenimini İstanbul’da Mekteb-i Hukuk’ta sürdürdü. Bir yandan da Çemberlitaş’taki Atik Ali Paşa Camii’nde medrese derslerine devam etti. Bu yıllarda tanıştığı Ebül’ula Mardin ve Mehmed Âkif ile dostluğunu ömür boyu sürdürdü.

Yayıncılık yönü: Manastırlı İsmail Hakkı Efendi gibi dönemin tanınmış vaizlerinin vaazları ve Mekteb-i Hukuk hocalarının ders notlarından yaptığı derlemeleri yayımlayarak yayın hayatına başladı. 1908’de çıkarılmaya başlayan Sırat-ı Müstakim adlı derginin kurucularından birisi oldu. Bu haftalık dergi, İslâm Birliği düşüncesinin yayın organı idi. İlk 182 sayıyı Ebül’ula Mardin ile birlikte yayımladı. Ebül’ula’nın üniversitede ders vermeye başlaması üzerine dergiyi tek imtiyaz sahibi olarak yayımlamaya devam etti. 183. sayıdan itibaren derginin adı “Sebilürreşad” olarak değişti.

Eşref Edip, I. Dünya Savaşı yıllarında İttihad ve Terakki yönetiminin bazı faaliyetlerini sert bir şekilde eleştirdi. Bu sebeple, 1916’dan 1918 yılının ortalarına kadar bir buçuk yıl süreyle Sebilürreşâd’ın yayımına ara vermek zorunda kaldı. Savaştan sonra Sebilürreşâd’ı işgal altındaki İstanbul’da tekrar yayınlamaya başlayan Eşref Edip, başta Abdullah Cevdet olmak üzere “asrîlik” ve “Garpçılık” taraftarları ile mücadeleye devam etti.

Millî mücadeleye katkıları sebebiyle Ankara’ya davet edilip Âkif ile birlikte Taceeddin Dergâhı’na yerleşen Eşref Edip, 3 Şubat 1921’den itibarense dergiyi Ankara’da çıkarmaya başladı. Dergide Mehmed Akif’in yurdun değişik yerlerinde verdiği vaazların metinlerini yayımlayarak millî şuurun uyandırılmasına katkıda bulundu.

Ankara’da bulunduğu sırada Mehmed Âkif, Bediüzzaman Said Nursî ve Şeyh Ahmed Sunûsî ile birlikte Sivas’ta bir İslâm şûrasının toplanması çalışmalarına katılan Eşref Edip, Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra tekrar İstanbul’a döndü ve yayın faaliyetine burada devam etti.

Eşref Edip, Cumhuriyetin ilânından sonra hızlanan batılılaşma hareketine şiddetle muhalefet etmekteydi. Sebilürreşad’ı İslâmî düşünce doğrultusunda yayınlamayı sürdürdü. Şeyh Said hadisesi üzerine birçok gazete ve dergiyle birlikte Sebilürreşâd da kapatıldı. Eşref Edip tutuklanarak Şark İstiklâl Mahkemesi’ne gönderildi. Önce Ankara, sonra da Diyarbakır’da yargılandı. Sebilürreşâd’ın yayımını durdurmak şartıyla 13 Eylül 1925’te serbest bırakıldı.

Çok partili dönem: Eşref Edip, Türkiye’de çok partili hayata geçiş safhasındayken Sebilürreşâd’ı yeniden yayımlamaya başladı. Sebilürreşâd’ın Mayıs 1948’de başlayan yayımını Şubat 1966’ya kadar 362 sayı devam ettirdi.

Vefatı: 15 Aralık 1971’de vefat etti, Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

“ACABA BU ZÂT YAŞIYOR MU?”

(1. Sayfa'dan devam)

YENİ Asya ve İttihad’da da yazıları yayınlanan Eşref Edip merhumun “tahlil”inini okuduğum ilk yıllarda, “Acaba bu zât yaşıyor mu?” diye merak etmiş ve bilenlere sormuştum. Vefat ettiğini öğrendiğimde de “Keşke bu zâtla tanışmış olsaydım” diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Tıpkı, Tarihçe-i Hayat’a ‘Önsöz’ yazan merhum Ali Ulvi Kurucu gibi. “Bu önsöz, Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır” notunu okuyunca, “Bu zât her halde vefat etmiştir” diye düşünmüştüm, ama merhum Kurucu’nun o tarihlerde (1980’ler) hayatta olduğunu ve Suudi Arabistan’da yaşadığını öğrenince “Acaba görüşme nasip olur mu?” diye düşünmüştüm. Merhum Kurucu ağabeyimizle, İstanbul’a geldiğinde (1990 sonrası) görüşmek nasip olmuştu.

Eşref Edip 1952 yılında yazdığı bu meşhur ‘tahlil’inde “Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti” diyor. Demek ki, Eşref Edip merhum, Üstadla bir değil, çok defa görüşmüş. Bediüzzaman’ı anlattığı aynı tahlilde, “Bütün hedefi iman ve Kur’ân” tesbitini yapmış.

“Devr-i Saadet’te, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazret-i Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona (Bediüzzaman’a) verirdi. Şirke ve putperestliğe o derece düşmandır” tesbiti de Eşref Edip’e ait.

“Uzun bir ayrılıktan sonra” başlığıyla harika bir tahlil kaleme alan ve Sebilürreşad gibi paha biçilmez dergiler yayınlayan “kıymetli mücahid gazeteci” yeni nesillerce ne kadar tanınıyor, biliniyor? Bu konuda iyi bir imtihan vermediğimizin farkında mıyız? Yoksa, sahip olduğumuz değerlerin kıymetini vefat edince dahi bilmiyor muyuz?

Geçen günlerde bir gazeteci arkadaşımız arayarak “Eşref Edip’i vefat yıldönümünde mezarı başında anmak istiyoruz. Ama mezarının yerini bilenleri de bulamadık. Yardımcı olabilir misiniz?” dedi. Doğrusu, şimdiye kadar bu merhum “kıymetli mücahid gazeteci”nin mezarına gitmemiş olmaktan dolayı kendimi de ayıpladım. Hemen, bilmesi muhtemel bir iki büyüğümüze sorduk. Cenazesine katılanlar bile mezar yerini tam olarak hatırlayamadı. Sonra, yaptığımız bir araştırmada “Edirnekapı’daki Sakızağacı Mezarlığı”nda olduğunu öğrendik. İlk fırsatta bu mezarlığa giderek ‘yetkililere’ sorduk ve mezarın “1. Ada, 254 nolu mezar”da olduğunu öğrendik. Mezarlığı gezerek mezar yerini tesbit edip fotoğrafladık.

Ancak mezar taşındaki ‘vefat tarihi’ ile kayıtlardaki tarih arasında fark olduğunu da bu vesileyle öğrenmiş olduk. Mezar taşında “Eşref Edip(e) Fergan” yazılmış. Maalesef ismi bile doğru yazılmamış, Edip yerine Edibe olarak yazılmış; ancak daha sonra ‘E’ harfi silinmiş... Mezar taşına dikkatle bakıldığında bunu anlamak mümkün. Aynı mezar taşında vefat tarihi olarak da “10.12.1971” yazıyor. Evet, cenaze namazı 15 Aralık’ta kılınmış, ama mezar taşındaki bilgiye göre vefat tarihi 10 Aralık 1971. Acaba, vefatı ile defin günü arasındaki süre niçin uzun? Bunu şimdilik bilemiyoruz.

Eşref Edip’le ilgili olarak elbette söylenecek çok söz var. Nihayetinde, o da, tıpkı Bediüzzaman gibi üç devrin büyük çalkantılarına şahit olmuş doksan senelik bir ömrün sahibi. Ama şimdilik bu kadarla kifayet ediyor, “kıymetli mücahid gazeteci” Eşref Edip Fergan’ı bir defa daha rahmetle anıyoruz.

