Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Bayram ve güzellik algımız

Akıcı nehirde yansıyan Güneş sabit olduğu için, onu yansıtan damlacıklar da sabitmiş gibi algılanır. Oysa, yansıtan damlacıklar sürekli yenilenmekte ve her yeni yansımada farklı mânâlar hasıl olmaktadır. Varlık âleminde de benzer bir şekilde, sabit olan esmayı yansıtan varlıklarda bir süreklilik, kalıcılık, sabitlik gözlense bile, geri planındaki zerreler âleminde her an bir tazelenme vardır.

İyice yaklaşan bayram günleri güzel düşünmenin ve hayata güzellikler penceresinden bakmanın da bir egzersizi olmalı. Ramazan ile sabır ve şükre alışan ruh, artık hayatın ve sahip olduklarının, en önemlisi de verenin farkındalığı ile hayatı çok farklı bir perspektiften algılıyor olmalı. İşte bayramın ve oluşturduğu psikolojinin böyle bir farklılığı var. Güzelliklere olan hassasiyeti artırıyor. Varlıkla olan bağlantıda ve sosyal düzende barışın hissedilmesine ve hedeflenmesine zemin hazırlıyor.

İmam-ı Mübîn, her şeyin aslını, özünü kuşatan mânâlar âlemidir. Yani her şeyin aslı mânâlardır. Bu esmâ-i İlâhiye'yi ifade eden mânâlar da,—esmâ mutlak olduğu için—mutlaktırlar. Yani bir sınır, şekil, zaman ve mekân içinde ifade edilemezler. Ancak bunların ifade edileceği, dolayısı ile cemal ve kemalin gösterileceği idrakler, ifade edilecek alan sınırı ve mânâlara nisbeten "küçük bir sayfa" gibidir. Varlıklar âlemi, İmam-ı Mübîn'deki küllî mânâların ifade alanı olan sayfa konumundadır. Her bir hal, her bir duruş, her bir ses, her bir bakış, her bir kıpırdanış... kısacası kâinatta değişim, başkalaşım adına ortaya çıkan her şey, farklı bir mânâ ifade eder. Küllî mânâları cüz'î âleme sığdırmak için akıl almaz sıklıkta değişimler ve başkalaşımlar olur. Zerrelerde her an tazelenme, bu tazelenme içinde bir yerden başka bir yere, bir varlıktan diğerine süratle geçişler gözlenir. Karmaşa gibi görülen bu hızlı değişimler, mânâların küçük sayfada ifade edilebilmesi için silinip tekrar yazılması ve kalem ucunun sayfanın her yerine dar bir zaman aralığında ulaşabilmesi telâşının tezahürü olan aceleci tavırdan kaynaklanıyor olmalıdır. Bu hal, esmânın—sür’atle akan bir nehirdeki damlacıklar üzerinde sabit, daimî ve kalıcı Güneşin aksi misali—zerrâtın zaman nehrinde akmasıyla sürekli tazelenmesine benzer. Akıcı nehirde yansıyan Güneş sabit olduğu için, onu yansıtan damlacıklar da sabitmiş gibi algılanır. Oysa, yansıtan damlacıklar sürekli yenilenmekte ve her yeni yansımada farklı mânâlar hâsıl olmaktadır. Varlık âleminde de benzer bir şekilde, sabit olan esmâyı yansıtan varlıklarda bir süreklilik, kalıcılık, sabitlik gözlense bile, geri planındaki zerreler âleminde her an bir tazelenme vardır. İbda boyutundaki bu anlık yenilenmeler ile inşâ boyutundaki ruh ve hayatı şekillendiren yenilenmeler, bu kavramların ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, "makro boyutta"ki değişimleri de gösterir. Yağmur yağar, kelebekler uçar, Güneş doğar, sosyal yaşantının koşuşturmacaları devam eder, savaşlar olur, asırlar başkalaşır, kâinatın oluşumu ile ilgili değişim tezleri ortaya konur. Bütün bunlar şuur sahiplerinin ruhlarında makes bulup şiirlere, romanlara, resimlere, türlü türlü san’atlara dönüşür. Algılarla, şuur sahiplerinin ruhlarında mânâlara dönüşür. O ruhlara ulaşmayanlar, "nazar-ı dekâikâşina" olan her türlü inceliği kuşatan küllî bakıştan uzak kalamazlar, onlar da mânâya dönüşürler. Gölgelemekle, değişimle, arızîlikle ve acziyetle iç içe olan mülk geçicidir, değişir, her an tazelenir, itibarî ve farazî bir haldedir. Elle tutulur, gözle görülür bir temel yapı taşı arayan fizikçilerin mikro âlemde karışık, şekilsiz, soyut, ele avuca gelmez, kuşatılamaz bir dünya ile karşılaşmaları da bu hali doğruluyor olmalıdır. Mülkün farazîliği, sabit, kalıcı ve daimî olmadığı, bu âlemde daha net görülür. Bu ele avuca sığmayan zerreler bir ân-ı seyyâlede çok çok küçük zaman dilimlerinde bir an görüntüyü yansıtıp hemen kaybolurlar. Bu anlık değişimler ve başkalaşımlar, zerreler boyutunda varlığı makro boyuttaki gibi kuşatmamıza engel olur, adeta orası hayal âlemi gibidir. Makro boyutun kuşatabildiğimiz ve idrak edebildiğimiz görünümleri ise, bize hayalî ve kuşatılması imkânsız gözüken temel üzerine binâ edilmiştir. Mülkün, varlığın, eşyanın özünde sabitlik, devamlılık, kararlılık ve beka görülmemektedir. Asıl olan, kalıcı ve baki olan nihaî mahsulat ise mânâlardır. Bu yüzden zerrelerde ve bütün mahlûkatta olabildiğince çok sayıda mânâya mazhar olma telâşını hissettiren bir meyil olarak değişimler, başkalaşımlar gözlenir. Merkezi bir konumu olan insanın telâşı ise, daha fazla mânâya muhatabiyet olmalıdır.

