Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

Kozmik zaman birimi ve Mi'rac



Peygamberimizin (asm) gecenin bir anında Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya, oradan da göklere seyahat ettirilmesi, mu’cizesi bast-ı zaman hakikatiyle de ilgilidir.

Bast-ı zaman; zaman içinde zamanı yaşamak, diğer bir ifadeyle kısa zamanda pekçok işleri yapmak veya birçok yere gitmektir. Yâni, zamanın genişlemesi, kısa bir zaman dilimine pekçok olayın sığdırılması veya bir dakikanın saatler, hattâ günler, seneler kadar sürmüş gibi yaşanmasıdır.

Duyu ve temel duygularımızla kavrayamadığımız bu olgu, acaba nasıl mümkün olabilir? Zamanın akış hızı, kâinatın çeşitli yerlerinde, çeşitli varlıklar arasında farklıdır. Hızlı film, yavaş film gibi. Atomdan galaksilere, mıknatıstan kristallere kadar her şeyde, farklı zaman birimleri çekme/itme gücü kanunu geçerli. Meselâ Jüpiter, 10 saat kendi; 12 yılda dünya etrafında döner. Yâni, onun bir yılı, dünya hesabıyla 4380 gün; Satürn’ün bir yılı, yine dünya hesabıyla 30 yıldır. Veya aynı zaman zarfında karıncanın, kaplumbağanın ve tazının aldığı yol, kat’ettiği mesafe gibi. Kaplumbağa için zaman dar iken, tazı için oldukça genişlemiş; az zamanda pekçok mesafe kat’etmiştir.

Zaman genişlemesi meselesine kozmik değerler açısından yaklaşabiliriz. Şöyle ki: Kozmik ışınların ömürleri fizik ve matematik değerler olarak tesbit edilir. Saniyelik ömrü olan varlıkların yanında, ömrü saniyenin bir milyar kere milyarda biri kadar kısa olanlar da vardır. (Bizim bakışımızla ömrü kısa ama, onun için uzundur. Çünkü, o zaman zarfında o, gezegenler arası birçok gezintiler yapmış, pek çok film karesi sahnelenmiştir.)

Işığın hızı saniyede 300 bin kilometredir. Biz bir saniyede “Hey, hey!” diyene kadar o, ekvator güzergâhını takip ederek dünyayı yedi sefer dolaşır. Eğer onu şuurlu farz ederseniz, farkına vararak kısa bir zaman içerisinde pek çok manzaralar görmüş, olaylar yaşamış ve uzun bir ömür geçirmiş olur. (İnsan da, Nur ismine yapışarak, kendi sür’atini ışık seviyesine çıkarabilir.)

Atom çekirdeklerindeki nötron ve anti-nötron denen, elektrondan daha küçük olan iki madde çekirdek içerisinde bâzen var, bâzen yok olabiliyor; kâinatın başka boyutuna intikal ediyor. Maddeden çıkıp kayboluyor ve tekrar maddeye dönebiliyor. İşte böyle maddenin sınırına giren ve onu aşan, tekrar geriye dönen varlıklar tesbit edilmiştir.

Yine astronominin tesbitlerine göre, Takyon denilen bir takım titreşimler, bu rakamın üç dört katını aşıyor. Bu sınır aşıldığında da, maddeden çıkıp madde ötesine geçiliyor. Şu halde, bâzı titreşim ve ışınlar, zaman ve mekânı aşıyor. Buna da mânâ, fizikötesi denir. İnsan; en, boy, zaman, mekân gibi dört boyutu aşıp beşinci boyuta (manyetik eylem boyutuna) geçebilse zamana tabi olmadığını kendisi de görecektir.1 Çünkü, rûhu, cismine/bedenine üstün gelen evliyanın işleri, fiilleri, rûhun hızı ölçüsüyle cereyan eder.

