Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Kur’ân ve Atatürk



Diyanet İşleri Başkanı, “Camide Atatürk’ü anlatmak bizim din ve dindarlık anlayışımıza aykırı değil” demeye devam ededursun.

Bu yaklaşımın neticesi olarak, millî günlere rastlayan Cuma hutbelerinde, hattâ kandil gecelerinde minber ve kürsülerde okutturulan hutbe ve dua metinlerinde metazori Atatürk’e dua ettirme dayatması süregitsin.

Ve herhangi bir camide “kazara” Atatürk adı zikredilmeyince, medyanın jurnalci refleksleri harekete geçirilerek ya manşetten ya da özel olarak bu işlere tahsisli çalışan köşelerden bu “cürüm”ü işleyen hocaları ihbar mekanizması amansız şekilde işletilegelsin...

Atatürk’ün dine bakışıyla ilgili olarak öteden beri bilinen, ama maksatlı olarak gizlenip örtbas edilen ve dahası tam tersi bir imaj meydana getirmek için aksi yönde propagandalar yapılan bilgileri teyid eder nitelikte yeni yeni belgeler ortaya çıkıyor.

Bunların en tazesi, 1932-33 yıllarında ülkesini Ankara’da temsil eden ABD Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in, Atatürk’le din konusunda yaptığı özel sohbetle ilgili izlenimlerini yazıp Washington'a gönderdiği rapor.

Musevî yazar Rıfat N. Bali’nin tercüme edip Toplumsal Tarih dergisinde yayınladığı raporun tam metni 6.9.06 tarihli Radikal gazetesinden iktibasen, ertesi gün Yeni Asya’da çıktı.

Bu görüşmede Büyükelçiye “ruhban sınıfı” olarak nitelediği; şeyhülislâmı, medreseleri, şer’î mahkemeleri, kadıları ve dervişleri içeren yapıyı lağvetme kararını açıklayan M. Kemal, Türkçe Kur’ân ısrarını “Türk halkı uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek mânâsını anladığı zaman tiksinecek” iddiasına dayandırıyor.

Ve iman gözlüğüyle okunduğunda diğer sûre ve âyetler gibi birçok hikmetli mânâ, mesaj ve şifreler içerdiği görülecek olan Tebbet Sûresini bu iddiasına örnek gösteriyor.

Büyükelçi ise Atatürk’ün Türkçe Kur’ân’ı teşvikteki bu ısrarlı tavrını “Kur’ân’ı Türkler arasında gözden düşürme” niyetine bağlıyor.

Bu izlenimin, Millî Mücadele kumandanlarından Kâzım Karabekir’in, yıllar önce Uğur Mumcu tarafından yayınlanan hatıralarında Atatürk’ten naklettiği “Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim” sözüyle örtüştüğü ve onu tamamladığı son derece açık.

Bediüzzaman da “Kur’ân’a karşı suikast” olarak nitelediği ve “Kurân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin” sözüyle açığa vurulduğunu belirttiği “dehşetli plan”dan söz ederken, bunu anlatıyordu. (Sözler, s. 425)

Bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman ortaya çıkan portre son derece açık ve net.

Halil Berktay’ın “Dindar değildi, camide namaz kıldığına da rastlamıyoruz;” Doğu Perinçek’in “Doğanın üstünde hiçbir varlık tanımıyordu;” Erdoğan Aydın’ın “Ateist olduğunu düşünüyorum,” Ayşe Hür’ün “Dini modernleşmenin en büyük engeli olarak görüyordu” sözleriyle yaptıkları Atatürk tarifleri de (Radikal, 7.9.06) bu portreyi tanımlıyor.

Kendisi için camilerde metazori dua ettirilen kişi, işte bu tariflere konu olan bir insan.

O portrenin bu dualara ihtiyacı olur mu?

09.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Belirsizlik sürüyor



Türkiye, 1918 tarihinde 1. Dünya Savaşında yenik sayılmasının ardından, 1918 yılının sonbaharında Lübnan’ı Fransa’ya terk etmişti. Türkiye 88 yıl sonra yine bir sonbaharda Lübnan’a askeriyle gidiyor.