Günlük yaşantıyı değerlendirirken, acımasız katliâmların, menfaat çatışmalarının, işkencelerin kısacası insandaki sınır tanımaz gadabî ve şehevî kuvvelerin uçlarda tezahürlerinin ortasında en uç zıtlıkları yaşarken zaman zaman varlığın kesretinden ve boğuculuğundan çıkıp bu mânâlar düşünülmezse büyük bir karamsarlık ve ruh çöküntüsü yaşanabilir. İnsanlık adına en uç şeylerin yaşandığı, iyilik ve kötülük namına en çarpıcı görüntülerin sahnesi olan şu âlem, her şekli ile esmâ hasıl etmektedir. Nazarlar fıtrî halleri olan işleyişin gerisindeki esmâya yönelmezse varlığın ismî boyutu ile gölgelenir ve o nazarların gerisindeki ruhlar kararır. Oysa varlığın aslı ve özü esmâdır. Esmâ ise hep aydınlıktır ve hep güzeldir. Tek yapılması gereken güzel düşünmek ve güzel görmek olmalıdır. Dünyanın çok iç karartıcı gibi gelen şu anki manzarası karşısında bile bayram coşkusu ve güzelliği ancak bu bakış ile yaşanabilir.

20.10.2006


 

Birey ve toplum

Bir makinenin dişlileri ve dönen çarkları gibi, sağlıklı bir toplumun dişlileri hükmünde olan kaliteli bireylerin şahıs, aile, meslek, ülke ve dünya çapında farklı sorumlulukları da aynı maksada matuf bir bütünlük içinde yürütülmelidir. Yüzyılın yerel ve küresel özlemi olan "sulh-ı umumi" ancak bu şekilde sağlanabilir.

1- BİREY NEDİR?

Birey sınırsız ihtiyaçları olan ve bu ihtiyaçlarını karşılamak için kabiliyetlerine sınır konmayan, maddî kaynakları sınırlı bir dünyada yaşayan, sosyal ve medenî bir varlıktır. Tek başına hayatını sürdüremez, toplum içerisinde yaşamak zorundadır.

Her birey, farklı özelliklere ve kabiliyetlere sahiptir. Bu farklılıkların herkes tarafından kabul edilmesi ve özel olduğunun bilinmesi sağlıklı bir toplum için şarttır. Bireyler hem kendileri, hem de toplum yararına kabiliyetlerini geliştirmek zorundadırlar.

1.1- Bireyin sorumlulukları

Bireyin Yaratıcısına, kendisine, ailesine, fizikî çevresine, komşularına, sosyal çevresine ve bütün insanlığa karşı sorumlulukları vardır.