Gözle görülmeyen mikroskobik bir hayvanın öyle keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür. Şu hal gösteriyor ki, maddenin küçülüp inceleşmesi oranında hayat eseri, özellikleri artıyor, ruhun nuru şiddetleniyor. Güyâ madde inceleştikçe, bizim maddiyâtımızdan uzaklaştıkça, ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi, ruhun gücü, hayatın nuru daha şiddetli yansıyor.2

Işık, saniyede 300 bin kilometre, ses 340 metre yol alır. Otomobil saatte 200, uçak ortalama 2000 kilometre kat’eder. Eğer insan da, bedenini değil, rûh/duygularını riyâzet, zikir, tefekkürle geliştirirse; rûh süratinde hareket edebilir. Çünkü, rûh zamanla kayıtlı değildir. İşte bu bast-ı zaman, zamanın bu prensipler çerçevesinde genişlemesidir.

Dipnotlar:

1- Dr. Haluk Nurbaki, Bilim Açısından İmanın Altı Şartı, Nesil, Aralık, 2000, s. 29.; 2- Sözler, s. 470

23.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur'ân’da kadere iman



Tokat’tan okuyucumuz; “Amentü’ye göre imanın altı şartından biri olan kadere imanın Peygamber Efendimiz (asm) tarafından söylenmediği, bunun sonradan eklendiği iddiâsı mevcut. Kadere iman konusunu işlerseniz sevinirim. Kur’ân’da kadere iman var mıdır?”

Hiç şüphesiz kadere imanın temeli Kur’ân-ı Kerim’e ve Hadis-i Şeriflere dayanır.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da kendi Mübarek Zatını, “Göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, evlât edinmemiş olan, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi bir ölçüye göre yaratıp kaderini tayin eden”1 olarak vasıflandırıyor.

Bir âyet-i celîle de şöyle buyurur: “Ne yeryüzünde vaki olan, ne de sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmayalım. Bu, Allah için pek kolaydır.”2

Esasen, irademizin bile Allah’ın küllî iradesi ile kuşatıldığını yine Kur’ân’dan öğreniyoruz: “Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz!”3

Bir diğer âyet: “O’nun katında her şey bir takdir (kader) iledir.”4; diğer bir âyet de; “De ki; Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize erişmez!”5

Kadere iman meselesi, hiç şüphesiz muhtelif yönleriyle hadis-i şeriflerde de işlenmiştir.

Burada yalnız bir örnek verebileceğiz: Hadîs kaynaklarında meşhur Cibrîl hadisi diye bilinen bir hadîs vardır. Orada Hz. Cebrail (as) soruyor, Peygamber Efendimiz de (asm) cevap veriyor. Cebrail’in;

“İman nedir?” sorusuna, Allah Resûlünün (asm) verdiği cevap şöyledir:

“İman: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, Âhiret Gününe, hayır ve şerriyle kadere iman etmektir.”6

Bedîüzzaman Hazretleri de Kadere İman meselesi üzerine müstakil bir risâle te’lif etmiş ve kadere imanın “imanın erkânından” olduğunu delilleriyle açıklamıştır.7

Demek ki, Kadere imanın öyle su götürür yanı yoktur. İddia sahibi eğer dürüst ve samimî ise, temel kaynaklarımızla tanıştırmak sanırım yeterli olacaktır.

“Emr-i bi’l-maruf” vazifesiyle, iddia sahibinin “doğru imanı” elde etmesine yardımcı olmanızda fayda var. Elinden tutmak sizden; tevfik ve hidayet Cenâb-ı Allah’tandır.

Duâ

Ey hakkı ve hidâyeti bize delilleriyle bildiren Allah’ım! Ey hak yolu delilli, batıl yolları delilsiz kılan Allah’ım! Ey varlıkları zerrelerden kürelere kudret eliyle evirip çeviren Allah’ım! Ey her yardım isteyene yardım yağdıran Allah’ım! Ey üzerimizden inâyetini hiçbir zaman eksik etmeyen Allah’ım! Ey her tasarrufu iyilik olan Allah’ım! Ey ihsan ve ikram sahibi Allah’ım! Ey her iyiliğe karşılığını dolu dolu veren Allah’ım! Bizi namazda muvaffak kıl! Bizi oruçta muvaffak kıl! Bizi zekâtta muvaffak kıl! Bizi hacda muvaffak kıl! Bizi ibâdetlerde muvaffak kıl! Bizi emirlerini îfâda muvaffak kıl! Bizi yasaklarından kaçınmada muvaffak kıl! Bizi Senin hışmından korkmada muvaffak kıl! Bizi Senin cemâlini ummada muvaffak kıl! Bizi rızâna eriştir! Bizi Cennetine eriştir!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