Meclis’in etrafına toplanan binlerce kişinin “Çıkarsa tezkere evetçiler gitsin askere” sloganlarının altında görüşülen Lübnan’a asker gönderilmesiyle ilgili “hükümet tezkeresi” iktidar partisi milletvekillerinin oylarıyla kabul edildi. Hükümet bu tez 1 Mart’ta yaşadığı “sürpriz”i yaşamadı…

Başbakan Erdoğan’ın daha önce bir oylamada yine oy cihazının şifresini unuttuğu gibi, bu sefer de unuttuğu için oyu geçersiz sayıldı. 6 AKP’li milletvekili ret oyu kullandı. 340 “evet” oyuna karşılık 192 “hayır” oyuyla kabul edilen tezkereye göre, Türk askeri Lübnan’a gidiyor.

Tezkereye göre, askerimiz Lübnan’da, denizde devriye gezecek, yapılacak insanî yardımlara deniz ve hava desteği sağlayacak ve Lübnan ordusunu eğitecek.

* * *

Tezkere görüşmelerinin büyük bir kısmını Genel Kurul salonundan izledik. Görüşmelerdeki tartışmaların bir çoğu gazete sütunlarına yansıdı. Ancak yansımayan bazı bölümleri de buradan aktarmak istiyoruz. Tezkerenin Meclis’te görüşülmesi sırasında düşündürücü olaylar yaşandı.

Birbirlerini yaklaşık iki aydır görmeyen milletvekillerinin hasret gidermeleri, salonda büyük bir gürültüye sebep olurken, milletvekillerinin yüzünden “şaşkınlık ve tedirginlik” okunuyordu.

Tezkere görüşmelerine Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir törende şehit cenazesi görmek istemediğini söyleyen bir vatandaşa, “Canım kardeşim. Bakınız askerlik her halde yan gelip yatma yeri değil. Hepimiz askerlik yapıyoruz. Hepimiz askerlik yaptık” sözü damgasını vurdu.

Parti içinde “muhalif” olarak görülen milletvekilleri parti yöneticileri tarafından ablukaya alınmış, kararlarından vazgeçirilmeye çalışılıyordu. Geçmişte muhalif olup da bu defa evet oyu vereceklerini açıklayanlar “aksi” bir durum olmasın diye sık sık görüşleri sorulup, “kontrol” ediliyordu.

Hele bir olay vardı ki, hükümetin bu sefer tezkerenin reddedilmesini engellemek için ne kadar çaba içinde olduğunu gösteriyordu. Lübnan’a asker gönderilmesine baştan beri karşı olduğunu söyleyen AKP Gaziantep Milletvekili Nurettin Aktaş’ın bizzat Başbakan Erdoğan tarafından uyarılması, hatta bu uyarının lavabo önünde yapılması enteresan bir anekdottu. Aktaş’ın anlattığına göre, olay şöyle gelişti. Erdoğan lavabo ihtiyacını gidermek için dışarıya çıktığında Aktaş’la karşılaşmış. “Mutmain oldun mu Nurettin Abi?” diye sorunca Aktaş, “1 Mart’ta ne düşünüyorsam, şu anda da aynısını düşünüyorum” karşılığını vermiş…

Neredeyse, her kürsüye çıktığında tartışmalara sebep olan Türk-İş eski Başkanı ve CHP Ankara Milletvekili Bayram Meral’in, “Kurtuluş Savaşı döneminde işbaşında olsaydınız, İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan askerine teslim olurdunuz” sözleri Genel Kurulda büyük tartışmalara yol açtı.

Bursa Milletvekili Ertuğrul Yalçınbayır’ın AKP’nin görüşlerini açıklamak üzere Egemen Bağış’ın kürsüye çıkması üzerine, “Partiye egemen olanlar konuşuyor” diyerek sinirli sinirli kulise çıkması da dikkat çekiciydi. Yine, Bağış’ın konuşması sırasında CHP sıralarından sık sık sataşma olurken, AKP’li Öner Ergenç, “Yeter artık susun” diye çıkışmasına, CHP’li Halil Tiryaki’nin önündeki çantayı Ergenç’e doğru fırlatarak üzerine yürümesi, tartışmaların doruğa çıktığı an oldu.