Kaynaklar:

- wikipedia.com

- Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, Temmuz 1994

Bediüzzaman onun için ne demişti?

Bediüzzaman talebelerine yazdığı bir mektubunda şu ifadelere yer vermektedir: “Eşref Edip kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir…” (Emirdağ Lahikası, s. 281). Bunun yanında, ayrı bulundukları zamanlarda, İstanbul’a giden talebelerine Eşref Edip’i ziyaret edip selâmlarını iletmelerini tembihleyen Bediüzzaman, ona verdiği değeri müşahhas bir şekilde gösterdi. Selâmı götüren ve kendisiyle görüşen Mustafa Sungur, Eşref Edip’in duyduğu memnuniyeti ve gösterdiği alâkayı hatıralarında nakletmektedir. (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler 4, İstanbul 1994, s. 35-37). [http://www.risaleinurenstitusu.org]

Eşref Edip Fergan

MAHİR İZ'in 23 Aralık 1971 tarihli Yeni Asya’da "Eşref Edip Fergan" başlığıyla yayınlanan yazısı:

Kaybolan kıymetlerin arkasından yazılan mersiyeler, fazilet örneğini gelecek nesle göstermek içindir, insanın insan olarak birçok eksikleri, olgunlaşmamış tarafları, herkese benzemeyen hususiyetleri olabilir. İnsanoğlu nedense hemcinsinin önce eksik taraflarını, şahsî hüviyetini görür ve inceler. Hükmünü de ona göre verip geçer.

Halbuki cemiyet hayatında bir insanın bakılacak, tahlil edilecek, işlenip ortaya konulacak tarafı, işidir. Cemiyete olan faydasıdır.

Herkeste, normal beşerî münasebetlerde, dergâhın istediği kemali aramak, hele asrımızda neticesiz bir yorgunluktur. Her devrin kendine mahsus bir seli vardır. Çörçöpü kolaylıkla, dallı budaklı kütükleri güçlükle sürükler. Hayat felsefesini sosyologlara bırakalım. Biz bugünkü kayıplarımızı belki iş karakterine örnek olur düşüncesi ile tahlil etmeye çalışalım.

Herkes, cemiyet hayatında haiz olduğu kabiliyeti meydana koyunca bilinir.

Eşref Edip Bey hemen bir asra yaklaşan ömrünün altmış yılını, kanaatine, inancına tercüman olan kalemi ile geçirmiştir. Ne yorulmuş, ne bıkmış, ne de üzücü ve ezici hâdiseler onu yolundan alıkoymuştur.

Genç yaşında daha hukuk mektebine devam ederken devrinin âlimleri arasında tanınmış olan büyüklerin meclisine devam eder, derslerinde, vaazlarında bulunur, notlar alır, istikbaldeki tasavvurlarına inkişaf zemini hazırlardı.

KUDSÎ HİZMET

Meşrûtiyeti müteakip Hukuk Fakültesi profesörlerinden EBÜL ULÂ MARDİNÎ Beyin yazı ailesi başkanlığında Kandilli Rasathanesi Müdürü, yüksek matematik profesörü HOCA FATİN EFENDİ, BEREKETZÂDE İSMAİL HAKKI BEY, Ayasofya Kürsi Şeyhi Reisül ulema ve sonradan ayan azası olan Manastırlı İSMAİL HAKKI EFENDİ, İzmirli İSMAİL HAKKI BEY ve şair Mehmet Âkif Bey ve emsali güzide ve mümtaz âlimlerimizle tesis ettiği (SIRAT-I MÜSTAKİM) mecmuasını çıkardı. Bir müddet sonra daha zengin kadro ile “SEBİL-ÜR REŞAD” adı altında neşriyatına devam etti. O, kıymetli muharrirler, vefat gibi, rahatsızlık gibi mücbir sebeplerle ayrıldıkları zaman yerlerini doldurmak için azamî gayret sarfederek boşluğu hissettirmemeye çalışmıştır.

Millî Mücadeleden sonra gazetesini Anadolu’ya nakletmiş, büyük ve kudsî hizmetine devam etmeye başlamıştır. Yanlışlıkla İstiklâl Mahkemesine kadar sevkedilen ve her zaman olduğu gibi zimmet-i tebriyeden müstağni bulunan o örnek ilmî mücahit son nefesine kadar vicdanından aldığı emri ifadan bir an geri kalmamıştır.

Sebil-ür Reşad mecmuasının altmış yaşını doldurup kapanacağı devre kadar tek başına kaldığı zamanlar olmuş, fakat yine bu yalnızlıktan yılmadan ve korkmadan o tâkatfersa mesaisine devam etmiştir. Safahat’ı birkaç kere bastırmış. Mehmet Âkif Beyin tercüme ve nesirleri ile ilim ve edebiyat âlemini nurlara gark etmiştir.

Ayrıca tesis ettiği (Âsâr-ı İlmiye Kütüphanesi) ile ve bilhassa merhum Ömer Rıza Doğrul Beye yaptırdığı tercümelerle birçok kıymetli ilmî ve tarihî eserleri Millî Kütüphanemize hediye etmiştir.

1908 Meşrûtiyetinden evvel İKDAM gazetesi sahibi AHMET CEVDET Beyin başladığı kıymetli neşriyatın daha muayyen ve mânevî sahada bir örneğini merhum EŞREF EDİP Bey vermiş ve cidden çok kıymetli eserlerle kütüphanelerimizi süslemiştir.

BİR HATIRA

Aramızda şöyle küçük bir hatıra vardır. Sekiz on sene evvel kıymetli muharrir ve tarihçilerimizden İSMAİL HAMİ DANİŞMENT Bey “Kur’ân-ı Kerimde Türkçe Kelimeler” başlıklı bir yazı neşretmişti. Ben bu yazıya bir cevap verilmesini merhum üstad HASAN BASRİ ÇANTAY’dan rica etmiştim. O da kendisinin yazacağını, fakat benim de yazmaklığımı istedi. Ben yazarsam müsteâr isim kullanacağımı söyledim, kabul etti.

Başka vesilelerle de yazdığım makalelerde kullandığım (ABDULLAH SÖĞÜT) müsteariyle kaleme aldığım cevabı SEBİL-ÜR REŞAD’a gönderdim. Kendisinin tanıdığı ulema arasında böyle bir isim olmadığı için EŞREF EDİP Bey sağa sola başvurmuş, tanıdıklarından bilgi alamamış. Nihayet BASRİ Beye gitmiş, o da tebessüm ederek benim olduğumu söyleyince tebriklerini beyan için bize kadar gelmişti. Sertel’lerin gemi azıya aldıkları bir devirdi. Bâb-ı âliden geçiyordum, o zaman idarehane cadde üstünde idi. Merhum pencerede beni görünce çağırdı. Bayrağımızın küçümsenmesi kanına dokunmuştu. Hemen önüme bir kâğıt kalem koydu. Sen de birşey yaz dedi, ben orada birşeyler karaladım. Yine müstear adımı koymasını rica ettim.

Hemen hemen bir asra yaklaşmış olan hayatının dörtte üçünü kalemiyle yaşamış ve her ânı ancak inancının sarsılmaz heyecanlarıyla geçmişti. O ne akıcı üslûptu, o ne canla başla bir mücadele abidesiydi... Gitti, fakat kubbede bütün inananların kulaklarında ebedî akisler bıraktı. İşte asrımızın nurlu ve feyizli sahalardaki heykel-i say kendisi idi. Evlâtlarına, akrabasına ve bütün yakınlarına, dâvasına âşık dostlarına ve yeni öğrendiğimiz yeğeni tabib-i ruhimiz Ayhan Songar kardeşimize başsağlığı dilerken CENÂB-I GAFUR-UR RAHİM’den merhuma sonsuz mağfiretler niyaz ederiz.