Dipnotlar:

1- Furkan Sûresi (25), Âyet: 2

2- Hadîd Sûresi (57), Âyet: 22

3- İnsân Sûresi (76), Âyet: 30

4- Ra’d Sûresi (13), Âyet: 8

5- Tevbe Sûresi (9), Âyet: 51

6- Müslim, Îman, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; İbn-i Mâce, Mukaddime, 9

7- Bedîüzzaman, Sözler, s. 427

23.08.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Lübnan çıkmazı



Üç buçuk yıl önce, İrak savaşı ve işgali başlamadan evvel de AKP hükümeti bölge ülkeleri arasında bugünküne benzer temaslarda bulunmuş, mesaj getirip götürmüştü.

Akabinde ABD’nin talebiyle Irak’a asker göndermek ve topraklarını Amerikan askerlerine açmak için bir tezkere hazırlayıp Meclise sundu. Ama tezkere Meclisten geçmedi.

Şimdi de benzer bir süreç yaşanıyor.

Bu defa konu Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi. Anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan da, Gül de bu konuda son derece istekliler.

Bu yöndeki ilk işaret Erdoğan’dan geldi.

Saatlerce bekletildikten sonra, söz verilen sürenin çok az bir kısmında konuşturulduğu CNN ekranında Başbakan, ABD’nin Lübnan’da konuşlandırılacak uluslararası güce Türkiye’yi de davet ettiğini söylemiş ve “Bu görevi yerine getirmemiz gerektiğini hissediyoruz” demişti.

Sonraki günlerde Erdoğan AKP yöneticilerine seslenirken “Eğer tezkere geçseydi ve Irak’ta görev alsaydık söz sahibi olur, kontrolü elimizde tutardık. Ve bu kadar kan da dökülmezdi” gibisinden şeyler söyledi.

Halbuki Gül’ün aynı konudaki “İyi ki tezkere geçmedi” beyanları arşivlerde hâlâ duruyor.

Lübnan’a asker gönderme bahsinde ise aralarında herhangi bir ihtilâf görünmüyor. İkisi de bölgede sözü dinlenir ülke olmak, inisiyatif almak ve prestijimizi korumak gibi gerekçelerle, asker göndermekten yana tavır alıyorlar.

Hattâ Başbakan söz vermiş de olmalı ki, Lübnan hükümetinden ve diğer bazı dış adreslerden “Bu iş tamam” gibi haberler geliyor.

Ancak konunun bir oldu-bittiye getirilmek istendiği yolundaki izlenime bağlı olarak iç kamuoyunda itirazların artması ve yanı sıra BM ve ilgili taraflar nezdindeki gelişmelerin beklendiği gibi olmaması üzerine hükümet “frene bastı” görüntüsü verme gereği duydu.

Ve “Henüz karar vermedik, şartlarımıza uyarsa asker göndeririz, zaten kararı Meclis verecek” gibi açıklamalar yapmaya başladı.

“Yine tezkere kazası olmasın” diye AKP’li vekilleri ikna hazırlıklarını da ihmal etmeden.

Türkiye adına ısrarla altı çizilen şartların başında, orada görev yapacak güce Hizbullah’ı silâhsızlandırma gibi bir misyonun yüklenmemesi geliyordu. Ama BM’den gelen belgelerde, “gerekli olduğu hallerde” bunun da isteneceği belirtiliyor. İlk ciddî pürüz bu.