* * *

Peki şimdi ne olacak?

Meclis’ten yetki alan hükümet, ilk olarak, Genel Kurmaya asker gönderme hazırlıkları, Dışişleri Bakanlığı’na ise, BM ile görüşmeleri yürütmek üzere yetki verecek. Askerî hazırlıklar sürerken, sivil kuruluşlar tarafından yapılacak insanî yardımlar için bakanlıklarla koordinasyon sağlanacak. Dışişleri de bu süre içinde, BM ile Türk askerinin görev yeri ve asker sayısı gibi teknik ayrıntıları görüşecek. Asker sevkiyatının, Eylül ayı sonlarında ve Ekim ayı başlarında başlaması plânlanıyor. 7 kişilik “öncü” askerî heyet bugün bölgeye gidiyor.

Tezkere kabul edildi, ancak tartışmaların devam edeceği gözleniyor. Çünkü, hükümet ne halkı, ne de muhalefeti tatmin edemedi. Tezkere’nin Meclis’ten çıktığı saatlerde Türkiye’ye gelen BM Sekreteri Kofi Anan, tezkerenin neticesinden memnun, ancak Lübnan’ın içinden farklı sesler geliyor. Türkiye’de de henüz kafalar net değil…

Bakalım önümüzdeki günler bu konuda hangi gelişmeleri getirecek…

09.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Hani Türkçeyi koruyacaktık?



Dildeki kirlenmeden ve bozulmadan hepimiz şikâyetçiyiz, ama sıra yanlışlara son vermeye gelince, nedense dilimizi unutuyoruz.

‘Kültür istilâsı’nın bir göstergesi olan dildeki bozulma, bilhassa büyük şehirlerde dikkat çekiyor. Alış veriş merkezlerinden tutun, en küçük işyerine ve hatta ‘marka’larımıza kadar ‘yabancı’ hayranlığını gösteren deliller var. Üniversite mezunlarının bile, derdini anlatabilecek seviyede ‘yabancı dil’ bilmediği bir ülkede, ‘yabancı isim/marka’ hayranlığının bu seviyelere gelmiş olmasını anlamak mümkün olabilir mi?

(Allah selâmet versin, fabrikada ‘işçi’ olarak çalışan bir tanıdığım, adım başı açılan ‘CENTER’ları görünce; “Acaba, CENTER firmasının sahibi kimdir? Çok zengin olmalı. Her yerde şube açıyor” demişti. İşte vatandaşın, dil kirlenmesi karşısında düştüğü durum... Bunun ayıbı, ‘düşürenler’de olsa gerek.)

Kökü dışarda bazı meşrubat firmalarını protesto etmek için vesile arayanlar, nedense aynı hassasiyeti kurdukları firmalar ve seçtikleri marka isimlerinde göstermiyorlar. “Yabancı markalarla yurt dışına daha iyi mal satıyoruz” gerekçesinde haklı olsalar bile, yurt içindeki müşterilerini de düşünüp onlar için de ‘Türkçe/ anlaşılır marka isimleri’ni tercih etmelidirler.

Türkçe’yi öldürenler arasında ne yazık ki, Türkiye’nin önde gelen firmaları ve markaları da var. Meselâ, THY’nin uçaklarında “Türk Hava Yolları”nın ismi, (çoğu zaman) “Turkish Airlines” şeklindeki İngilizce yazılışından sonra gelir! Şu anda uçakların ‘sırtında’ TURKISH yazısını görürsünüz. (THY’nin haftalık dergisinin adı da “SkyLife!”) Bu yaklaşım doğru mudur? Aynı şekilde önde gelen hastahanelerimizin ismi de, çoğunluğun hiç bir şey anlayıp mânâ veremediği şekilde seçilir, yazılır! Hospital aşağı, hospital yukarı! Yahu, ‘hastahane’ deseniz ‘hasta/müşteri’ mi kaybedersiniz?