Eserleri:

Mehmet Akif- Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları

n İnkılâp Karşısında Akif- Fikret Gençlik Tan’cılar

n Tevfik Fikret’i Beş Cepheden 40 Mukarririn Tenkitleri

n İslâm Ansiklopedisinin İlmi Mahiyeti

n Çocuklarımıza Din Kitabı,

n Risâle-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nur- Hayatı, Eserleri, Mesleği

n Kur’ân- Garp Mütefekkirlerine Göre Kur’ân’ın Azamet ve İhtişamı Hakkında Dünya Mütefekkirlerinin Şehadetleri

n Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk

n Risalâ-i Nur Muarızı Yazarların İsnadları Hakkında İlmi bir Tahlil

n Kara Kitap- Milleti nasıl aldattılar, mukaddesatına nasıl saldırdılar?

FARUK ÇAKIR [email protected]

*******************************

AMBARDAKİ HIRSIZ FARE!

Ey Allah’ım! Feryadımıza yetiş! Sen ne güzel yardımcısın.

Ey Allah’ım! Önümüzde yüz binlerce tuzak ve yem var; bizlerse ihtiraslı azıksız kuşlar gibiyiz.

Her birimiz bir doğan, bir Zümrüdüanka bile olsak, her an yeni bir tuzağa yakalanıyoruz.

Ey kimseye muhtaç olmayan Allah’ım! Sen bizi her an kurtardığın halde biz yine de bir tuzağa doğru gidiyoruz.

Biz, bu ambarda buğday biriktiriyor, fakat toplanan buğdayı zayi ediyoruz.

Sonuçta, buğdaydaki bu zayiatın farenin hilesinden olduğunu akıllıca düşünmüyoruz.

Fare, ambarımızı deldi deleli, ambarımız onun hilesi yüzünden harap olmuştur.

Ey can! Önce farenin şerrini def et de, ondan sonra buğday biriktirmeye çalış.

O efendiler efendisinin hadislerinden birini dinle:

“Kalp huzuru olmadan namaz tamama ermez.”

Ambarımızda hırsız bir fare yoksa, kırk yıllık amellerimizin buğdayı nerede?

Her gün ufak ufak biriken sadakatimiz niçin şu ambarımızda toplanmıyor?

Mevlânâ, Mesnevi-i Şerif,

cilt: 1, beyit nu:

373-383

Çocuklarımıza hitap ederken...

ÇOCUKLARIMIZI severken kullandığımız ve dilimize yerleşerek normalleşen o kadar sakıncalı kelime var ki! Peki, bu kelimelerin çocuklar üzerindeki etkisini hiç düşünüyor muyuz? (...) Anadolu’da bir gerçek var: Özellikle çocuklar sevilirken “küfür” denecek, hatta ağır küfür olarak nitelenecek kelimeler kullanılıyor. (...) Tabiî bu kelimelerin çocuklar üzerindeki etkisi pek de güzel olmuyor! (...)

Bu tür kelimelerin çocuklar üzerindeki psikolojik etkisini konuştuğumuz çocuk psikoloğu Yasemin Eyüpoğlu, “Dil düşüncenin başlangıcıdır. Kullandığımız kelimelerle düşünür, hisseder ve iletişime geçeriz. Bu hususta henüz kimlik gelişimleri tamamlanmamış bireyler olan çocuklarla iletişimimizde kullanılan her kelime onlar tarafından kaydedilmekte ve ruhsal dünyalarında bir yer edinmektedir.” diyerek başlıyor söze. Özellikle anne, baba, öğretmen gibi çocuklara rol-model olan yetişkinlerin hemen her sözü çocuklar için ayrı bir anlam taşıyor. Eyüpoğlu, bu bağlamda çocuklarla iletişimde duyguların ifade edilişinde suçlayıcı, yargılayıcı, olumsuz sıfat içeren kelimeleri kullanmanın çocuklar tarafından ciddiye alınabileceğini söylüyor. (...) Yasemin Eyüpoğlu’nun ebeveynlere bazı tavsiyeleri de var:

“Çocuklarımızın bizim davranışlarımız kadar sözlerimizi de büyük bir hassasiyetle kaydettiklerini hatırlayıp küfede yumurta taşıyormuşçasına hassas davranarak, onların mahiyetlerine zarar verici sözlerden kaçınmaya çalışmalıyız. Olumsuzdan uzak durmanın en kolay yanı da yerini dolduracak olumlu bilgiye, güzel söze sahip olmaya çalışmaktır.”

Prof. Dr. Suat Cebeci (Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitim Anabilim Dalı Öğretim Üyesi): “Çocuklarla şakalaşmak, onlara şaka yollu sevgi sözleri söylemek Peygamber’in yaptığı güzel bir davranıştır. Peygamberimiz (sas), Hz. Enes’e en fazla ‘seni iki kulaklı’ derdi. Torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i ‘cennet yiğitleri’ diye severdi. Bizim kadim kültürümüzde çocuklara karşı kullanılan ‘aslan yavrusu, melek yüzlü, nur topu, cennet gülü’ gibi çok güzel sevgi sözleri vardır. Bunlar varken kız çocuklarına yosma, erkek çocuklarına çapkın gibi dinî değerlerimize zıt davranış biçimlerini çağrıştıran kelimeleri sevgi maksadıyla da olsa kullanmak son derece yanlıştır. Her Müslüman’ın gerek çocuklarını dinî ahlâkî değerlere uygun yetiştirme sorumluluğu açısından, gerekse dinî ve ahlâkî değerlerin toplumda yaşatılması ve yanlışlıkların ortadan kaldırılması görevi açısından kötü ve yakışıksız kelimeleri kullanması caiz değildir. Çocukların dinî ve ahlâkî gelişmelerine olumsuz etkileri açısından da onlara yapılmış bir haksızlıktır.

Zaman, 4.12.2010

ALLAH'IN İFTİHAR ETTİĞİ

Üç şey vardır ki, Allah onlarla meleklere karşı iftihar eder:

1- Ezan sesi

2- Cihatta getirilen tekbir sesi

3- Hacda söylenen lebbeyk sesi.

Hadis-i şerif

ZULÜM

Zulüm kılıcını çeken, o kılıcın kurbanı olur.

Cafer-i Sâdık

DÜNYANIN LEZZETİ

Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir.

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, On Üçüncü

Söz, 133

CENNET NEYİN KARŞILIĞI?

Sonsuz olan cennet, dünyadaki birkaç günlük amelin değil; hâlis niyetlerin karşılığıdır.

Hasan-ı Basrî

UYAN!

Ey yolcu uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha;

Bir kupkuru çöl, ne ışık var, ne de vâhâ…

Mehmet Âkif Ersoy

YÖNETME

Komutanlar iş bilir insanlar değilse, asker çok olmuş, neye yarar?

Ezop

FELÂKETTEN SAADET

En felâketli olaylardan bile iyi sonuçlar doğabilir.

Sophocles

ŞAİRİN HİCVİ

Acımasızlığı ve adaletsizliği ile ünlü bir hükümdar, dönemin usta bir şairini çağırtıp kendisi için bir methiye yazmasını ister. Şair ne yapacağını şaşırır. Sultanın istediği gibi bir şey yazsa, hiç içine sinmiyor. Yazmasa, canı tehlikede.

Usta şair, hicivle yoğrulu bir şiir yazar.

Sayfalarca anlattığı şiirin son bölümü şöyledir:

Sultanım, sen şöyle cesursun, böyle cengâversin.

Düşmana korku salarsın.