Bir diğer problem, Türkiye’nin ısrarla “Onlar da katılsın” dediği Endonezya, Malezya ve Bangladeş gibi ülkelere İsrail’in “Beni tanımıyorlar, gelmesinler” diye karşı çıkması.

“Ateşkes sağlanmalı” şartı da zorda. Görünüşte ateşkes var, ama fiiliyatta işlemiyor. İsrail saldırmaya devam ediyor. Ve adı cinsel taciz skandalına karıştığı için sıkıntılı günler geçiren İsrail Cumhurbaşkanı şöyle diyor:

“Ateşkes bir günde olacak birşey değil. Uluslararası güç gelince tam ateşkes olur.” (Nagehan Alçı Ayan, Akşam, 21.8.2006)

Öte yandan, İsrailli bir istihbarat yetkilisinin “İran’dan Hizbullah’a silâh sevkini önlemek için Türkiye’den önlem almasını istedik” sözü (Hürriyet, 18.8.2006) ve gelişmelerin bu yönde seyretmesi de dikkat çekiyor.

23.08.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Burnunun dikine Lübnan'a



Dışişleri Bakanı Gül, bölgenin telkincisi olarak Şam’a, “Lübnan’ın içişlerine karışmayın” demeye giderken, İsrail tankları ve topları ile Gazze şeridinde askerî operasyon başlatmıştı.

Sizi bilmem, ama ben, Türkiye’nin BOP sürecinden itibaren bölgenin bilgici edasıyla ortalarda dolaşıp, ona buna akıl vermesinden dolayı rahatsızım.

“Hımm, BM kararlarına uy yoksa” ya da ”Lübnan’a sakın girme ha” gibi bir tavrın, diplomatik ilişkilere uygun olmadığını düşünüyorum. Kim adına, kimi uyarıyoruz ve biz bu yetkiyi nereden alıyoruz?

Amerikan abisine dayılanıp, sağda solda efelik taslamak gibi bir görüntü doğrusu hoş kaçmıyor. Haaa, komşularının zarar görmesini istemeyen sağduyulu bir devlet olarak, onları incitmeyen bir üslûpla akl-ı selîme dâvet edilmesini anlarım. Bize de bu yakışır. Ama Ortadoğu’nun sicil amiri gibi ortalıkta dolaşılması, hiç hoş bir görüntü vermiyor. Çünkü bu üslûp, devletler arası ilişkilere uygun bir üslûp değil. Bunu kayda aldıktan sonra, MGK’ya ilişkin gözlemlere geçmek istiyorum.

Abartıyor muyum, bilmiyorum, ama Lübnan’a asker gönderme konusunda devlet katındaki ilk rahatsızlık işareti geldi.

MGK toplantısından sonra yayınlanan bildiri de, “diplomatik çabaların hızlandırılmasının gerekliliğinin” altı çizilip, tarafları barış yolunda cesaretlendirmenin önemi vurgulanırken, bir şey tamamen yok sayılmış.

Peki yok sayılan şey ne?

BM’nin 1701 sayısı kararı çıkıp, Lübnan’da geçici ateşkesin devreye girdiği andan itibaren hükümet tarafından dile getirilen, Lübnan’a asker gönderilmesi konusu bu.

Kullanılan her kelimenin özenle seçildiği MGK bildirisinde, bu konuya olumlu ya da olumsuz değinilmeyip, hiç söz edilmemesinin bir anlamı olsa gerek.

Yine böylesine kritik bir süreçte, benzer bir MGK bildirisi yayınlanmıştı.

24 saat sonra Meclis’te Irak’a asker gönderme ve Amerikan askerlerini Türkiye topraklarında kabul etme, üs ve limanları yabancı askerlere açma konusunda bir hükümet tezkeresi oylanacaktı.

1 Mart’ta oylanacak tezkereden tam 24 saat önce, 28 Şubat’ta MGK toplantısı yapılmıştı.

MGK’dan tavsiye kararı çıkacak, milletvekilleri de uslu uslu ellerini kaldırıp ‘evet’ diyecek, böylece tezkere kabul edilecek beklentisi hakimdi.