Maalesef, bu yanlışa yeni katılan bir hastahanemiz de oldu: Yıllardan beri “İstanbul Esnaf Hastahanesi” olarak tarihî İstanbul Süleymaniye semtinde hizmet veren hastahane ‘yenilenerek’ “Business Hospital” ismini almış!

Habere göre; bir süre önce kapanan Esnaf Hastahanesi, 7 milyon YTL’lik yatırımla yeniden hizmete girecek. Türkiye’nin kâr amacı gütmeyen ilk tam teşekküllü özel hastanelerinden biri olarak gösterilen Süleymaniye’deki İstanbul Esnaf Hastahanesi, İstanbul Ticaret Odası (İTO), İstanbul Sanayi Odası (İSO), İstanbul Ticaret Borsası (İTB) ve Esnaf Hastanesi Koruma ve Yardımlaşma Derneğinin ortak yatırımıyla yenilendi. ‘’Business Hospital’’ adını alan ve yenileme çalışmaları tamamlanma aşamasına gelen hastahanenin açılış töreninin, önümüzdeki günlerde gerçekleştirileceği bildirildi. (AA, 7 Eylül 2006)

İTO gibi kuruluşların bile, dilimiz konusunda hassas olmaktan uzaklaşmış olduğunu görmek bizi üzüyor. “Güzel Türkçe”mizi böyle mi koruyacağız?

09.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Neden imanımızı tahkike çevirmeliyiz?



Kadim dostlarımızla “yeniden iman etmemiz” gerektiği meselesini müzakere ediyorduk. İrfan meclisimize yeni iştirak eden İlahiyatçı bir arkadaşımız, “İman esaslarını yeniden ders almaya gerek var mı? Biz zaten inanıyoruz; onu inanmayanlar düşünsün. Sonra ne demek yeniden iman etmek?” şeklinde tepki gösterdi.

Aslında bu tabirin bizim değil, Kur’ân’ın olduğunu hatırlaması gerekirdi! Ki, Kur’ân iman edenleri, “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur”1 şeklinde uyarır.

Birinci cümlenin başlangıcı ile, ikinci cümlenin sonuna dikkat edilirse, “Ey iman edenler… iman edin” şeklinde vurgu yaptığı görülecektir. Bu iki kelime nasıl telif edilebilir? İnanan kimseye “mü’min, Müslüman” dendiğine ve bu âyette, “Ey iman edenler… îmân ediniz!” diye vurgu yapmasının bir inceliği olması gerekir. Mü’minleri gerçek, tahkiki imâna yöneltmek, taklitten kurtulup “gerçek imân”ı kazanmak için tahşidât olduğu gayet açık değil mi? Gerçek imana ulaşmak için de kendimizi ve inandıklarımızı yeniden sorgulamalıyız!

Bilindiği gibi, ruhumuz potansiyel olarak şeytânî, hayvânî, nebâtî (bitkisel) ve camid, cansız tüm varlıkların olumlu ve olumsuz tüm özellikleriyle donatılarak dünyaya gönderildik. Ham haldeki duygularımızı işlemek, olumlularını yüceltmek, olumsuzlarından arınıp, mecralarına akıtmak durumundayız. Bir anlamda, “melekî” ve “insâniyet-i kübrâ” diye tâbir edilen “büyük insanlık İslâmın” yüce, ulvî özellikleri ortaya çıkarmak, rûhumuzu olgunlaştırmak; duygularımızı terbiye etmek; gerçek benliğimizi bulmak, şahsiyetimizi geliştirmek, varoluş sebebimize paralel bir hayat sürdürmektir bu.