“Tıpkı Hazreti Ali gibisin”

Diyeceğim amma…

O Allah’tan korkardı,

Sen ondan da korkmazsın…

SELİM GÜNDÜZALP

[email protected]

******************************

Aile eğitim programları

Aile üzerinde çok ciddî çalışmalar var. Dünya yönünü aileye dönmüş vaziyette. Her ülkenin de aile ile olan sıkıntısı farklı. Bazı toplumlar bitmiş olan aileyi yeniden ihya etmenin derdi içerisinde iken, bazıları da bizim toplum gibi en güçlü dinamikleri olan aile içinde sorunlarla boğuşmaktadır.

Biz de bu çerçevede aile olarak, eşim, eğitimci Yasemin Yaşar’la birlikte konuyu çalışma alanı olarak belirledik. Yaklaşık birkaç yıldır ‘Mutlu Aile Modeli’ başlığı altında konferans ve seminer çalışmalarımız sürüyor. Tespitlerimizin nasıl bir boşluğu doldurduğunu bizzat görüştüğümüz veya bize iletilen geri bildirimler gösteriyor.

Bu çalışma, beraberinde konunun eğitimcisini de eğitmekte ve alan ile ilgili onlarca kitaplar okumayı sonuç vermektedir. Ve hem kitabî bilgiler, hem de aileler içinde uygulamalardaki gözlemler, atacağımız adımların ve söylenecek cümlelerin nasıl bir ihtiyaca cevap verdiğini gösteriyor.

Konu içerisine girildikçe her ailenin özel bir çalışma alanı olduğunu anladık. Yani her ailede sorunlar da, çözümler de özel bir durum içeriyor. Genel bir tanımlama, problemlere çözüm önerisi genel kalmaktadır. Oysa ki, her ailede mutluluk bileşenleri de problem bileşenleri de farklı farklıdır.

Aile üzerine olan çalışmalarımız şimdilerde ise, ‘Aile Eğitimi Seminerleri’ adı altında, Yasemin Yaşar, ‘Mutlu Aile Modeli’, bendeniz ise, ‘Gençlik ve Anne Baba İlişkileri’ başlıkları altında şekillenmiş bulunuyor. Yeni yeni şekillenen çalışmamız ise, kız çocuğu ve erkek çocuğu eğitimleridir. Hatta ailede her bir üyeyi ayrı ele alan çalışmalar gelişiyor.

**

ERKEKLER İÇİN

'HİMAYET VE HÜRMET' EĞİTİMLERİ

Ailede baba unsurunu, taşıdığı rol ile, eğitici boyutu ile, model olması ile ve üzerinde taşıdığı sorumluluk ile apayrı ele almak gerekiyor. Ve bu konuyu daha özelde belki de ‘baba’larla konuşmak gerekiyor. Çünkü aile içinde özellikle etkin roldeki baba, kendisine düşeni yapmadığı takdirde, bu, beraberinde çok yönlü bir yıkım sürecini getirmektedir. Yani etkin bireyler, aile içinde esecek olan rüzgârın nasıllığını belirleyecektir. O zaman bu güçlü rolü olumluya çevirmek mümkündür. Yani aileyi, bir takım oyunu gibi düşünürsek, ailenin mutluluk maçını kazanabilmesi, antrenörün taktiklerine bağlıdır. Antrenör, sürekli gelişen ve değişen taktikleri bilmek ve kendinde uygulamak ve aynı zamanda da oyunculara bu kazanımları aktarmak ve sahaya yansıtmak, sonuç için önemli olacaktır.

Onun için bazı aile içi meseleleri baba rolü taşıyanlarla ve yaşayanlarla daha özelde konuşmak ve atılabilecek adımları atma antrenmanları yapmak çok yerinde olacaktır.

Erkeğin bu konuda, himayet ve hürmet eğitimi alması gerekir. Çünkü, aile içinde herkesin atabileceği bir adım mutlaka vardır.

Özellikle de pek çok ailede baba açısından problemin temelini oluşturan, aile içi eş, çocuk problemleriyle beraber; dolaylı olarak aileyi etkileyen kaynana, kayınpeder, kayın, baldız gibi (karşı tarafı) ele alan konuların da iyi çalışılması gerekir.

Tabiî rol model peygamberimizin nasıl bir baba rolü taşıdığını, nasıl bir eş modeli yaşadığını bilmek ve hayatımıza taşımak işin özünü oluşturuyor.

**

KADINLAR İÇİN

'ŞEFKAT VE SADAKAT' EĞİTİMİ

Ailede anne faktörü de çok yönlü ele alınması gereken bir meseledir. Anne, ev içi işleyişin belirleyici aktörüdür. Yani müdir-i dahili, içişleri bakanıdır!

Özellikle bu konuda da problemlere karşı ciddî anlamda çözüm isteniyorsa, aile içindeki kadın faktörünü, onun annelik rolünü çok ciddî ele almak gerekmektedir. Şefkat kahramanlığını en iyi taşıyan ve yaşayan annelik rolü, çok iyi çalışılmalıdır. Şefkati gelişmemiş veya suistimal edilen bir annelik, kesinlikle ev içinde bir problem sebebi haline gelecektir. O zaman burada bir şefkat eğitimi kendini göstermektedir.

Antrenör ve antrenör yardımcısının, aile takımının başında aktörler olarak çok iyi anlaşmaları zorunludur. Derslerine günün ve zamanın şartlarına uygun bilgiler kazanarak çok iyi çalışmaları gerekmektedir. Zamanla oluşabilecek problemleri bilmeleri ve bu noktada bilgi donanımına sahip olmaları kaçınılmazdır.

Özellikle, kucaklarında bir toplumun aktörlerini büyüten annelerin çok yönlü eğitilmeleri, bu konuda devletin, sivil toplum kuruluşlarının ‘aile eğitim programları’ düzenleyerek, bilhassa toplumda kadın üzerinde hassasiyetle durulan bir faktör olarak ele almaları çok önem arzetmektedir. Kadını eğitilmemiş toplumların güvenli yarınlara adım atabilmeleri imkânı yoktur. Çünkü geleceğin babalarını da eğiten yine anneliktir.

Tabiî bütün bunlar kurumsal olarak olmuyorsa bile, hiç değilse ailenin kendi dinamiklerine sahip çıkarak adımlar atması, mutlu bir aile tablosunu ortaya çıkaracak ve mutlu ailelerden de mutlu çocuklar hayata atılacaktır. Güzel olan şu ki, ailede atılacak her bir adım anında karşımıza çıkmaktadır. Çocuğu için ‘düşünülmüş, çalışılmış adımlar’ atan anne baba, oyuncusu üzerinde çok yönlü taktiklerle çalışmış olan antrenörün maçta bu çalışmanın meyvesini alması gibi bir sonuç alacaktır. Yani her bir adım anında sahaya yansıyacaktır.

Ailede kadını; ev atmosferini, babayı, evlatları ciddî etkileyen bir unsur olarak ele almak gerekiyor. Onun için de annelik rolünün, eşlik rolünün inceliklerine çok yönlü çalışmak aklın gereği olacaktır.

Özellikle asırdaki etkileşimler sonucu yıpranmış aile yapılanmalarında, problemlerin üzerine çok yönlü gidebilmek için çok yönlü beslenmeye ve duyarlı adımlar atmaya kendimizi hazırlamak gerekiyor.

İşin psikolojik boyutunu ise, bayanlar birbirleri ile daha rahat konuşabileceklerdir. Onun için de mutlu aile modelinde, kadınlar bu role daha özelde birbirleri ile çalışsalar, çok daha başarılı sonuçlara ulaşılacaktır.

