Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlara "Sizden evvel geçmiş olanlara bakıp ibret alın ve sizi bekleyen akibetten sakının ki, Allah'ın rahmetine erişesiniz" dendiği zaman yüz çevirdiler.

Yâsin Sûresi: 45

17.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Merhamet etmeyene merhamet edilmez, bağışlamayan bağışlanmaz.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3758

17.10.2006


Kanaat tükenmez bir hazinedir

Yedinci Nükte

İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir:

Birincisi: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malıHâşiye-1 terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.

Hırsın İkinci Neticesi: Haybet ve hasârettir. Maksudunu kaçırmak ve istiskale mâruz kalıp teshilât ve muavenetten mahrum kalmak, hattâ “El-harîsu hâibun hâsirun” yani, “Hırs, hasâret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir” olan darb-ı mesele mâsadak olur.

Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir düsturla cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini gösterir.

Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırsla noksan ve mülevves rızıklarına saldırması, dâvâmızı parlak bir surette ispat ediyor.

Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına medar olması ve tilki ve maymun gibi zekî hayvanların hırsla rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.

Hem Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, yani bedevîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkûr dâvâmızı kat’î ispat eder.

Hem çok âlimlerinHaşiye-2 ve ediplerinHaşiye-3 zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hâle düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleriyle zenginleşmeleri kat’î bir sûrette ispat eder ki, rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyar ile değil.

Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Çünkü, çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir. “Kanaat, tükenmez bir hazinedir.” (Fethu’l-Kebîr, 2:309.) hadîsinin sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir mâden-i hasâret ve sefalettir.

Hâşiye-1: İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.

Haşiye-2: İran’ın âdil padişahlarından Nuşirevân-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürcmehr’den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? Halbuki, ilim emâretin fevkindedir.” Cevaben demiş ki: “Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani, ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini dahi bildikleri için, ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında fakr ve zilletlerine sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nâzikâne cevap vermiştir. (Hüsrev)

Hâşiye-3: Bunu teyid eden bir hadise: Fransa’da ediplere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor.

Lem’alar, 19. Lem’a, s. 206

—Devam edecek—

17.10.2006


Big Bang teorisi ve yaradılış (2)

—Dünden devam—

Evet Bediüzzaman Hazretleri, Big Bang Teorisine, hatta çok daha ileri derecesine işaret ediyor ve konuyu çok daha geniş bir çerçeveden ele alıyor.

Şöyle ki:

“İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır; şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin, anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvanât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında cârî olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, muktezâ-i ism-i Hakîmdir. Öyle ise, muktezâ-i hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır.”

İşte bu ifadeler doğrudan Big Bang teorisini misâl yolu ile net bir şekilde izah ediyor.

Yukarıdaki ifadeyi biraz açarsak:

Bediüzzaman bu kâinatı bir büyük ağaca benzetiyor. “Kâinat azim bir ağaç, azim bir şecere tarzındadır” diyor. “Bu büyük ağacın ise anasır, yani madde ve moleküller dalları, kolları, gövdesi hükmünde, bitkiler ve ağaçlar ve nebatlar yaprakları hükmünde, hayvanlar çiçekleri ve insanlar da meyveleri hükmündedir” diye bir taksimat yapıyor.

Şimdi gerçekten yıldızlara baktığımız zaman tamamen unsurlardan, yani madde ve moleküllerden meydana geldiğini görürüz. Meselâ Güneşimiz hidrojen ve helyum atomundan müteşekkildir. Dünyamız ise atom ve moleküllerle birlikte çiçek, yaprak ve meyve hükmündeki nebat, hayvanat ve insanlardan meydana gelmiştir. İşte bu görünen âlem “âlem-i süflî” olarak tanımlanıyor. Bunun zıddı veya kardeşi “âlem-i ulvî” olarak isimlendiriliyor. Âlem-i ulvî ve âlem-i süflî ifadeleri zaten başlı başına çok derin sırları ihtiva ediyor.

Asrımızda keşfedilen Big Bang teorisi de “âlem-i süflî”ye, yani bu görünen âleme bakıyor. Halbuki bu kâinatın bir de öte yüzü var. Her iki yüz de aynı noktadan çıkmış. Bu konuya inşallah temas edeceğiz.

Şimdi yukarıdaki ifadeye devam edersek.

Evet Üstad “ağaçlar için geçerli olan bir kanunun kâinat için de geçerli olduğunu” söylüyor. Bunun neticesinde ise, “bu büyük kâinat ağacının da bir tohumdan, bir çekirdekten yaratıldığı” hükmünü veriyor.