Taklidî, basit iman, sapkın, yanlış fikirlerin hücumuna; nefsin ve şeytanın vesveselerine dayanamaz. Ancak tahkikî imân; fiiliyata, aksiyona, pratiğe dönüşür. Taklidî imân; tazyiksiz akan su, düşük voltajlı elektrik gibidir; şofbeni veya elektrikli ev âletlerini çalıştırmaz. Tahkikî imân; tazyikli su; yüksek voltajlı elektrik enerjisi gibidir; şofbenleri, dev fabrikaları, makineleri çalıştırır. Mum ışığına hafif yollu “puf!” etsek; söner. Barajdan beslenen ampül kırılmadığı müddetçe ışığı şiddetli rüzgârlara direnir. Güneşe, dünyanın bir milyon kat fırtınası saldırsa bile onu asla söndüremez! İşte, tahkikî, yâni araştırarak, akıl ve ilimle elde edilen gerçek imânı; felsefe veya Deccalizmin en büyük inkâr fırtınaları söndüremez, deviremez.

Bunun yanında, farkına vararak veya varmayarak bizi inkârın tehlikeli labirentlerine atacak sözler sarf ediyor; davranış, hareket ve fiillerde bulunuyoruz. Kimi zaman—bilmeden de olsa—dinsizlik kokan kelimeler kullanıyor, tavırlar sergileyebiliyoruz.

Hüküm ve ibadet âyetlerinin kimi müfessirlere göre 250, kimisine göre beş yüz civarındadır. Geri kalan altı bin küsür ayet, iman meseleleri, ahlâk ve tefekküre dairdir. Kur’ân’ın bu temel esprisi de iman esaslarını mutlaka takviye etmemiz gerektiğini göstermiyor mu?

Dipnot:

1. Kur’ân, Nisa, 136.

TEBRİK: Geçmiş mübarek Berat Kandilinizi tebrik eder; camiamız, tüm İslâm âlemi, milletimiz, ülkemiz, özellikle muztar ve mağdur Lübnan, Filistin, Irak, Çeçenistan, Keşmir sair bölgelerdeki Müslümanlar ve insanlık âlemi için hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.

09.09.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




Süleyman KÖSMENE

Duâda ellerimizin yönü



Kıbrıs’tan okuyucumuz: “Duâ ederken ellerimizi neden semaya kaldırıyoruz?”

Eskimez ecdadımızın bir sözü vardır: “Allah yerde değil, gökte değil, sağda değil, solda değil, üstte değil, altta değil; Allah cemî’ mekândan münezzehtir.” Yani bütün mekânları yaratan ve bütün zamanları halk eden Cenâb-ı Hak, yarattığı mekânın ve zamanın içinde değil, belirli bir yerde mukîm değil, belirli bir zamana mahkûm değildir.

Allah’ın Muhît, Bâkî, Kadîm, Evvel, Âhir, Vâcip isimleri bize Allah’ın varlığının mekân ve zaman ötesinde ve hâricinde bulunduğunu gösterir. Yani her şeyi ihâta eden, ezelî ve ebedî olan, başlangıcı ve sonu olmayan ve vâcip olan bir Varlık elbette ne mekâna sığar, ne zamana sığar.

Ancak O bizden uzak da değildir; bilâkis bize bizden yakındır. Yere ve göğe sığmayan Cenâb-ı Vacip Teâlâ, mü’min kulunun kalbine sığmaktadır. Yani kalbimizin, bizden daha önce varlığını hissettiği Yüce Yaratıcıya sevgisi ve bağlılığı, Allah katında kâinata bedeldir. Kur’ân buyurur ki:

* “And olsun insanı Biz yarattık. Nefsinin kendine fısıldadıklarını Biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”1

* “Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. O’na hiçbir şey gizli kalmaz. O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar, O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun tasarrufları gökleri ve yeri ihâta etmiştir. Onları koruyup gözetmek Kendisine zor gelmez. O yücedir, büyüktür.”2

Allah’a yön, mekân ve zaman verilemez elbet. Allah ne belirli bir yönde, ne belirli bir zamanda, ne de belirli bir mekândadır. Allah’ın mukaddes mahiyeti, kâinatta hiçbir şeyin mahiyeti cinsinden değildir.3 Duâda ellerimizi sema cihetine kaldırmamız, Allah’ın belirli bir cihette olduğuna inandığımızı göstermez. Ellerimizi yukarıya kaldırmak, O’nun derecesinin ulviyetine, sıfatlarının yüceliğine, isminin, unvanın ve şanının paklığına işarettir. Yoksa O’nun o tarafta, yani yukarı cihette bulunduğunu, aşağı tarafta, yani yerde bulunmadığını kast ediyor değiliz.