**

ÇOCUKLAR VE GENÇLER İÇİN

'HİS VE VİCDAN' EĞİTİMİ

Konunun çocuklar ve gençler ayağı ise çok daha önemlidir. Hatta bu dönemlerin her yaşı üzerinde daha incelikli konuşmalar önem arz ediyor. Çünkü yerinde atılmayan adım, başka bir zamanda atılamayacaktır, atılsa da istenen neticeyi veremeyecektir. O zaman çocukların/gençlerin dönem özelliklerini, atılması gereken adımları uzman bilgilerinden istifade ile bilmek ve uygulamak fıtrat kanunlarına uygun adım olacaktır.

İşte tam bu noktada, kız çocuğu eğitimleri, erkek çocuğu eğitimleri de kendine göre farklı yaklaşımlar gerektirecektir. Hatta kız ve erkek çocukların bulunduğu evlerdeki uygulanacak programlar daha da farklı olacaktır.

Konunun her aşaması ve ailedeki her bireyi ele alan model davranışlar konusunda oldukça zengin bilgiler ve uygulanmış ve neticesi görülmüş örnekler bulunmaktadır. Bu konuda özellikle Hazret-i Peygamberin (asm) kendi hayatında yaşadığı örnekler ve arkadaşlarındaki problemlere dönük çözüm önerileri işimizi oldukça kolaylaştırmaktadır.

O zaman, aile eğitim programlarını, kocaman bir salonda, içinde annelerin, babaların, çocukların, gençlerin bulunduğu bir ortamda konuşmak, sadece genel bir ihtiyaç hissettirme olacaktır. Ama konu hakkında sonuç alınabilmesi ve uygulamalara dönüşebilmesi ‘Aile Eğitim Programlarına’ yönelmekle mümkün olacaktır.

Bu konulardaki hiçbir adım anlamsız ve tesirsiz değildir. Ancak daha verimli ve sonuç almaya dönük adımlar, daha dar dairede atılacak adımlarla mümkün olabilecektir. Yani bir konuda bir rüzgâr estirmekten ziyade, bizzat problemleri konuşmak ve çözümlere ulaşmak çok daha sağlıklıdır. Asıl sonucu belirleyecek ve hayata dokunacak olan budur.

Şu an aile olarak bizim çalışmalarımız böyle bir amacı gözetiyor. Bu adımların altyapısını oluşturacak bilgi hazinesini de oluşturuyoruz. Bizzat konuştuğumuz konuların bilgi donanımını ve uygulama pratiklerini kitapçıklar halinde çalışmaktayız.

Çalışmalarımızın, bir aile eğitim programına dönüşmesi duâsıyla.

SEBAHATTİN YAŞAR [email protected]

Ümmetiniz senin (asm)

Haykırsam çıktığı kadar sesimin

Ey şefkatli Resûl ümmetiniz senin

Gelirsek huzuruna ellerimiz boş

Çevirme kapından ümmetiniz senin

Rabbim sana verdi makam-ı mahmudu

Biz hata ve günahlarla aştık hududu

Günahkâr ümmetinin sensin umudu

Şefaat kıl Ey Resûl ümmetiniz senin

Ufuk hattında kapandı sema ile yer

Önümüzde yokuşlar hep dönemeçler

Senin yolun senin izinde serdengeçtiler

Bizi de onlardan say ümmetiniz senin

Yollar çok karışık, biz sana geldik

Asırlardır süren nurlu dâvâna geldik

Tevhid üzre Hâtemü’l-Enbiya bildik

Daim şefaat dileriz ümmetiniz senin

Çok uzak olsak da senin Asrı’ndan

Nurlu feyiz aldık hidayet kasrından

Cümleye şefaat bekleriz senin fazlından

Unutma bizleri de ümmetiniz senin

Gelmek isteriz Medine’de nurlu mescide

Orada yapmak isteriz Rabbimize secde

Varlığınla bütün âlemi getirdin vecde

Bizlere de de lütfeyle ümmetiniz senin

Senin halka-i zikrinde zikrimiz olsun

Okuyalım kitab-ı kâinatı fikrimiz olsun

Nur Üstadımız gelip pirimiz olsun

Biatımız sanadır ümmetiniz senin

HASAN ŞEN

*************

Seninle(asm) olmak vardı...

Seninle olmak vardı Asr-ı Saadetinde, saadete ulaşıp “Said”lerden olmak vardı..

Sana ilk inananlardan olmak vardı, ilk inanan 40 kişiden olmak... Erkam’ın evinde gizlice toplanmak, seni görmeden yerinde duramamak, özleminden yanıp tutuşmak... Safa-Merve arasında seni aramak vardı. “Şimdi emrolunduğun hakikati çatlarcasına söyle” emrini aldığında seninle beraber Kâbe’de tavaf etmek ve bu uğurda anadan, babadan, yardan ayrılmak vardı.. Yâsir Bin Ammar (ra) gibi...

Sana yoldaş olmak vardı... Sevr mağarasında seninle olmak, sana zarar verebilecek yılanlara ayaklarımı uzatmak, sana birşey olacağından korkmak, “Lâ tahzen innallâhe meanâ” müjdesini almak vardı.. Seninle birlikte hicret etmek, bu yolda aç-susuz kalmak, beraber yüzlerce km yolu gitmek, aynı ekmeği paylaşmak, beraber yemek, beraber uyumak, beraber Medine’ye varmak vardı.. Seninle beraber, sana sıddık olmak vardı Ebûbekir gibi...

Seninle birlikte savaşmak vardı... Senin safında olmak, Allah’ın aslanı olmak, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç olmak, kucağında son nefesi verip “Ya Rasûlullah ben şehit miyim?” demek Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te sana uzanan mızraklara göğüs germek, sana atılan oklara başımızı uzatmak vardı Katade gibi....

Sana tesellici olmak vardı.. Amcan Hamza şehid olduğunda, sana sarılıp “Mahzun olma yâ Rasûlullah” demek vardı.. Miğferin yanağına battığında batan parçaları dişlerimle çıkarıp “kanınızın kanıma karışması” vardı Malik bin Sinan (ra) gibi...

Sana talebe olmak vardı, ilmi senden öğrenip Ashab-ı Suffa’dan olmak, ben de “Muâllim olarak gönderildim” diyerek yanımıza oturman, senin sohbetinle kilometrelerce yol kat edip öğrendiklerimizi anlatmak vardı, ilmin kapısı, ilmin yolcusu olmak “Resûl size ne getirdiyse onu alın” emriyle senden ilmi almak ve “unutulmayan ilim” duâsına mazhar olmak ve cübbemizi yere serip senin sözlerini toplamak vardı... Ebû Hureyre (ra) gibi...

Sana ev sahibi olmak vardı.. Medine’de “Gel artık Sevgili, gözlerimiz yollarda kaldı” diyerek Ensardan olup Talea’l-Bedru Aleyna’yı okumak, veda tepelerinde seni beklemek, sana kucak açmak, sana ev sahibi olmak, sana kurban olmak vardı. Evdeki tek ekmeği, tek yatağı sana vermek vardı... Ve senin müjdenle 90 yaşında İstanbul yollarına düşmek vardı.. Eyyüb El-Ensârî (ra) gibi...

Seninle olmak vardı duâna mazhar, mucizene şahid, dâvâna bürhan, Risâletini tasdik etmek vardı.. Seninle olmak, seninle beraber solumak vardı... “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah” demek, seni görmekle sana iman etmek “Vallahi bu yüzde yalan olmaz” diyerek yüzünü gözünü öpmek vardı... Abdullah İbni Selâm (ra) gibi...

Ve bizler... Asr-ı Saadet’inde “Said” olamadık, sana yetişemedik ama âhirzamanda, saadetli bir asırda Cennetâsâ baharlarda geldik, seni görmeden sana iman ettik... Ve dâvâna “sadakte ve bilhakkı natakte” dedik... Bizleri de “Said” olarak kabul eder misin... “Darü’s-selâm’da seninle olmak vardı” duâmıza “Âmin!” der misin?