Öyle olmadı. MGK, demokratik standartlara uygun olarak, kararı Meclise bıraktı. O gün 4.5 saat süren toplantıdan sonra yapılan açıklamada, “ABD’nin Irak’a olası askerî müdahalesi konusunda ABD ile yapılan müzakereler ve ulaşılan sonuçlar değerlendirilmiştir” denilmekle yetinilmişti.

Cumhurbaşkanı Sezer’in, “Karar artık meclisindir. Siyasî mülâhazalarla MGK’dan ikinci bir tavsiye kararı beklemek yasaktır” sözleri kulislere yayılmıştı.

AB’ye tam üyelik sürecindeki Türkiye’ye yakışan oydu. Bugün Türk askeri Irak’ta kan banyosu yapmıyorsa, bunun temelinde Meclis’in bu kararının olduğu unutulmamalı.

Irak bataklığı yerine, geleceğimizi Brüksel’de AB’ye tam üyelikte arıyorsak, bilin ki o kapıyı bize açan Meclis’in tezkereyi reddeden iradesi oldu.

MGK bildirisinde Lübnan’a asker gönderme konusunda bir angajmana girilmemekle, aslında Türkiye’nin eli güçlendirildi.

Bakın, bu konuda barış gücünün liderliğine oynayan Fransa dahi, bu gücün görev tanımıyla ilgili muğlaklığa itiraz edip, ABD’deki toplantıda daha açıklık getirilmesini istedi. Fransa’nın bu tavrı sebiyle ABD, İtalya’yı öne sürdü. İtalya ise, Türkiye’nin deniz gücünde de yer almasını istiyor. Deniz Gücü’nün görevi ne olacak? Hizbullah’a deniz yoluyla yardım gönderilmesini önlemek.

Peki bu bizim işimiz mi olmalı?

İsrail kendi yapamadığını, bu güce yaptırmak istiyor. Bu yüzden acele etmeyelim. İlk kalkan dolmuşa binip gidilebilecek bir yer değil. ‘Orası Lübnan’ diye boşuna gırtlak patlatmıyoruz. Her gün yeni bir oyun çıkıyor bu işin altından.

Ayrıca savaşı başlatan biz değiliz. İsrail, Filistin’e girdiğinde bunun bölgeyi yakacak bir ateş topuna dönüşebileceği uyarısında bulunup, uluslar arası camiayı harekete geçiren ise biziz.

O sırada, tüm iyi niyetli çabalarımıza karşı sağır olanlar, şimdi yakıp yıktıktan sonra, enkazı kaldırmak için bizi dâvet ediyorlar. Ama bunda bile samimiyetsizler.

Bölgenin iddialı ülkesi olacaksak Lübnan’da bulunmalıymışız? Külâhıma anlat sen bunları.

Tüm iyi niyetli uyarılara rağmen AKP iktidarı, ABD ve İsrail’in gönlünü hoş etmek için Lübnan’a asker gönderirse, ilk seçimde sandıkta bunun hesabı görülür. Erdoğan’ın çok hevesli olmasına rağmen, Meclis’in sağduyusu sayesinde 1 Mart tezkeresinde ipten dönmüştü AKP .

Şans kapıyı ikinci kez çalmayabilir. Lübnan’a asker gönderme konusunda burunlarının dikine giderlerse, burunları sandıkta sürtülür.

23.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Rumî mi, Belhî mi?