Esasen üst, alt, sağ, sol ve yön mefhumları izafîdir, yani görecelidir, tamamen bize göre söz konusudur. İki yüz milyar galaksiden sadece birisinden ibaret olan Samanyolu içerisinde, bir nokta kadar bir yere sahip olan güneş sisteminin (kâinatın büyüklüğüne nazaran “güneş atomu” da denebilir) bir zerresi hüviyetinde bulunan ve çekirdeği hükmündeki güneş etrafında bir tayyare gibi baş döndürücü bir sür’atle dönen, 23,27 derece eğik olan; ayrıca yirmi dört saatte bir kendi etrafında muntazaman ikinci dönüşünü yapan; yine ayrıca güneş sistemi ile birlikte şemsü’ş-şümûs tarafına hızla ilerleyen yer küremizin “altı ve üstü” neresi olabilir ki? Göğe fırlattığımız ve gökte bulunduğu kısa süre içinde hep dönen basit bir plastik topun altı ve üstü söz konusu olabilir mi?

Keza bize göre alt olan cihet, küremizin öbür yüzüne göre üst değil mi? Biz “yukarısı” derken, küremizin arka yüzünde bulunan bir kişinin “yukarı” kabulüne göre tam tersi istikameti göstermiş olmuyor muyuz?

O halde esas olan Allah’ın ulviyetini, yüceliğini, üstünlüğünü, üstün sıfatlarını, kudsiyetini, kâinatı ihata ettiğini, bize de uzak olmadığını, bizimle birinci plânda ilgilendiğini ve duâlarımıza cevap verdiğini bilmemiz ve itikat etmemiz; O’nu her türlü noksanlıklardan, eksikliklerden, cihetlerden, yönlerden, mekânlardan ve zamanlardan münezzeh bilmemiz ve iman etmemizdir.

Duâda ellerimizi semaya kaldırmamız bu sağlam itikadımızı ve imanımızı sembolize eder. Duâ etmek, niyazda bulunmak ve O’na iltica etmekle O’nun bize yakın olduğunu; ellerimizi kaldırmak ve açmakla O’nun sonsuz hazinesinden istediğimizi; sema cihetine yönelmekle de O’nun paklığını, izzetini, celâlini, kudsiyetini, yüceliğini, ulviyetini ve bütün noksanlıklardan münezzeh bulunduğunu ifade etmiş olmaktayız. Nitekim duâda elleri semaya doğru kaldırmak ve açmak sünnettir. Duâ adabına uygun davranış budur. Zaten günlük tecrübelerimiz de odur ki, isteyen tarafsanız, elinizi açarsınız.

Dipnotlar:

1- Kaf Sûresi, 50/16

2- Bakara Sûresi, 2/255

3- Mektûbât, s. 242

09.09.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Karanlık madde ve akıl gözü



Geçen ayın sonunda NASA, internet sitesinde “karanlık madde” ile ilgili son çalışmalarını, “varlığına kesin delil buldukları” açıklamasıyla özetledi. NASA’nın açıklaması ilim çevrelerince heyecanla karşılandı ve bir kısım ilim adamı da elde edilen sonuçların “Büyük patlama teorisinden” bu yana en önemli ve en heyecan verici keşif olduğunu ileri sürdü.

Karanlık madde nedir ve neden bu kadar önemlidir? Aslında karanlık madde teorisi, ilk defa 1930’larda ortaya atıldı. Uzaydaki gök cisimlerini inceleyen ilim adamları bazı bölgelerde büyük çekim merkezleri olduğunu, ancak yapılan gözlemlerde aynı bölgede hiçbir cisminin görülmediğini fark etti-ler. Yaptıkları hesaplara dayanarak, buralarda da gök cisimleri olduğunu, ancak ışık yaymadığı ve yansıtmadığı için görülemediğini ileri sürerek, “karanlık madde” teorisini ortaya attılar. İlim adamları, o zamandan bu yana bu teoriyi destekleyen pek çok şey tesbit etmelerine rağmen, herkesi tatmin edecek bir delil bulamamıştı.

