Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

İstanbul’u mesken tutmak



İstanbul, kurulduğu zamandan beri insanların hayallerini süsleyen bir yer.

Tarih boyunca, bu şehri bilen veya varlığından haberdar olan devletler, milletler hâkim olmak maksadıyla ordular düzüp seferlere çıkmışlar. Soylar, sülâleler, aileler ve fertler de mesken tutmak için hep oraya doğru göç etmişler.

Zamanın değiştiremediği ender isteklerden biriymiş bu. Asırlar geçmiş, devirler değişmiş, nesiller başkalaşmış, ama bu istek değişmemiş ve insanlar İstanbullu olma hayalleri kurmaya devam etmişler.

Bilhassa Anadolu’da artan yoksulluğun ve Balkanlardan, Kafkaslardan başlayan göçlerin de tesiriyle yollara düşen insanlar ‘Taşı toprağı altındır’ diyerek ‘tası tarağı toplayıp’ İstanbul’a ‘kapağı atmaya’ çalışmışlar.

Kimi evini, barkını, yurdunu, yuvasını terk etmiş; kimi eşini, dostunu, çorunu, çocuğunu bırakmış; bazısı aile büyüklerinin zoru veya izniyle ayrılmış, bazısı bir yolunu bulup gizlice kaçarak İstanbul’a gelmiş.

Başlangıçta hiçbirinin farklı bir niyeti yokmuş. Hepsi köyünün, kasabasının değerlerini zihninde İstanbul’a taşımış. Pek çoğunun maksadı başını sokacak bir ev alıp küçük bir iş kuracak kadar para kazanarak geri dönmekmiş.

İlk zamanlar, yapma çiçeklerle bezeli İstanbul hatırası taklarının önünde resimler çektirmişler, renkli kâğıtlara hasret dolu mektuplar yazmışlar ve harçlık kabilinden bir miktar para ile birlikte köylerine göndermişler.

Birkaç yıl geçtikten sonra düğünlerde, bayramlarda seyranlarda gidip gelindikçe hediyeler götürmüşler, sıla-i rahim yapamadıkları zamanlarda turnalarla selâmlar yollayarak hasret tazelemişler.

Ne var ki İstanbul hayatına âşinâ oldukça niyetleri değişmiş, hedefleri başkalaşmış. Zamanla terk edilenler unutulmuş, bırakılanlar hatırlanmaz olmuş. İş güç, meslek meşrep sahibi olup kılık kıyafet düzüldükten sonra da İstanbul’u mesken tutup yurt, yuva kurma hevesi başlamış.

Şartlar, her türlü menhiyat, işret ve sefahat hâllerini yaşamaya müsait olduğundan, işin içine his, heves, nefis, heva da girince içlerinden yolunu şaşırıp kendini kaybedenler çıksa da çoğu hedefine ulaşıp hayallerini gerçekleştirmiş.

Lâkin İstanbul’da gerçekleşen her hayal, Anadolu’da nice hayallerin yıkılmasına sebep olmuş. Ümit yerini hüsrana bırakmış, vuslat faslını bekleyen yürekler hasret yeliyle yanıp kavrulmuş ve geriye içli hıçkırıklar, yanık feryatlar kalmış.

Bağrı yanık bir aşık da çıkmış, gönül tellerini hüzün hislerine göre akort etmiş, yüreğinin en ince, en titrek yerini koparıp mızrap yapmış ve tellere dokunup perdeleşen dertlere parmak basarak o hicranı türküleştirmiş.

“Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun?

Gördün güzelleri beni unuttun,

Sılaya gelmeye yemin mi ettin?

........

Gayri dayanacak özüm kalmadı,

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Gençlik gitti dönmene lüzum kalmadı.”

***

Bir hasret türküsü bu.

Hasret ve hüzün hâli havasından hiç eksik olmayan Anadolu’da, her biri yaşanmış acı bir hayat hikâyesinin neticesinde terennüm edilen ve yaşandığı halde söylenemeyen pek çok hadiseyi de içine alan yüzlerce benzerinden sadece biri.

Fakat bunun hepsinden farklı bir yanı var. Zîra bu türkü, zorluklar ve zaruretlerle boğuşan çilekeş Anadolu kadınının, mutluluğun mekânı olarak bilinen ve bir zamanlar gerçekten öyle olan İstanbul’a bakış açısını ifade ediyor.