SAİD BEYDOĞAN [email protected]

********************

“İslâmî düşünce”nin üstadları ve Bediüzzaman

Risâle-i Nur’la hem-dem olmuş, “iktisat” ve “İslâm felsefesi” sahalarında uzman bir akademisyenin kaleminden, Bediüzzaman Said Nursî özelinde küçük, fakat “yoğun-özet” bir “İslâm düşünce tarihi” çalışması.

Hemen belirtelim ki, eser, “İslâm Düşünce Geleneği Açısından Bediüzzaman” adlı, aynı müellife ait kitabın (2001) isim değiştirmiş hâli.

“Ön Söz”de işbu çalışmanın, “sahasında bir başlangıç” olabileceği tevazuyla belirtilirken ayrıca şunlar kaydediliyor:

“Bu kitapta, gelenek ile Bediüzzaman arasında bir köprü kurulmaya çalışılmıştır. Karşılaştırma konusu olarak da sadece ‘yöntem’ seçilmiştir. / Aslında Bediüzzaman’dan hareketle, geleneğimizin önemli bir bölümünü çağımıza taşıyabilir, hattâ yeni bir düşünce tarihi bile yazabiliriz! Böylece, hem geleneğimizin anlaşılması hem de geleneğimiz içinde Bediüzzaman’ın yerinin belirlenmesi mümkün olabilir. Öte yandan bu yolla, âdeta kurumaya yüz tutan düşünce bahçemize, belki yeni bir canlılık da kazandırabiliriz…” (s. 9-10)

Eser, “İslâmî Geleneğin Üstadları” ve “Bediüzzaman Said Nursî” başlıklı iki bölümden meydana geliyor. Bu basit düzenlemeden de anlaşılacağı üzere, eserde “klasik/an'anevî düşünce” tarihimize adını yazdıran âlimler/ulema ile onların içinde bulunduğumuz ahir zamandaki “modern” ardılı/halefi Üstad Bediüzzaman’ın “metot” bazında birbirleriyle “etkileşim”i ya da “mukayese”si nazarlara sunuluyor.

Birinci bölümde, Bediüzzaman’ın metot bazında bazı noktalarda birleştiği, bazı noktalarda da ayrıştığı “düşünce üstadları,” adını verdikleri ya da dâhil oldukları düşünce ekollerine göre kısa kısa tanıtılmış.

Mevzuubahis üstadlar kimler mi?

Sıralayalım: “Maturidi ekol”de İmam Maturidi, Ebu’l-Muin Nesefî, Ömer Nesefî, Sadeddin-i Taftazani, Seyyid Şerif Cürcani; “Eş’ari ekol”de Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, İmam-ı Gazali, Fahreddin-i Razi, Seyfeddin Amidî; “Selefiye ekolü”nde İbn-i Teymiye; “Zahiriye ekolü”nde de İbn-i Hazm…

İkinci bölümde ise, “Bediüzzaman’ın yaşadığı sosyokültürel ortam,” “Bediüzzaman’a göre Kur’ân’ın yöntemi” ve “Bediüzzaman’ın yöntemi,” “analoji [temsil] yöntemi konusunda tartışmalar” ve “analojinin değeri,” “olgusal evrenden hareketle Allah’ın ispatı,” “Bediüzzaman’ın sıfat ve esmaya yaklaşımı,” “Bediüzzaman ve nübüvvet,” “çağın hastalığı: hazcılık” ile “Bediüzzaman ve hazcılık,” “Bediüzzaman ve siyaset,” “Bediüzzaman ve insan özgürlüğü,” “siyasal ve ekonomik faaliyetlerin ‘makineliliği’” ve “demokrasinin oyunu,” “Bediüzzaman ve ‘bu-dünya,’” “Bediüzzaman ve ekonomi” ile “tüketimde kanaat,” “Bediüzzaman ve bilim” konuları inceleniyor.

İlk paragrafta dediğimiz gibi hakikaten “yoğun-özet” vasfındaki eserde altını çizdiğimiz satırlar o kadar çok ki, hangisini nazara vereceğimiz noktasında mütereddidiz! Fakat biz şimdilik—müsaadenizle—şu paragrafları iktibas etmekle yetiniyoruz:

* “Geride bıraktığımız yüz yıl, derin bir cehalet yüz yılı olmuştur. En çok ‘bilim’ kavramı telaffuz edildiği, en çok bilimsel kurumlar yaygınlaştığı, bilimle ilgilenenlerin sayısı her geçen gün arttığı hâlde, bu çağda cehalet önceki çağlarda görülmemiş şekilde derinleşmiştir. Bu çağa âdeta ‘bilimsel cehalet çağı’ demek mümkündür! Ülkemizde bu bilimsel cehaletin olumsuz etkilerinden Bediüzzaman da nasibini almış, ona karşı ‘anlamaya çalışan’ değil, kendisine ve eserlerine yönelen büyük ilgiyi önlemeye çalışan resmî bir tavır geliştirilmiştir.” (s. 142)

* ”Genel olarak değerlendirirsek, Bediüzzaman’ın klasik ulema gibi sadece belli konulara kafa yoran bir âlim değil, aksine yeni bir paradigma üretmeye çalışan, Gazali gibi bir müceddit olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Geliştirmeye çalıştığı paradigmanın içinde ahlâk, bilim, dinî anlayış, siyaset ve ekonomi, ‘insanlar/uluslar/kıtalar arası ilişkiler’ harmanlanmakta, böylece entegre bir sistem ortaya çıkmaktadır. Bu sistemin pratik hayatta uygulanabilir formlara dönüştürülmesi ise, bizim gibi teknisyenlerin işi olacaktır.” (s. 143)

“Ön Söz”deki, “Harf İnkılâbı”nın neticesi olarak cumhuriyet Türkiye’sinde açığa çıkan, klasik ya da “Bediüzzaman” özelinde modern düşünceyle ilgili “formasyon yetersizliği”ne dair “feryat” niteliğindeki bahsi (s. 8-9), keza eserdeki mülahazaların toparlandığı “Sonuç” bölümünü (s. 141-143), bilhassa okunması dileğiyle dikkatinize arz ediyoruz…

Ve küçük notlarımız (sırayla):

* ”İçindekiler” ile metindeki bazı başlıkların sayfa no’ları birbirini tutmuyor. Örnek: “Seyfeddin Amidî” s. 32’de değil, 33’te; “Bediüzzaman’a Göre Kur’ân’ın Yöntemi” s. 47’de değil, 48’de; “Bediüzzaman ve Hazcılık” s. 108’de değil, 107’de; “Bediüzzaman ve Siyaset” s. 114’te değil, 112’dedir.

* Üstad Bediüzzaman’ın Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzalığına kabul edildiği 1918’de Şark’a matuf “Medresetü’z-Zehra” projesi için yoğun bir çaba sarf ettiğini belirten cümle (s. 44) dikkatimizi çekti. Doğrusu, biz bugüne kadarki sair okumalarımızda Mütareke yıllarına dair böyle bir bilgiye rastlamamıştık; dolayısıyla, mevzuubahis nottan şimdilik emin olamadığımızı kaydetmek isteriz.

* Bir eserin kalitesini ya da “tam kitap” oluşunu gösteren amillerden olan “bibliyografya” (s. 145) elhamdülillah burada mevcut. Listelenen eserlerin keyfiyeti ve kemiyeti, işbu esere hakikaten ciddî bir emek verildiğini ortaya koyuyor.

Kısaca, müellifinin ifadesiyle, “çağımızda yaşamış ve önemli eserler üretmiş bir düşünürün tezlerini klasik düşünceyle karşılaştırmak, benzeyen ve benzemeyen yönlerini belirlemeye çalışmak” gibi, gerçekten insanı heyecanlandıran bir mevzuyu mercek altına alan, derli toplu bir araştırma.