Yeryüzünün en güzel ve en şerefli varlığı olan insanın Yaratıcısına karşı sorumluluğu O'nu tanımak ve O'na kulluk etmektir. Yaratıcısı tarafından yeryüzüne "halife" olarak seçilen insan bu görevini hakkıyla yerine getirmek zorundadır. Etrafındaki canlı ve cansız bütün varlıkların kendilerine verilen görevleri hakkıyla yerine getirmeleri aslında insana bu sorumluluklarını sürekli hatırlatmaktadır.

Bediüzzaman kâinatı parlak, temiz ve nazif bir fabrikaya benzeterek; birçok iş görülmesine rağmen kirsiz ve bulaşıksız olduğuna, lüzumsuz bir şey ve tesadüfî kir dahi bulunmadığına, görünüşteki birtakım kirliliğin de çeşitli temizleme mekanizmaları ile makine gibi çabucak temizlettirildiğine vurgu yaparak fiziki çevremizdeki işleyişe göre insanların da gerekli titizliği göstermelerini önermektedir.

İnsanların tabiatın işleyişine yaptıkları yersiz müdahaleler sonucunda ekolojik dengeye zarar verdikleri görülmektedir. Sağlıklı bir fiziki çevrede yaşama arzusunda olan insan bütün bu dengeleri göz önünde bulundurarak tabiatı kendi elleriyle kirletmemelidir.

Bediüzzaman komşuluğu, birbirini tanıyan zerrelerin bir araya gelmelerinden başlatır. Dünyaya gelişinden itibaren de kendisini sarıp sarmalayan bütün mahlûkat ve unsurlarla komşuluk etmek mecburiyetinde olan insanın, içinde yaşadığı toplumun bireyleri ile de düzenli bir komşuluk ilişkisi içerisinde bulunması yaratılışının gereğidir.

Yüce Peygamberimizin (asm), “Cebrail Aleyhisselâm komşulukla ve komşu haklarıyla ilgili o kadar tenbihatta bulundu ki, neredeyse komşunun komşusuna mirasçı olacağını sandım” demeleri komşuluğa dinimizin verdiği önemi göstermektedir.

1.2- Bireyin topluma etkisi

Birlikte yaşamak durumunda olan insanlar, bir yandan kendi ihtiyaçlarını temin etmek için çalışırlarken aynı zamanda da diğer insanların veya genel olarak toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik mal veya hizmetlerin üretimine katkıda bulunurlar. Bu durum bir yandan insanların toplum nazarında faydalı olmalarını sağlarken diğer yandan da kendini gerçekleştirme ihtiyacını da gidermiş olur.

1.3- Bireyin gelişimi

Bireyin gelişmesi toplumun gelişmişlik düzeyi ile doğru orantılıdır. Gelişmiş toplum değerleri eğitim yoluyla aktarılarak bireyi de geliştirir. Bireyin gelişimi süreklilik arz eder.

2- TOPLUM NEDİR?

Toplum en basit tanımlama biçimiyle insanların oluşturduğu ilişkiler sistemidir. Risâle-i Nur'da bu ilişkiler sistemi, yani toplum hayatı için, "hayat-ı içtimaiye" tabiri kullanılır. İçtima, toplanmak ve cemaat olmak anlamındadır. İnsanın toplumsal olma özelliği ancak bu şekilde öne çıkmakta ve değer kazanmaktadır.

2.1- Toplumun temel özellikleri

Toplum hayatının zembereğinde birbirini tahrik eden, hazırlayan ve domino etkisi yapan farklı bağ ve fonksiyonlar vardır. Birbirini ardı sıra süreçler serisi halinde sürükleyen bu yapıyı, Bediüzzaman; "Herkesin heyet-i içtimaiyede müteselsil revabıt ve vezaifi vardır" ifadesiyle ortaya koymaktadır. Aynı zamanda insanın toplum içindeki sorumluluk ağıyla ilgili "Halita şeklinde gayr-ı muayyen değildir" tesbitini nazara vererek, takım, yani "mütesanit heyetler" halinde çalışmanın ve belirlenmiş amaçlara paralel faaliyetlerde bulunmanın başarı ve verimliliğine işaret eder.

Bir makinenin dişlileri ve dönen çarkları gibi, sağlıklı bir toplumun dişlileri hükmünde olan kaliteli bireylerin şahıs, aile, meslek, ülke ve dünya çapında farklı sorumlulukları da aynı maksada matuf bir bütünlük içinde yürütülmelidir. Yüzyılın yerel ve küresel özlemi olan "sulh-u umumi" ancak bu şekilde sağlanabilir.