İstanbul, tıpkı Anadolu’ya davrandığı gibi muamele etmiş Anadolu kadınına da. Sırtını ona dayamış, verimiyle beslenip emeğiyle gelişmiş, ihtiyaç zuhur ettiğinde yari, oğlu, kardeşi, babası gibi canından aziz bildiği en değerli varlıklarını askere çağırarak elinden almış ve kahir ekseriyetini geri vermemiş.

Bununla da kalmamış, onu ihmal etmiş, hor görmüş, küçümsemiş.

Buna rağmen, genellikle doğup büyüdüğü muhitin hudutları içinde yaşayan, ölünce de oraya gömülen vefakâr, cefakâr Anadolu kadını hiç gitmediği, görmediği İstanbul’a da, güzellerine de fazla gücenmemiş.

‘Umumî hiçbir şey yoktur ki, bazı hususî durumları olmasın’ kaidesince, her şeyiyle bilindiği zannedilen Anadolu kadınının da kendine has özellikleri, güzellikleri, maharetleri, meziyetleri ve benzer hususiyetleri varmış.

Elbette o zaaflarının yanı sıra bu meziyetlerini de çok iyi biliyormuş ama onun bu cihetini asıl bilmesi ve takdir edip sevmesi gereken yâri, zaruretler sebebiyle gittiği İstanbul’da geliş gayesini unutarak zahirî cazibeye kapılıp gayra nazar ettiği için serzenişe, siteme, hatta kahra müstahak olduğunu düşünüyormuş.

Lâkin, taife-i nisâ tecessüsü ile güzelliklerini takdir ettiği İstanbul güzellerinin, bir süre sonra hasretliğinden bıkıp kapı dışarı edeceğini, onun da çar-nâçar sılaya döneceğini hissederek küfür, kahır ve bedduâ yerine içli bir serzenişle yüreğinin yangınını bir nebze söndürmeyi tercih etmiş.

Böylece güzel bir insanlık örneği göstermiş.

İstanbul güzellerinden bîzar olanlar, yalnız Anadolu’dan gelen delikanlıların geride bıraktıkları yavukluları değilmiş. Bazıları da İstanbul’a gidip bir süre kaldıktan sonra geri dönerken mutlu bir yuva kurma hayalleriyle gönül verdiği bir güzeli Anadolu’ya götürmüşler.

Zaman geçip güzellerin zahirî cazibesi ile birlikte onlara meftun olanların hayranlık hisleri de zeval buldukça başlayan şikâyetler çok geçmeden nedamete dönüşmüş. Onlar da hüsranlıklarını titreyen teller eşliğinde terennüm etmeye çalışmışlar.

“İstanbul’dan gelin aldım köyüme götürdüm

Ama gelin değil ben, başıma belâ getirdim.”

Geriye yanan yüreklerin savrulan külleri mesabesindeki bu türküler kalmış.

Aslında nazarlar zahire teveccüh etmeye başlayınca yaşanmış bütün bunlar. Güzellerin ve meftunlarının bu zaaflarını zamana hâkim olan telâkkiler de tahrik edince hayata iradeden ziyade hisler yön vermeye başlamış.

O zaman, insanla birlikte İstanbul’un da tılsımı bozulmuş.

***

“Hep halkının etvârı pesendîde vü makbûl,

Derler ki biraz dilberi bî-mihr ü vefâdır.”

Şair böyle tavsif etmiş asıl İstanbul insanının evsafını.

Birinci mısrada ‘Halkının bütün tavır ve hareketlerinin beğenildiğini, sevildiğini takdir edilip örnek alındığını’ söylerken; münhasıran İstanbul güzellerine hasrettiği mısrada onların da aynı vasıfları taşıdıklarını ama biraz şefkatsiz, sevgisiz ve vefasız olduklarını ihsas etmiş.

Fakat şair bu vefasız sıfatını, güzellerin bazı beşerî zaaf ve kusurlarından şikâyet kastıyla değil, güzelliklerinin kadrinin, kıymetinin bilindiğini ifade etmek maksadıyla kullanmış.

Gerçekten de güzelliklerinin mükemmelliğini müdrik olan İstanbul güzelleri, güzelliklerine lâyıkıyla mukabele edebilecek muhabbet ehli meftunlar bulamayacaklarını düşünerek kimseyle muhatap olmazlarmış.