İSLÂM DÜŞÜNCE GELENEĞİNDE

BEDİÜZZAMAN’IN YERİ

Yazan: Bünyamin Duran, Prof. Dr. Sayfa Sayısı: 152 Ebatları: 12,7x19,2 cm

Türü: İnceleme Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat Yayın Tarihi: Eylül 2004

ORHAN GÜLER

[email protected]

Mü’mine ümitsizlik yakışmaz

Ümitsizlik, zaman içerisinde pek çok kimsenin gösterdiği bir duygudur. Takılıp kaldığımız bir yerden bir daha düze çıkamayacağımızı sanıp, kendimizi büyük ve karanlık ümitsizlik boşluğuna bırakırız.

Aslında çabalamaya başlayıp, takıldığımız yerden doğrulmaya çıkmak istediğimizde, Allah her zaman bize yardım ediyor. Kendimizi bırakıp o sorunla yaşamaya devam edecek gibi olduğumuzda ise, hayatımız boyunca o kamburla yaşamak zorunda kalıyoruz…

Allah herkesi korusun kötü bir hastalığımız olsa, o an yıkılırız ve belki bir daha toparlanamayız. Ölüm belki her zamanki yakınlığından daha bir yakınlaşır. Ama aslında o hastalığa da “Allah sevdiği kullara dert verirmiş” diyerek baksak, her yaptığımızın ibadet hâlini aldığını görürüz.

Ümitsizlik, çaresizliktir. Çaresizlik ise insanı isyana kadar sürükler. “Neden ben?” demek bile her derdimizin yükünü iki katına çıkarır. Çünkü bu dünyaya gelen Allah’ın tüm peygamberleri, evliyaları ve Üstadımız, birçoğumuzun hiç kaldıramayacağı dertlere çare bulmaya çalışmışlardır. Meselâ en yakınlarınızdan birinin cehenneme kâfir olarak gitmesi, sizi öldürmeye çalışan insanların her an karşınıza çıkan tuzakları, başınıza işkembe atılması, sizinle konuşanların yakalanıp hapse atılması, bütün sevdiğiniz kişileri bir anda kaybetmeniz ve hayatta yalnız kalmak kimi üzmez ve ümitsizliğe sürüklemez? Ama örnek aldığımız, Allah’ın sevdiği zatlar bu gibi ve daha değişik dertlerle başa çıkmakla kalmamış, bir yandan da İslâm’ı yaymaya çalışmışlardır. Çok güzel ve rahat bir hayat sürmemişlerse de, her zaman mutlu ve ümitlerini kaybetmeden devam etmişlerdir.

Her olayda ümidini kaybetmemek, kazanmaktır. Gözyaşlarınız aksa bile, isyan etmeden üzülmek; bir gün sıkıntıların biteceği düşüncesiyle mutlu olmak ile ümitlenmek, Allah’a dayanmak çaremizdir.

Derdimiz, üzüntümüz bize her zaman bir ders verir. İçinde bizim için bin nasihat saklar. Sözle unutulan, yaşanarak aklımıza kazınır. Rüyalarımızda bir boşluğa düştüğümüzü görürüz. İrkilerek uyanır ve gerçek olmadığı için “oh” diyerek uykuya devam ederiz. Hayali olarak düşerken bile korkarız. Karanlık ve bilinmezlik ürkütücüdür. Ümitsizlik karanlığına düşmemizi düşünmek, çok ürkütücüdür.

Ama bildiğimiz ve her zaman ne olursa olsun dayanacağımız Allah’a sığınmak en güzelidir. Hayatta her zaman tedbirimizi alırız, tevekkülümüzü Rabbimize bırakırız.

Bu şekilde yaşarsak, her zaman kazanırız inşâallah. Ümitsizlik, Nur talebesine yakışmaz. Bu yolda ilerleyeceksek, ne olursa olsun ümitli olmalıyız. Üstadımız ne olursa olsun ümidini kaybetmemiştir. İmanı en güzel biçimde anlatma amacını içinde hiç söndürmemiş ve “Evet, ümitvâr olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslâm’ın sadası olacaktır!” diyerek hepimize en güzel örneklerden birisi olmuştur.

Bizim çok güzel tutunacak dallarımız var ve bu dallara sahip iken ümitsizliğe hiçbir zaman düşmeyiz inşâallah. Allah herkese bu güzellikleri keşfetmeyi nasib eylesin inşâallah…

MERVE İRİYARI

****************

‘Yeniden ne zaman Allah’ın misafiri olacağız?’

Bir yanda yokluğun şükrünü bilen ve “Yeniden ne zaman Allah-u Teâlâ’ya misafir olacağız?” diyen bir maneviyât büyüğümüz, diğer yanda varlığın şükrünü edâ edemeyen bizler... Sevgiliye kavuşacak olmanın verdiği lezzetten başka bir lezzet istemeyen, şükrün, rızkın ve ihlâsın en güzel şekilde anlatıldığı bir maneviyât büyüğümüzün daha, Nizameddin Evliya’nın hayatında kısa bir yolculuğa çıkalım, buyrun:

***

Hindistan’da yetişen evliyâdan. İsmi, Seyyid Muhammed bin seyyid Ahmed Buhârîdir. 636 (M. 1238) senesi Safer ayının yirmi yedisinde Bedayun’da doğdu. 725 (M. 1325) senesi Rebiu’l-âhir ayının on sekizinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Nizameddin Evliya’nın babası Seyyid Ahmed Buhârî, mânevî ilimlerin yanında, derin bir kelâm ve fıkıh âlimi idi. Vefat ettiğinde Nizameddin Evliya on beş yaşında idi. Babası vefat edince, eğitimi annesinin üzerine kaldı. Anne-oğul günlerce hiçbir yiyecek bulamadan günlerini geçirmek zorunda kaldılar. Yiyecek birşey olmadığı zaman, annesi ona ümid vermek için; “Muhammed, bugün Allâhu Teâlâ’nın misafiriyiz” derdi. Şiddetli açlık ve fakirliğin verdiği ızdırabı hissedeceği yerde, Nizameddin Evliya böyle geçen günlerden zevk alır ve annesine; “Yeniden ne zaman Allahu Teâlâ’nın misafiri olacağız?” derdi.

Allahu Teâlâ’nın bir lütfu olarak, Nizameddin Evliya’nın o yaşta kalbinde mânevî ilerleme ve yüksek ilimler için İlâhî bir kıvılcım vardı. Feridüddin Genc-i Şeker’in şöhretini duyup yola düştü. Onu bulup öğrencisi oldu. Hilâfetname alıp Delhi’ye gitti. Nizameddin Evliya, takvası ve cömertliği ile büyük üne kavuştu. Bugün Delhi’nin mahallesi olan Kiyaspur’a taşındı. Burada bir müddet çok sıkıntı çekti. Günlerce aç kaldı. İnsanlar ara sıra yiyecek birşeyler veriyorlardı. Birgün bir komşu hanım biraz un verdi. Talebesi su ile karıştırıp pişirmeye başladı. O sırada bir zât geldi. Onlardan yiyecek bir şey istedi. Nizameddin Evliya, fırındaki kabı alıp tam bir feragatla o zatın yanına koydu. Nizameddin Evliya, yemekte sık sık fakirlerin hâlini düşünür ve ağlardı. Talebesinin “Efendim! Bu kadar az yemeği bile yemezseniz, zaafiyet size galebe çalabilir” dediğinde gözyaşlarını tutamadan; “Birçok fakir ve muhtaç insan, şu anda cami köşelerinde veya mütevazi evlerinin köşelerinde yiyecek bulamadan aç uyuyorlar. Bu lokma, kolaylıkla benim boğazımdan nasıl geçebilir?” dedi.