Maalesef, İran, zor günlerinde bile kardeş ülkelerle arasındaki mesafeyi arttırmaktan başka bir işe yaramayan takıntılarından vazgeçmiyor. Ortak köprülerimizden Şehriyar’ın anıldığı günlerde, aslında böyle bir yazı yazmak mecburiyetinde kaldığım için hicap duyuyorum. Böyle bir yazı yazmak istemezdim. Ama yazmadan da olmuyor. Mevlânâ üzerinden kavga yapmak, aslında Mevlânâ’yı anlamamak ve mirasına sırt dönmek demektir. Dolayısıyla, bunu yapan bir ülkenin veya anlayışının Mevlânâ’nın manevî mirası konusunda hak iddia etmesi kadar abes bir şey yoktur. İranlı Kültür Bakanlığı yetkilileri Türkiye’nin Mevlânâ ihtifalleri ve onu kendisine mâl etmesi noktasında abartılı davrandığını ileri sürdüler. İran Kültür Bakanı Muhammed Hüseyin Harandi, “Mevlânâ hiçbir eserini Türkçe yazmadı. Tüm eserleri Farsça. Dolayısıyla Mevlânâ’nın yaşgünü kutlamaları için gerçek merkez Türkiye değil, İran olmalıdır. Bilim, eğitim ve teknoloji bakanlıklarının ortak çalışmasıyla Mevlânâ için büyük bir doğum günü kutlaması hazırlayacağız...” demiş. İran’ın katkılarına kimse itiraz edemez, lâkin kazın ayağı öyle değil. Mesele sadece Mevlânâ takıntısı olsaydı, yazmayacaktım. Ama birkaç ay önce, aynısı Azerbaycan’ın da başına geldi. Azerbaycan, Genceli Nizami’yi sahipleniyor diye, İran’ın hışmına ve protestosuna uğradı. Genceli olması itibarıyla, elbetteki Azerîler herkesten ziyade Genceli Niyazi’ye sahip çıkma hakkına sahip değiller mi? Fazilete sahip çıkmak, fazilettir. Ancak İran nedense bundan gocunuyor. Genceli Nizami veya Mevlânâ Celaleddin gibi hazerâtı tekeline almak istiyor. Aslında bu İran’ın kadim, belki de tedavisi olmayan bir hastalığıdır. Maalesef. Mevlânâ Sultan’ul ulemâ ile birlikte Belh’den çıkmış Bağdat’a, Şam’a gelmiş ve ardından Anadolu’yu vatan edinmiş ve burada yaşamış. O günkü devlet ricali kendilerine sahip çıkmışlar. Bundan olayı Rumî mahlâsıyla anılmış. Ama bir kısım İranlılar onu hiç bir zaman rakip bir coğrafya addettikleri Rum ile birlikte anmak istememişler ve Rumî yerine hep Belhî demişlerdir. Bu da hakları sayılabilir. Zira, Mevlânâ Belh asıllıdır. Öyleyse, doğum yeri olması itibarıyla, Mevlânâ’nın manevî şahsiyetine Afganistan da Türkiye kadar sahip çıkabilir, ama Türkiye’ye itiraz neden Afganistan’dan gelmiyor da İran’dan geliyor? Bunun cevabı rahatsız edici. Halbuki Mevlânâ bugünkü İran sınırları içinde hiç yaşamamış.

***

İran’ın Mevlânâ’yı sahiplenme gerekçesi olarak geriye, sadece Farsça kalıyor. Ama Farsça aynen Arapça gibi, millî bir dil olmaktan ziyade müşterek bir kültür dilidir. Türkler saray dili olarak Karamanoğlu Mehmet Bey’e kadar Farsça’yı kullanmışlardır. Dolayısıyla, bugünkü İran, Farsça mirası üzerine de hükümranlık iddia edemez, bu onu aşar. Arapların Arapça mirası üzerine hükümranlık iddia edemeyecekleri gibi… Ali Tantavi, Farisî lâkaplı Arap müelliflerinden bahsetmektedir. Aynı durum, Türkler için de geçerlidir. Birçok Osmanlı Şeyhülislâm’ı Arapça kadar Farsça’ya da aşinâdır ve bu dille de yazardı. Mevlânâ gibi şahsiyetler, ortak manevî köprülerimizdir. İran, Mevlânâ’ya uluslararası ilgi dolayısıyla merkeze oturmak istediğinden, Türkiye’nin sahiplenmesini hazmedemiyor. Halbuki Mevlânâ paylaşıldıkça büyür ve büyütür. Geçen yıl yayınlamış oldukları müşterek pulda da bunu görmek mümkün. Kendilerini merkeze yerleştirmişler, ikinci sırada Afganistan, sonra Suriye ve Türkiye var. Sıralamada yanlış var. Sıralamada İran sonuncu ülke olmalıydı. Türkiye birinci, Afganistan ikinci, Şam üçüncü, İran da dördüncü sırada. Müşterek unsur Farsça ise, bugün Afganistan’ın iki resmî dilinden birisi Farsça’dır. Dolayısıyla onlar hem dil, hem de mekân itibarıyla daha fazla iddiaya hak sahibidirler. Burada İran’ın rekabet veya müzahamet damarıyla hareket etmesi Mevlânâ’nın anlayışına da terstir. Kur’ân’ın kölesi olması dışında, kendisine mevki isnat edenleri payladığı ve bundan rahatsız olduğunu dile getirdiği gibi, eminim ölümünden sonra kendisi üzerine bu tür çiğ tartışmalardan haberdar olsaydı, bundan da bizâr olurdu. Bu tartışmalar kabirde bile Mevlânâ’yı bizâr eder.