Son açıklamaya esas teşkil eden gözlemler tam yüz milyon yıl önce meydana gelen bir hadisenin, NASA’nın Chandra ve Hubble teleskopları ile Avrupa uzay ajansı ve Macellan teleskoplarıyla izlenmesiyle başladı.

Kur’ân, insanlığa “Yeryüzünü gezip eski toplulukların akıbetlerinden ibret alın” derken, aynı zamanda “Kaldır gözünü semaya” da diyerek gökyüzünü tefekkür etmeyi ve incelemeyi emretmektedir. Şüphesiz gökyüzündeki incelemeler eski medeniyetler için yapılan bir arkeolojik kazıya benzemez.

Birinde üç-dört bin yıllık bir kalıntıyı elinize alıp tahminler yürütürken, diğerinde milyonlarca yıl önce olmuş bir olayı teleskopta canlı olarak görüp izlemek ve takip etmek mümkün. Çünkü şu kâinat mülkü o kadar büyük ve o kadar geniş ki, milyonlarca yıl önce gerçekleşmiş hadiselerin ışığı, korkunç hızına rağmen, bize ancak geliyor.

Teleskoplarla yapılan incelemede, iki dev galaksinin çarpışması detayları ile müşahede edildi. Gökyüzü çıplak gözle bakıldığında büyük bir sükûnete rağmen, gerçekte tıpkı yeryüzü gibi büyük çarpışmaların, değişim ve dönüşümlerin olduğu muazzam bir memleket. Uzmanların yaptığı incelemede çarpışma sonucu gazlarla diğer maddelerin ayrıştığı, çekim merkezinin ise, beklenenin aksine, başka bir bölgede, yani ışığını ve ışık yansıtma özelliğini kaybeden cisimlerin olduğu bölgede toplandığı tesbit edildi.

Burada fazla teknik detaya girmek istemiyoruz, fakat karanlık maddeler o kadar çok ki, aynı ilim adamları bizim görebildiğimiz gök cisimlerinin, ancak yüzde beş olduğunu belirtiyorlar. Ayrıca çekim kuvveti gibi belirtileri de yaymayan pek çok gök cismi mevcut. Belki de çok yakınımızda, yüreğimizi ağzımıza getirecek başka sistemler mevcut.

Aslında bazen görmemek de büyük bir nimet. Küçük âlemdeki mikroskobik bakterileri görmemekle nasıl vesveselerden kurtuluyorsak, korkunç bir hızla seyahat ettiğimiz uzayda, belki de çok yakınımızdaki küreleri hiç görmemek de aynı şekilde rahatlatıcı.

Eski bilgilere fazla güvenmek ve sebepler arasındaki ilgiyi esas faktör zannetmek, pek çok şeyi idrak etmemize mani oluyor. Eski klasik bilgilerde olduğu gibi, var olanın illâ görünmesi ya da ateşi olanın da illâ ışığı olması gerekmiyor. Hakikatte sebepler Cenâb-ı Hakkın izzet ve azametine bir perde olduğu gibi, koca küreleri de insan gözüne perdelemek Âlemlerin Rabbi için zor değildir.

On Sekizinci Mektup’ta Muhyiddin-i Arabî gibi evliyanın kitaplarında bahsettiği, fakat günümüz coğrafya ve fenninin kabul etmediği küreler ve âlemlerle ilgili bir soru vardır. Orada, “onlar ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar” denilerek, gördükleri doğru, fakat ihatasız ve mizansız olduğu ve tevil edilmesi gerektiği izah edilmektedir. Ayrıca o zâtların gördüklerinin bu maddî âlemden ziyade, manevî ve ruhanî birer âlem oldukları hatırlatılmaktadır.