Nizameddin Evliyâ hocaları gibi Resûl-i Ekrem’e (asm) karşı dayanılmaz bir aşk ve muhabbet ile yanıyordu. Vefatından bir müddet önce rüyasında Resul-i Ekrem (asm) ona “Nizam, seni bekliyorum” buyurmuşlardı. Vefatından kırk gün önce yemekten kesildi. Birşeyler yemesini istediklerinde “Resûl-i Ekrem ile buluşmayı isteyen bir kimse, yemeğin lezzetini nasıl alabilir?” buyurdu ve Emir Hüsrev’in şu beytini okudu; “Aşk derdiyle yanan hastaya, sevgiyle / Kavuşmaktan başka birşey faide vermez.”

Nizameddin Evliya buyurdu ki:

“Kalp kırmak, Allahu Teâlâ’nın lütfunu incitmektir. Neye uğrarsa uğrasın, salih kimse, asla kimseye kötü söz söylememeli ve lânet etmemelidir. İnsanlarınn kabahatlerini açıklamamalıdır.”

“Komşunuz borç isterse verin. Başka şeye ihtiyaç duyarsa verin. Hastalık ve felâkete uğradığında, sizin güler yüzünüze ihtiyacı var ise, ona güleryüz gösterin. Vefat edince cenazesine katılın ve kurtulması için duâ edin.”

Rahmetullâhi aleyh

(İstifade edilen kaynak: İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)

ARZU KONAN

**************

İşte tam burası

Birbiri içinde mütedâhil daireler var. Âlem-i asgarın içindeki kalpten tut âlem-i kebirin dışındaki halkalara kadar. “Etkileyen” ve “etkilenen” hendesedeki farazî hatlar misâli.

Rahmetin mücessemi bir yağmur damlasının koca bir rahmet birikintisine temasının ertesinde “yaratılan” halkalar... Düşen rahmet ne kadar ağırsa, etkilediği rahmet o kadar… Uzun süredir, “etkileyen” halkalardan uzak bir hayat. Dokundurulan, tattırılan, söylettirilen şeylerden bigâne. “Şey” diyorum onlara, sadece “şey”. Zira; ötesini verenler, mâlikini kaybetmiş mülk gibi ya da mabudunu yitirmiş âbid veyahut mecâzî maşuklara müptelâ bir ap…

Bu uzak duruş, bu yakın olmama hâli fıtrata bir nevî saygıdan ileri gelmekte. Öze dönüş yolculuğu; bilet kuyruğu uzun olan bir başvuru.

Helâket ve felâket fırtınalarında liman bulmak ve oraya sığınmak işlerin en çetrefillisi.

Etkileniyorum, etkiliyorlar, o yüzden soruların cevapları “cevaplarımla” denk düşmemekte. Cevaplar doğru ama nefis kendi kumlarından kule yapmak derdinde. Yaratılışı kırbaçlayanların kırbaçlandıkları bir dünya olmalı artık. Hakikati okumak veyahut dillendirmek “hakikat zıllerine” aykırı gelmekte, ağrına gitmekte ya da…

Cismaniyetin satırlara süzüldüğü, oradan da sayfalara döküldüğü ve nihayetinde de kana kana içildiği dakikalarda uçurumların en ucundan geri dönüşler. Belki İsveç, belki Norveç, belki Finlandiya, belki de tam da burası.

Bırakmak veya devam etmek git-gel’lerinde; âlem-i asgarın en küçük dairesine dönenlerin zafer çığlıklarıdır kulakları çınlatan.

Bırakmak kelâmına gülümseyenlerin galibiyeti. Ne iş yaparsın sorularına “Mâlikimin mülkünde istihdam ediliyorum, sefine-i İlâhiyenin gemisinde hademeyim” naraları atanların yeniden doğum sancılarının zahirî zorluklarıdır bunlar. Küllerinden doğmak da, tam burası değil mi zaten? Tedavî yolları ararken bir Lokman Hekim’e rast gelenlerin yaralarına merhem olan “merhemin”, artık başkalarına tavsiyesidir zaman…

ERSİN ACAR [email protected]

****************

Gerçek cumhuriyet

Cumhuriyet gazetesinin 1.12.2010 tarihli nüshasında yer alan bir haberde “..Tesisin kamusal alan olması nedeniyle, ‘cumhuriyet düşmanının’ sergisine izin verilmesine tepki gösteren bazı CHP’liler, Nursi’nin pankartının indirilmesini istedi. İzmir İl Genel Meclisi’nin CHP’li Başkanı Serdar Değirmenci’nin talimatıyla indirilen pankart, Başbakanlık’tan İzmir Valiliği’ne geldiği savlanan telefonun üzerine çevik kuvvet ekipleri eşliğinde yeniden asıldı” satırlarını okudum ve çok hayretle karşıladım.

Bediüzzaman Said Nursî’nin müsbet hareketi esas aldığı düşünüldüğünde, bu düşüncelerin hayal mertebesine bile çıkamayacağı çok açık gözükmektedir. Çünkü o, Tarihçe-i Hayat isimli eserinde “cumhuriyet” hakkında şöyle der:

“[Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.]

“Orada benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’

“Ben de dedim: ‘Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.’”

Aklıma, geçenlerde okuduğum bilimsel bir gerçek geldi. Şöyle ki:

Oxford Üniversitesinden Jeremy Thomas ve ekibinin yaptığı ve Science dergisinde yayımlanan araştırmaya göre “Maculinea rebeli” türü kelebeğe dönüşen bir tırtıl türü, düşman karıncalardan kurtulmak için, “Myrmica schenki” türü kraliçe karıncanın sesini taklit ediyor.

Böylece karıncıları “hipnotize eden” tırtıl, işçi karıncalar tarafından yuvaya taşınıyor ve burada “kraliçe muamelesi” görerek “şımartılıyor”.

Karınca yuvalarının içine minyatür mikrofon ve hoparlör yerleştiren ve kraliçe karıncanın işçi karıncalara yönelik sesini kaydedip tekrar çalan Thomas ve ekibi, kraliçenin sesini çaldıklarında antenleri havada ve çeneleri açık saatlerce hareketsiz duran işçi karıncaların, tırtılın taklit ettiği ses karşısında da aynı durumda beklediğini gördü.

Tırtılın bu taktiği diğer bazı karınca türlerindeyse işe yaramıyor. Diğer karınca türleri bazı kimyasal maddeler yayarak, “Maculinea rebeli”nin maskesini düşürmeyi başarabiliyor.

Evet, kendini Cumhuriyetçi kabul eden çevrelerin cumhuriyetçilik oyunu oynayarak hakiki Cumhuriyetle alâkası olmadığı halde toplumu yanlış yönlendirmeleri ancak Thomas’ın araştırmasındaki ‘o bazı karınca türlerini’ kandırabilir. Kuvvetini Kur’ân ve Sünnet’ten alanları ise, kandıramaz ve yıldıramaz.

Zeynep Munteha MIZRAK

****************

11.12.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (04.12.2010) - Samsun Mahkemesi müdafaatı ve Büyük Cihad gazetesi

  (27.11.2010) - Filmi çekmeseydim Üstadi tanıyamazdım

  (20.11.2010) - Bırakma ellerimi!

  (14.11.2010) - ‘Teslis Okulu’nda ‘Tevhid’ dersi

  (06.11.2010) - Misyon, komisyon ve kesirler

  (30.10.2010) - Adnan Menderes’in Konya nutku

  (23.10.2010) - Bediüzzaman ile Muhammed Ali’yi buluşturan kader noktası

  (16.10.2010) - Ömür takvimi

  (09.10.2010) - Yasakçının mumu yatsıya kadar

  (02.10.2010) - Dil ve bin yıllık birlik


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.