Fazileti esas alan bir medeniyetin istediği önemli fedakârlıklardan biri de feragattır. Toplumun ve sosyal hayatın hukuku ve huzuru adına feragat göstermektir. Küresel kuvvet ağı veya toplumun kuvvet dinamikleri haklılık eksenine göre belirlenmelidir. Böylece güçlüler tarafından zayıfların ezildiği toplumsal yapılanmalardan, zulüm ve baskıcı yönetimlerden uzak durmak mümkün olacaktır.

Bediüzzaman'a göre; bütün gelişmelerin temelinde toplumsal hayat yatar. Çünkü; bireylerin çokluğunun sosyal hayatı, sosyal hayatın san’at ve bilgi edinme düşüncesini, tanışmanın ticareti, yardımlaşmanın ortak çalışmayı, fikir alış verişinde bulunmanın da rekabet ve yarışmayı netice verdiğini belirtir.

2.2- Toplumun ortak değerleri

Bireyi sınırsız hisleri ve sınırsız ihtiyaçları çerçevesinde dizginleyecek olan toplumun ortak değerleridir. Ortak değerler bireyin ve toplumun olmazsa olmazlarıdır. Bunları dinî hissiyat, kardeşlik, hürriyet, yardımlaşma, gönül birlikteliği, millî ve manevî değerler, semboller ve ahlâkî değerler olarak sayabiliriz. Bu değerlerin aşındırılmaması hususunda Risâle-i Nurlarda sık sık ikazlara rastlanmakta ve sağlamlaştırılması için de bir hayli gayret sarf edildiği görülmektedir.

İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyetin tesisi, toplum hayatında insanî değerlerin yaşatılmasından ve buna göre alt yapısının kurulmasından sonra mümkün olmaktadır. Ortak insanî değerler, İslâmiyet'in müesses nizamı ile mutabakat zemininde gerçek kıymetini bulmuş olacaktır.

2.3- Toplumda bireyin konumlandırılması

Toplumun kalkınmasında, ihtiyaç, merak ve san’ata yönelme en dönemli dinamikleri oluşturur. Bediüzzaman'ın; "İhtiyaç medeniyetin üstadıdır" tesbiti çok yerinde bir tesbittir. İhtiyaçlar, kalkınma dinamizmini ve büyüme hedeflerini kamçılar.

Toplum içinde bireyin konumlanması; "Her şey istidadı nispetinde terfi etmek lâzımdır" ölçüsü ile performansa göre belirlenecek kriterler çerçevesinde olmalıdır. Öncelikleri ve beceri alanı farklı olan her bireyin ayrı bir yetenek haritası vardır. Uzmanlığın esas alındığı meslekî yeterlilik arttıkça, "Herkes san’atında büyüktür" prensibi geçerli olmakta ve bireylerin konumları gereği bir büyüklük değeri oluşmaktadır. Böylelikle konum ve yeteneğine göre topluma faydalı olan insanların "uzmanlığına" saygı artmaktadır.

2.4- Toplumu etkileyen faktörler

2.4.1- Eğitim

Eğitimin amacı bireylerde davranış değişikliği meydana getirmektir. Eğitim, yeni nesillerin toplum hayatında yerlerini alabilmeleri için, gerekli bilgi, beceri ve kişilik gelişimlerine yardımcı olma faaliyetidir. Mahiyet itibariyle çok mükemmel cihaz ve duygularla donatılan insana maddî ve manevî yönden doyurucu eğitim verme hedeflenmelidir.

Risâle-i Nur öğretisi, insanlara eğitime ilim ve hikmet penceresinden bakmayı öğreten, din ilimleri ile fen ilimlerini mezc ederek madden ve manen sağlıklı ve güçlü bireylerin yetişmesini, Yaratıcısını tanıyarak O'na hakkıyla kulluk etmesini sağlayan bir öğretidir.

2.4.2- Aile

Aile, toplum hayatının temel taşıdır. İnsanın zarurî bir ihtiyacı, küçük bir cenneti ve sığınağıdır. Toplum, büyük bir ailedir. Aile yapısı sağlam olmazsa, toplumun yapısında da birtakım çürümeler ortaya çıkar.