Yani, kâinattan evvel bir çekirdek var idi ve bu kâinat o çekirdeğin açılması ile kademe kademe bir ağaç şeklinde yaratıldı. Önce çekirdek açıldı, yani Big Bang teoremine göre patladı. (Bir toprağa ekilen tohumun ilk çatlama sesini kâinat ölçeğinde büyütsek, galiba o da bir Big Bang olurdu. Tohumları çatlatan Allah’tır.)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, bu ağaç misali ile ancak 1989 yılında kesin olarak ispatlanmış olan Big Bang teorisinin temellerine, esaslarına ve neticelerine işaret ediyor. Belki de işaretten öte mühim bir İlâhî kanunu tespit ediyor.

Peki, Big Bang teorisi yaratılış için yeterli bir teori mi? Yani her hususu açıklamaya yetiyor mu?

Bu ve benzeri suallere tam olarak evet demek mümkün değil. Çünkü Big Bang teorisi sadece görünen kâinatın tarifini ve teşhisini yapıyor. Üstadın deyimi ile “âlem-i süflînin” veya madde âleminin. Halbuki kâinat sadece görünen ve maddî âlemden meydana gelmemiş. Bir de aynanın ters yüzü var.

Yukarıdaki ifadede geçen şu sözlere dikkat edelim:

“Hem, öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismânîden başka, sâir âlemlerin numûnesini ve esâsâtını câmi’ olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.” (Sözler, s. 532)

İşte bu noktada Bediüzzaman Hazretleri, o çekirdeğin tam mahiyetini açıklıyor. Big Bang teorisyenlerinin “sıfır hacim” diye tanımladıkları kâinatın ilk çekirdeğinin mahiyetini yani.

“Ve bu çekirdeğin mahiyetinde hem kâinatın görünen yüzündeki âlemlerin numuneleri, hem de görünmeyen yüzündeki âlemlerin numuneleri vardır” diyor. Bir başka deyişle bu çekirdeğin mahiyetinde unsurlar dediğimiz atomlar ve moleküllerden teşkil olunan maddî âlemlerle birlikte, ruhlar âlemi, misal âlemi, hayal âlemi, levh-i mahfuz, melek âlemi diye tanımladığımız âlem-i ulvînin de numuneleri tam olarak bulunmaktadır.

Bunları kısaca mülk ve melekût âlemleri olarak tanımlıyoruz.

Bu noktada işte böyle bir çekirdeğin “kuru bir madde” olamayacağına dikkat çekiliyor. Ve bu günkü Big Bang teorisinin eksik kalan en önemli tarafı nazarlara sunuluyor. Zira bu teoride kâinatın öteki yüzü hakkında net bir tespit ve teşhis yoktur. Teori sadece görünen tarafla, yani madde ile ilgilidir. Halbuki kâinat sadece maddeden ibaret değildir. Demek ki Big Bang teorisi çok daha fazla gelişmeye muhtaç gözüküyor.

Çünkü Bediüzzaman yukarıdaki tespitte kâinatın ilk çekirdeğinin çatlamasından, yani hayat düğümünün açılmasından itibaren hem mülk, yani gördüğümüz maddî kâinatın, hem de melekût yani görmediğimiz manevî kâinatın aynı anda teşkile başlandığını ifade ediyor. Yani âlem-i süflî ile âlem-i ulvî’nin.

Bu yazımızı bir hadis-i şerif naklederek bitirelim:

Abdullah bin Cabir (ra) Peygamberimiz’e soruyor:

“Allah’ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir?”

Peygamberimiz (asm) cevaben:

“Her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu Kendi nurundan yarattı. Nur, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne sema, ne ay, ne güneş, ne insan, ne de cin vardı” diyor. (Kastalanî, Mevabibü’l-Ledünniye: 1/6.)

—SON—

Halil AKGÜNLER

17.10.2006


Sâik

Allah (c.c.), Sâik’tir. Yani her şeyi mukadder ve muayyen hedefine sevk edendir. Cenâb-ı Hak her varlığı kendisi için tayin buyurduğu kemâl noktaya doğru yönlendirir ve yürütür. Hayvanlara kendilerini doğru biçimde yönlendirebilecek “iç güdü” verir. İnsanları rüşte, hidâyete ve istikâmete sevk eder.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği Sâik ismi, Kur’ân’da fiil türevleri ile gelmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Muttakîleri Rahmân’ın huzurunda, Ona gelmiş konuklar gibi topladığımız gün, mücrimleri susuz olarak Cehenneme sevk ederiz.” (Meryem Sûresi: 85-86) Bir diğer âyette Cenâb-ı Hak, “Onlar görmezler mi kuru yerlere suyu sevk ettiğimizi ve onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri ekinleri çıkardığımızı? Hiç mi görmüyorlar?” (Secde Sûresi: 27) buyurur.