Güzelleri bilmeden, tanımadan sevmeye kalkan ve her fırsatta sevgilerini izhar etmeye çalışan aşıklarsa, muhabbetlerine ayniyle mukabele görmemelerini vefasızlık telâkki ederlermiş.

Onların bu müstağnî tavırlarının sebebini sadece benliğini muhabbet meclislerine bende ederek olgunlaştıran şairlerle İstanbul’un hususî ikliminde itina ile yetiştirilen ‘İstanbul efendileri’ bilirler ve mukabele beklemeden severlermiş.

Beşeriyetin tezyinatı sayılan bu müstesna insan tipi İstanbul gibi çok az bulunan münbit zeminlerin mutedil iklimlerinde ender yetiştiğinden devlet bu mekân ve insan insicamının korunmasına hususî bir itina gösterirmiş.

O kadar ki, bir kişi İstanbul’a geldiği zaman nereden ne maksatla geldiğini, kimlerin yanında kalacağını kayıt altına alınır, onun geliş maksadına münasip bir süre kalmasına izin verilir, süresi dolduğu zaman da şehirden çıkarılırmış.

Şehre sonradan yerleşecek ailelerde ise hanedan hususiyetini hâiz hâller aranırmış.

Bir aile İstanbul’un herhangi bir muhitine yerleşmek istediği zaman şehremini o ailenin şeceresini çıkarır, ailenin içtimai durumunu ve sosyal seviyesini inceler, daha önce ikamet ettiği yerlerdeki ahaliden, esnaftan, eşraftan ve mahallî âmirlerden bilgi alınırmış.

Toplanan bilgileri ailenin yerleşmek istediği mahallin şartlarıyla mukayese eder, halkın din, inanç, itikat, örf, âdet, gelenek gibi hususiyetlerine uygunsa ve kendisi de münasip görürse izin verirmiş.

Aile fertlerinin o mahallenin sakini sayılabilmesi için bunlar da yetmezmiş. Aile oraya yerleşmeden önce mahalle sakinleri haberdar edilir ve iki tarafa da belli bir intibak etme süresi tanınırmış.

Sürenin sonunda mahallin eşrafı ve ahâlinin ileri gelenleri toplanıp ailenin durumunu müzakere ederler, yakın komşularının kanaatlerini sorup görüşlerini alırlar ve hepsi müsbet kanaat beyan ettiği takdirde mahallenin kütüğüne kaydederlermiş.

Bu hususta asıl muteber olan şeyse, aile fertlerinin isimlerinin, mahalledeki akranlarının gönüllere kaydedilmesiymiş. Bunun için muayyen bir süre konmazmış ama herkes birbirinin her hâli ile ilgilendiğinden çok fazla zaman da almazmış.

Ancak bu gibi merhalelerden geçtikten sonra kazanılan İstanbullu olma vasfı, öyle büyük bir mazhariyet sayılırmış ki, insanlar bu sıfatı Bilâd-i Mukaddese dışında başka hiçbir mekân mensubiyetine değişmezler ve nesiller boyu iftiharla taşırlarmış.

Hatta Yahya Kemal’in dediği gibi yeniden dünyaya gelseler yine İstanbul’u mesken tutmak isterlermiş.

“Gelmekçün ikinci bir hayâta,

Bir gün dönüş olsa âhiretten,

Her ruh açılıp da kâinâta,

Keyfince semâda bulsa mesken,

Talih bana dönse, nâzikâne,

Bir yıldızı verse mâlikâne,

Bîgâne kalır o iltifâta,

İstanbul’a dönmek isterim ben.”

03.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (27.08.2006) - Yarım asırlık hasret

  (20.08.2006) - ‘Yaşasın İslâmiyet...’

  (13.08.2006) - Savaşlar ve çocuklar

  (06.08.2006) - Cihangir’de gurûb vakti

  (30.07.2006) - Vatan ona mezar oldu

  (23.07.2006) - Said Nursî ve Hasna Şener

  (16.07.2006) - Erek’ten bakarken

  (09.07.2006) - Dâüssıla hissiyle

  (02.07.2006) - Okuma zamanı

  (25.06.2006) - ‘Mevlâ görelim neyler...’

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004