Bireyin kendi ailesi içerisindeki davranışları daha büyük aile olarak kabul edilen—mahalle, şehir gibi—toplum içinde göstereceği davranış biçimiyle doğrudan ilişkilidir. Birey, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, fazilet, hamiyet, fedakârlık, hürmet ve benzeri hasletlerle donatılmazsa yerine garaz, düşmanlık, kin, menfaat, aldatmak gibi haller meydan alır. Böyle bireylerden oluşan bir toplumun geleceği tehlikededir. Anarşi, kargaşa ve terör gibi huzur bozucu durumların baş göstermesi kaçınılmazdır.

2.4.3- Sosyal çevre

İnsan, diğer varlıklardan çok farklı bir mizaçla yaratılmıştır, çok çeşitli meyil ve arzuları vardır. İnsan her şeyin en güzelini ister, insanlığa lâyık şekil ve şerefle yaşamayı arzu eder. Bu arzularını karşılamak için çeşitli san’atlara ve diğer insanlarla işbirliğine ihtiyacı vardır. Bu sebeple sosyal çevre, bireyin temel ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir.

Bediüzzaman, sosyal hayattaki, statü ve fazileti; "kamet ve kıymet" ile tanımlamakta, Müslümanların sosyal hayattaki saadetlerinin anahtarının istişare olduğunu söylemekte, "beşerdeki telâhuk-ı efkâr" ile müşterekliklerin ve karşılıklı fikir paylaşımının toplum hafızasını oluşturacağını ifade etmektedir.

Sosyal hayatın bir kuralı da, âdetullaha uygun hareket etmektir. Kâinattaki sisteme uygunluk ile sosyal kaliteyi sağlamaktır. Bediüzzaman'ın tabiriyle "tevfik refik" olmalıdır. Meşrû ve kabul edilebilir "umumî cereyana muvafık" ve fıtrî dayanışmanın parçası olmak da, toplum hayatının ahengi ve beraber düşünmenin asgarî gerekliliğidir.

Bediüzzaman'ın, "...hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir" dediği ve 1911 yılının başında, Şam'da Emevi Camiinde yaptığı konuşmada; "Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki:" diyerek bizi maddî ilerlemede durduran, sosyal ve manevî hayatımızı tahrip eden altı hastalıktan bahseder. Bunlar:

1- Ümitsizlik

2- Sosyal ve siyasî hayatta doğruluğun ölmesi

3- Adaveti (düşmanlığı) sevmek

4- İnananları birbirine bağlayan nuranî bağları bilmemek

5- Her türlü baskılar

6- Şahsî menfaatine odaklanmak

Bediüzzaman; bunlara karşı, önleyici ve tedavi edici çözümler olarak da şunları sunar:

1- Allah'ın rahmetine kuvvetle ümit beslemek ve maddi, manevî terakkiyi temin etmek.

2- İslâmiyet'in esası olan doğruluğu tesis etmek.

3- Muhabbete muhabbet etmek.

4- Hakikî milliyetimizi İslâmiyet milliyeti bilmek.

5- Meşveret etmek.

6- Himmetini millete vermek.

2.4.4- İdarî sistem

Sağlıklı bir toplumun inşası için kamu yönetiminin ve buna bağlı idarî sistemlerin milletin hakimiyeti esasına dayalı demokratik seçimlerle gelen ve giden, katılımcı, şeffaf, denetlenebilir ve gerektiğinde değişebilir bir yapıya sahip olması gerekir. Bu yapıda seçilmişler de dâhil, yöneticiler ve çalışanlar Bediüzzaman'ın tabiriyle hizmetkârdır.

—Devamı haftaya—

20.10.2006


 

Ümmü Mâbed (Atike binti Halid)

Asıl adı Atike binti Halid'dir. Ümmü Mabed künyesi ile tanınıp meşhur olmuştur. İman etmeden önce de ve sonrasında yardımseverliği, mertliği ve akıllı kişiliği ile tanınmıştır. Özellikle, kıtlık zamanında, hanesinin dışına çıkarak gelen geçenleri karşılamış ve ikramlarda bulunmuştur. Hicret sırasında Peygamber Efendimiz de (asm) hanesine uğramıştır. Risâle-i Nur’da da aktarılan, kısır keçiden bal gibi süt sağma mucizesi burada gerçekleşmiştir. Peygamber Efendimizin (asm) Medine'ye varmasından hemen sonra eşi ve çocuğu ile huzuruna çıkarak iman etmiştir. Müslüman olduktan sonra bir şeyler öğrenmek için büyük çaba sarf etmiş ve öğrendiklerini hayatına tatbik etmiştir.