Bedîüzzaman’a göre, kâinatta her şey belirli bir kemâle doğru sevk olunmaktadır. Cenab-ı Hak geniş ve sonsuz ilmiyle her şeye mânevî bir kalıp hükmünde bir ölçü tayin etmiştir. İlim aynasındaki her şeyin sûretine ve plânına göre, her bir şeyin zerreleri kolayca o ilim kalıbının içine girip yerleşmektedir. Eğer etraftan zerreleri toplamak lâzım gelse, ilim ve kudretin geniş düsturları ve kanunları çerçevesinde, kudretin sevkine bağlı olan o zerreler, itaatkâr bir ordunun erleri gibi gayet düzgün biçimde gelerek o şeyin vücudundaki yerlerini alırlar. (Lem’alar, s. 504)

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, hangi zerreye dikkat ve hikmet nazarıyla bakılırsa kendisine belirli bir hedefin tayin edilmiş olduğu ve hedefine görerek, işiterek, bilinçle ve düzgün biçimde sevk olunduğu; kör ittifakın, kanunsuz tesâdüfün, sağır tabiatın ve şuursuz sebeplerin hiçbir biçimde ona karışmadığı görülecektir. Çünkü her bir zerre, çevre binâlardan, tâ beden hücrelerine kadar hangi tavra yönelmiş ise, hangi tabakaya sefer etmiş ise, muntazaman adım atmakta, düzgünce girmekte ve yeni girdiği tavrın kendine özgü kanunları ile öyle istekle ve bilerek amel etmektedir ki, zerrelerin bu sevkıyatının ve bu gidişâtının, bir Sâik-i Hakîmin emri ile olduğu apaçık anlaşılmaktadır. İşte her bir zere böyle muntazaman, tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya git gide maksadından ayrılmayarak, tâ lâyık olduğu makâma, meselâ, insanın göz bebeğine Allah’ın emri ile girmekte, orada oturup çalışmaktadır.

Kâinatta büyükten küçüğe her bir parçanın bu İlâhî sevkiyât kanununda dâhil olduğunu vurgulayan Bediüzzaman Saîd Nursî, Sani-i Hakimin hem her şey için o şeye münasip bir kemâl noktası ve ona layık bir feyiz mertebesi tayin ettiğini, hem de o şeye, o kemal noktasına çalışıp gitmek için bir istidat verdiğini ve ona sevk ettiğini kaydeder. (Sözler, s. 511)

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsnâ)

17.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

DUHAN

1. Ey dirilten ve öldüren, bizim ve bizden önceki atalarımızın da Rabbi olan! (8)

2. Ey İsrailoğullarını azgın bir zorba olan Firavun’un alçaltıcı azâbından kurtaran! (30-31)

CÂSİYE

1. Ey göklerde ve yerde ne varsa hepsini kullarına musahhar edip boyun eğdiren! (13)

2. Ey İsrailoğullarına kitap, hikmet ve peygamberlik veren, onları helâl ve temiz nîmetlerle rızıklandıran ve onları kendi zamanlarındaki milletlere üstün kılan! (16)

3. Ey göklerde ve yerde büyüklük Kendisine âit olan sonsuz izzet ve hikmet sahibi! (37)

17.10.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Hizmette el ele verelim

Nurların dersinde diz dize, hizmetinde el ele, cihad-ı diniyede omuz omuza verelim, Nurlardan Nur almaya, imânî derslerinden ders almaya şiddetle muhtaç olduğumuz Nur Risâlelerine beraberce çalışalım, görüşelim, konuşalım. Allah yolunda, din yolunda koşalım. Dinsizlere karşı mücadele bayrağını açarak cihad-ı diniye meydanlarında, hizmet-i imâniye muhitlerinde tatlı canlarımızı feda edelim.

17.10.2006


Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)

“Mübarekü’l-Yemâme”

Âlem-i yakazada Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mükerrer sûrette müşerref olan Celâleddin Süyutî ve asrın imamı, tahriç ve tashihle Mübarekü’l-Yemâme ismiyle meşhur bir zâtı, daha yeni dünyaya geldiği vakit, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına getirmişler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona müteveccih olmuş. Çocuk tekellüme başlamış, “Eşhedü enneke resûlullah” (Senin Allah Resûlü olduğuna şehadet ederim) demiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Bârekâllah” demiş. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuşmamış. O çocuk, bu mucize-i Ahmediyeye ve “Bârekâllah” duâ-yı Nebevîsine mazhar olduğundan, “Mübarekü’l-Yemâme” ismiyle şöhret bulmuş.

Mektûbât, s. 142

17.10.2006


Nurdan Bir Kelime

Hayat

Hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen, her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakkî veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine güya hayatın yuvası olan her ceset, o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Adeta Zât-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla, bu karanlıklı ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevî beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor.

Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbâniyeden çıktığını âşikâre göstermek için, sair eşya gibi zâhirî esbabı, hayattaki tasarrufât-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahlûktur.

Lem'alar, s. 323

17.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004