***

Eğer Farsça, Mevlânâ’ya sahip çıkmak için yeterli bir nedense, Farsça şiirler yazan ve divanı olan Yavuz Sultan Selim’e neden sahip çıkmıyorlar? Şah İsmail Hatayî Türkçe yazarken, Yavuz daha ziyade Farsça yazmamış mıydı? Gazalî gibi Mevlânâ, ayrıca genel mânâda Sünnî dünyaya aittir. İranlılar meseleleri tersyüz etmekte mahirdirler. Sözgelimi, geçtiğimiz dönemde bir de Türkiye ile Çaldıran polemiği yaşandı. Çaldıran’dan Şah İsmail’in değil, Yavuz’un kaçtığını yazıyorlar. Öyleyse, Topkapı Sarayı’ndaki Şah İsmail’in tahtı ne oluyor? Maalesef İran’ın bu yaptığının dinî hassasiyetle hiç alâkası yok, tamamen kültürel milliyetçilik bağlamında bir hazımsızlıktan ibarettir. Basra Körfezi’ni hep Fars Körfezi olarak anmaları gibi. Kimse buraya Arap Körfezi demiyor. Basra nötr bir isim olduğuna göre, bu Körfez’i paylaşan ülkelerin bu ismi yeğlemeleri daha doğru olmaz mı? Bu anlayış İran’ı, ancak yalnızlığa götürür. Halbuki bölgede herkesin yalnızlığı aşmaya ihtiyacı var. Bu tip hazımsızlıklar İran’a zarar verir.

23.08.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İyi sonuçları görmek



Çoğunlukla yaptığımız; bazen gündemin derin sularına dalmak, bazen de kendi suyumuzda yüzmek, üçüncü bir şık ise olumlu gelişmeleri nazara vermek, iyi tarafından bakmak ve müspet aksiyonu güncellemektir.

Bundan böyle eğer planlı yapmayı başarabilirsem, “iyi şeyler de oluyor” anlamında, müspet haberlerin ve girişimlerin, dönüşümlerin olumlu akislerini hayatın içinden vermeye çalışacağım. Evrensel ölçeğin daraltılmış kalıpları ve kirlenmiş bilgisi ile sis perdesini aralamak ne kadar zorlaşıyorsa, kendi dünyamızın hususî çapında hadiseleri ölçme denemesi de o kadar sathî kalmaktadır.

Genellemenin kolaycılığı; zihnî tembelliğin sınırlanmış aralığına sıkışması, kendini güncelleyememesi ve hadiseleri okuyacak toplumsal katmanları izleyememesidir. Bu sonuç; kendini tekrarlayan, muhakeme kalıbını sığlaştıran ve savlarına tez muamelesi gördürmeye çalışan bir ruh halini doğurur.

Aydınımızın münevver olamaması, eğiticilerimizin yeterince müşfik bir rehberlik yapamaması, ebeveynlerin çocuklarını gereği kadar anlayamaması, aynı sıkışmanın ve fikrî yetersizlikle onu besleyen kalbî ve ruhî kanalların beraberce işlememesidir.