Ummü Mabed künyesi ile tanınan Atike'nin hayatı hakkında elimizde ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Nerede ve hangi tarihte doğduğu kesin olarak bilinmemektedir. Peygamber Efendimiz (asm) ile ilk karşılaşması ve İslâmiyet ile şereflenmesinden önceki hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Ancak kişisel özellikleri ve daha çok Müslüman olduktan sonraki hayatı hakkında kaynaklarda bilgi verilmektedir.

Atike, kabilesi ile birlikte Kudeyd bölgesinde bulunmakta ve çadırda yaşamaktaydı. Halid bin Huleyf'in kızıdır. Amcasının oğlu ile evlendi. Çok temiz bir karakter ve akıllılığıyla ön plana çıktı. Ailesinin önemli miktarda koyun sürüleri vardı. Daha çok mertliği ve çadırına uğrayanlara mutlak sûrette ikramda bulunmakla tanındı. Bir taraftan süt ikram ederken diğer taraftan da koyun keserek et ikram ederdi. İman etmeden evvelki bu güzel hasletlerini ve daha sonraki dönemde de örnek insan olma özelliğini devam ettirdi. Mekke bölgesinde kıtlığın yaşandığı senede bile çadırına uğrayan hiç kimseyi ikramsız göndermedi.

Ümmü Mabed, özellikle kıtlık senesinde, gündüzleri çadırının dışına çıkarak gelen geçenlere bir şeyler ikram etmek için beklerdi. Saf, temiz, merhamet dolu kalbe sahip olan bu mübarek kadının çadırına uğrayanlardan birisi de Kâinat Güneşi Peygamber Efendimiz (asm) oldu. Ancak, kendisi misafirini henüz tanımamakta idi.

Çok sevdiği memleketinden ayrılmak zorunda kalan Peygamber Efendimiz (asm), sahabeleriyle birlikte Hicret yolculuğunu sürdürmekteydi. Yanında sahabelerinden; Sıddık-ı Ekber (ra), Amir ibn Füheyre ve Abdullah ibn Ureykıt bulunmaktaydı. Bu zatlarla birlikte Ümmü Mabed'in çadırına uğradı. Peygamber Efendimiz (asm), mertliğiyle ünlü kadına, süt olup olmadığını sordu. Ancak, o sırada hiç süt yoktu. Süt sağıp vermek imkânı da yoktu. Ancak, daha sonra Peygamber Efendimizin (asm) bir mucizesine şahit oldu.

Risâle-i Nur’da da (Mektubat, 1994, s. 150) aktarılan mucize, Ümmü Mabed'in gözleri önünde cereyan etmekteydi. Hiç sütü olmadığını söyleyen Ümmü Mabed'e, Peygamber Efendimiz (asm), orada bulunan bir keçiyi işaret etti. Hayvan gayet zayıf, sütsüz ve kısırdı. Peygamber Efendimiz (asm), keçinin sütünün olup olmadığını sordu. Ümmü Mabed, hayvanın sadece sütsüz değil aynı zamanda kansız olduğunu, hayvanın bu haliyle süt veremeyeceği karşılığını verdi. Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz (asm) keçinin sırtına mübarek elini sürdü, memelerini meshetti ve duâ etti. Akabinde; "Kap getirip sağınız" diye buyurdu. Peygamber Efendimiz (asm) ve Hazret-i Ebû Bekir süt içtikleri gibi, orada bulunan misafirler ve hane halkının tamamına süt ikram edildi. İkram sırasında kendisine süt verilen Ümmü Mabed, ilk evvel süt içmeye Peygamber Efendimizin (asm) lâyık olduğunu söyledi ve önce kendisinin içmesini istedi. Ancak, Peygamber Efendimiz (asm) herkese ikram edip içirdikten sonra kendisi en son sütü içen oldu. Bu mübarek hayvan süt verdiği gibi giderek güçlendi ve uzun süre süt vermeye devam etti.