Şüphesiz bu zâtların gördükleri küreler ve âlemler teleskoplarla incelenenlerden çok farklı âlemler. Ancak yeni keşifler, onlar için bir basamak, bir ipucu ve resmin bütününü tamamlayan ve irtibatı sağlayan parçalardır. Bugünkü coğrafya ve fennin eski malûmatlara put gibi sarılmak yerine, kendisini bekleyen sayısız keşiflerin önünde olduğunu bilmesi gerekiyor. Evet, kesin bir şey var ki, o da, her şey gördükleri-mizden ibaret değil. Bırakın manevî âlemleri, bugün-kü bilgilere göre maddî âlemlerin dahi, ancak yüzde beşini görebiliyoruz.

Bu çalışmalar, belki de herkesi ilgilendirmiyor denilebilir. Ancak günlük hayatımız ve bunlara yön veren hayat anlayışıyla yakından ilgisi var...

Bugün etkileri hâlâ devam eden inkârcı felsefe, aslında “aklı gözüne inen”, yani gördüğünden başka bir şeye inanmayan, her bir zerresi binler harika san'atlarla dolu şu muhteşem kâinatı sahipsiz ve koruyucusuz zanneden eski felsefeye dayanmaktadır. Aslında yeni felsefe, daha doğrusu yeni hikmet, Muhakemat’ta “Aferin hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebid hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr-ü zeber etmiştir” ifadelerinde olduğu gibi, geçen asrın başlarında, eski felsefeyi sorgulamalarıyla cesaret bulan yeni keşiflerle eski anlayışı darmadağın ederek insanlığın önünü açmıştır. Yeni keşifler de hep aynı istikamette devam ediyor.

09.09.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Dünya barışı



Hz. Adem’den (a.s.) bu yana, milyarlarca insan bir arada yaşayıp, birbiri ile kaynaşıp hayatını devam ettirdi.

İk kavga Adem’in (a.s.) oğulları arasında yaşandı.

Ondan sonra bu kavgalar hep devam etti.

Ve günümüze geldi.

Şimdi “1. Dünya Barışı” kutlandı.

Nasıl barış?

Eskiler buna “Sulh-u Umumî” demişler.

Uzun yıllar Hıristiyanlar arasında yaşanan savaşlarda milyonlarca insan öldü.

Bunun ne kadar dehşetli bir olay olduğunu anlayan Batı dünyası, sonunda bu kanlı dehşete son verdiler.

Ancak Asya'da akan kan hiç durmadı.

Hâlâ devam ediyor.

Müslümanların;

“Cehalet, zaruret, ihtilaftan” kaynaklanan ana sorunlarından dolayı, çocuklar ölüyor, şehirler yıkılıyor, ülkeler yakılıyor. “Dünya Barışı” sadece sözde ve sazda kalıyor.

Lübnan vahşetine karşı Birleşmiş Milletler “Kınama” ile dahi cevap veremiyor.

Ve Müslümanlar...

Akıl ve ilim engin tadına varamayan mü'minlerin bazıları battıkça bataklığa gömülüyor.

Hiçbir İslâm ülkesinde silâh teknolojisi yok.

Ne kadar üst düzey teknik ürün varsa, hepsi Batı kaynaklı.

Bu açıdan bakıldığından konu “güç” dengesi ile birebir ilişkili.

Elli kûsur Müslüman ülkesinde bir otomobil markamız bile yok.

Müslümanların elindeki imkânlar sel gibi Avrupaya akıyor. Türkiye'nin bile ithalatı ihracatından oldukça fazladır. Ne anladık?

Geleceğimiz bu dengenin denkleştirilmesine bağlıdır.

“İstikbalde İslâmiyetin tealisi (yükselmesi maddeten terakkiye mütevakkıftır” diyen Said Nursî, daha asrın başında bu tesbitte bulunmuştur.

Ve önemli bir tesbitte daha bulunarak şu tarihi ifadeyi haykırmıştır.

“Dünya barışı”nın ana temasıda budur.

“Dostları ile mürüvvetkârane muaşeret (dostlarla samîmî kaynaşma) düşmanları ile sulhkârâne muameledir.”

Barış budur.

Yoksa birbirimizi “yok etme” veya “yok saymak” ile bir yere varmak zordur.

09.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004