Yazının başlangıç cümlelerinin ruhuna sadık kalmak adına, peki bu genellemeye herkes dahil mi? Bu genel bir doğru mu? Elbette ki hayır. Elimizdeki araştırma verilerine, konuşulanlara ve gündeme yansıyanlara dikkat ettiğimizde böylesi yaygın bir daralmayı yaşadığımızı müşahede ediyoruz.

Buna mukabil müspet versiyonların da gittikçe çoğaldığını, aklın hikmetle barışık güzel meyveler verdiğini de görmekteyiz. Klasik tabirle bardağın dolu tarafından bakmak, teşvik edici olmak, iyi tarafından değerlendirip menfînin hız kesmesine ve taraftarını azaltmasına çalışmak da bir usuldür. Esasa uygun bir metottur.

Aksi halde merhum Zübeyir Gündüzalp’ın tabiriyle “Genel kültür herzesi” diyebileceğimiz malumatfüruşluk nevinden karışık bilgiler ve tasnifi zor senaryolar ile kültürel tahribin enkazı altında kalan fikri fukara, kalbi yaralı insanımıza çok fazla derde deva bir çare olamayız.

Herkesin bildiği bir hikâyedir. Dünya pazarında güçlü bir ayakkabı firması, Afrika’ya iki pazarlama elemanını gönderir. İkisinden de pazar araştırması yapmaları ve birer raporla dönmeleri istenir.

Elamanlar, haliyle iki ayrı araştırma raporuyla dönerler. Nihai ifadeler şudur:

Birinci rapor: “Afrika’da ayakkabı giyen yok. Bizim için cazip bir pazar. Talep uyandırır ve pazar oluştururuz. Çok iyi bir fırsat.”

İkinci rapor: “Afrika’da ayakkabı giyen yok. Dolayısıyla biz burada mal satamayız. Pazar yok.”

Görüldüğü gibi iki raporun durum tespiti aynı, ancak çözüm ve yaklaşımları farklı. Olumlu bakış açısı sadece eleştirmez, eksikleri söylemez. Ayrıca alternatifini de söyler. Olumlu taraflarını belirtir, düzeltilmesi gereken noktaları ayrıca ifade eder, bir de doğru metot yanında projelendirilebilecek uzman işleyişe de katkı yapar.

Hâsılı, eleştirinin sanat olabilmesi ve farklı bir bakışı nazara verebilmesi için iyi kısmını gözden kaçırmaması gerekir. Yoksa tek boyutlu ve cam gözlüklerin rengine atıf yapan değerlendirmeler, eşyanın hakikatini değil gözlüğün rengini gösterir.

Bugün size olumlu bir gelişmeyi aktarmakla yazıyı bitirmek istiyorum. TNS Piar Araştırma’nın yaptığı bir çalışmaya değinmek istiyorum. TNS, Haziran 2006’da 18 yaş üstü 2000 kişiyle anket yapmış. Kendi eğitim düzeyleri sorulup görüşleri istenen deneklerin yüzde 63’ü “Daha fazla eğitim istiyorum” demiş. Eğitim alma talebi ve kendini geliştirme isteğinin üçte iki oranına varması güzel bir gelişme.

Daha sevimli kısmı, “Eğer imkânınız olsaydı hangi konulardaki eğitim düzeyinizi arttırmak isterdiniz?” sorusuna 22 alanda verilen cevaplar içinde en yüksek oran yüze 6.7 ile “İslâmî bilgiler” olmuş. Sağlık, yabancı dil ve üniversite eğitimi sonraki sıralara yerleşiyor.

İslâmî bilgiye duyulan bu talep, ciddi bir tespittir. Gittikçe artan ve bilgi kalitesini sorgulayan bir istektir. Şimdi, doğru İslâm’ı doğru metotlarla ilmî bir zeminde paylaşmaya hazır böylesi bir talebe cevap verme zamanı.

23.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004