Peygamber Efendimiz (asm), keçiyi sağıp herkese süt ikram ettiği gibi, bir kap daha sağarak Ümmü Mabed'e bıraktı. Ümmü Mabed de bu arada yemek pişirerek misafirlerine ikramda bulundu ve bir kısmını da yanlarına azık olarak verdi. Misafirleri ayrıldıktan bir süre sonra, kocası eve geldi. Hayvan sürüleriyle birlikte gelmişti. Evde sütü görünce şaşırdı. Sütün nereden geldiğini sordu. Çünkü, çadırda sağılacak ve süt verecek hayvan yoktu. Hanımı Ümmü Mabed; kendilerine nur yüzlü mübarek bir zatın misafir olduğunu söyleyip olanları anlattı. Kocası, kendilerine misafir olan zatın eşkalini anlatmasını istedi. Peygamber Efendimizin (asm) fiziki görünüşü hakkında bilgi veren ve kaynaklarda kendisinden nakledilen önemli rivayetçilerden biri olan Ümmü Mabed, Peygamber Efendimizi (asm), meâlen şöyle tasvir etti:

"Gördüğüm öyle bir zât idi ki, güzelliği besbelli idi. Şişman olmadığı gibi zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıklarındaki kıllar gümrahtı. Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı, konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi, yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi. Bakan kimse, ne kısa, ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinlerler, buyurduğu zamanda hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi. Ekşi ve asık suratlı değil, güleçti. Kimseyi kınamaz ve azarlamazdı."

Eşinin tatlı tatlı kendisinden söz ettiği, Peygamber Efendimiz (asm) hakkında daha önce duyum sahibi olan kocası; "Vallahi, bu zat, Mekke'de kendisinden bize sözü edilen Kureyşlidir. Ey Ümmü Mabed! Eğer ben ona rastlamış olsaydım, arkadaşlığına kabul edilmemi dilerdim. Yine de buna bir imkân bulmaya çalışacağım" demek suretiyle Peygamber Efendimiz (asm) hakkındaki duygularını dile getirdi.

Bilindiği gibi, müşrikler, Peygamber Efendimizi (asm) takip etmekteydiler. Bu takip sırasında Atike'nin de hanesine uğradılar ve Peygamber Efendimizin (asm) nereye gittiğini sordular. Cömert olduğu kadar zeki ve akıllı da olan bu mübarek kadın, öfkeli müşriklere, önce kimi aradıklarını sordu. Onlar da Peygamber Efendimizi (asm) tarif ettiler. Ümmü Mabed, önce hiçbir cevap vermeden sustu. Biraz daha zorlamaları ve nereye gittiğini bilip bilmediğini sormaları üzerine; kendilerinden bir şey anlamadığını söyledi. Daha sonra da, kendisine bir misafirin geldiğini ve kısır bir keçisinden bal gibi süt sağdığını, sözlerine ekledi. Ancak, nereye gittiğini söylemedi. Müşrikler kendisini tehdit edercesine sıkıştırmaları üzerine, hemen başından çekip gitmelerini, aksi takdirde kabilesini çağırıp üzerlerine salacağını söyledi. Müşrikler de Ümmü Mabed'in kabilesi içinde saygın bir yeri olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden daha fazla ısrar etmeden oradan ayrıldılar.

Atike, kocası ve küçük çocuğu ile birlikte, Peygamber Efendimizin (asm), Medine'de, huzuruna çıktılar. Baba oğul hemen orada iman ettiler. Kadınların arasında bulunan Ümmü Mabed'e ise Peygamber Efendimiz (asm) selâm verdi ve akabinde; zina işlememek, çocuklarını öldürmemek, iftira atmamak, hırsızlık yapmamak, hiçbir ma'rufa isyan etmemek üzere bağlılıklarını bildirmelerini söyledi. Hanımların hepsi kabul ve bağlılıklarını bildirdiler. Ma'ruf'un ne olduğunu soran Ümmü Mabed'e Peygamber Efendimiz (asm); "Ölünün arkasından bağırıp çağırmamak ve feryad ederek ağlamamak" şeklinde meâlen cevap verdi. Böylece Ümmü Mabed de iman edenlerin safına katılmış oldu.

İslâmiyet'le şereflenen Atike binti Halid, bir şeyler öğrenmek için her yola başvurdu. Öğrendiklerini hayatına tatbik etti ve en güzel şekilde yaşamaya çalıştı. Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliği sırasında ziyaretine gitti. Büyük halife kendisini gülümseyerek çok güzel şekilde karşıladı. Hal ve hatırını sorarak ikramda bulundu. Hazret-i Ömer'in (ra) halifeliğini de gören Ümmü Mabed'in ne zaman ve nerede vefat ettiği de kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, mübarek hayvanın Hazret-i Ömer zamanında da yaşadığı ve bol süt verdiği nakledilmektedir.

20.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004