Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Bediüzzaman'a göre dünya birliği (Evrensel Birlik) -3

—Geçen haftadan devam—

EVRENSEL BİRLİĞİN ENGELLERİ

Milliyetçilik

Başkalarının parçalanması ve yokluğu ile beslenen ırkçı yaklaşıma dayalı milliyetçilik anlayışı, çatışmaların kaynağı ve birlikteliğin en başta gelen engelidir. Bu engelin aşılması; farklılıkların bir zenginlik ve güç kaynağı olarak kabullenilmesi, ortak amaçlar doğrultusunda işbirliklerine gidilmesi yolu ile olabilir.

Savaşlar, ihtilâller, terör

Savaşlar, sadece yapıldığı zamana münhasır kalmayıp uzun yıllar birlik yaklaşımını olumsuz etkileyen en büyük engelleyicidir.

Bediüzzaman; “İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.” (İşaratü’l-İ’caz, Sayfa 49) “İki Harb-i Umumî, bu gaddar kanun-ı esasînin su-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi...” (Emirdağ Lâhikası, Sayfa 333) sözleri ile felâketlerin kaynağına ve tedavi yollarına dikkat çekmektedir.

Terörizm; uluslar arası barış, güvenlik ve istikrarı tehlikeye düşüren en önemli tehdittir. Dünyanın dört bir tarafında hemen her gün meydana gelen terör eylemleri terörizmin ulusal, coğrafî veya dinî sınırlar tanımadığını ortaya koymaktadır. Kaynağı, gerekçesi ve iddiası ne olursa olsun, terörizmi lânetlenmeli ve “insanlığa karşı işlenen bir suç” olduğu bütün ülkelerce kabul edilmelidir.

Terörü kullananların, aynı zamanda bazı dinî söylemleri istismar aracı olarak kullanmaları, o din adına hareket ettikleri veya o dini temsil ettikleri anlamına gelemez. Bu düşünce ve hareket tarzı, insanlığın ortak değerlerine dayanan medeniyete büyük zarar vermektedir. Teröre karşı ortak mücadele sürdürürken, terörizmin kaynağına inilmeli, hangi etkenlerin kişileri şiddete veya terör gruplarına ittiğinin se-beplerini de tespit ederek bu sebepleri ortadan kaldıracak politikalar üretilmesi gerekmektedir.

Siyasallaşma

Siyaset, toplumların ve devletlerin yönetim stratejileri olarak bir realitedir. Burada siyasetin birlikteliğin engeli olarak ele alınmasının sebebi din ve milliyet eksenli siyasî yaklaşımlardır.

Din umumun malı olmayıp, siyasî amaçların malzemesi olduğu zaman, birliğin değil, çatışmaların sebebi olması kaçınılmazdır.

Milliyet odaklı siyaset ise, kabile hayatına yönelik olduğundan ve başkasının yokluğu üzerine bina edildiğinden, en büyük çatışma sebeplerinin başında geldiğine insanlık tarihi şahittir.

Cehalet

Bediüzzaman; “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhı ile cihad edeceğiz” sözü ile cehaletin engelleyici yönü ile ittifakın kaynaştırıcı yönünü nazarlara vermektedir.

İstibdatın hayat bulması

Baskı rejimi, sefaheti ve zilleti de beraberinde getirir. Böyle bir medeniyet, medeniyet değildir. Bu medeniyet, insanları fakir, sefih ve ahlâksız eder. Bediüzzzaman; böyle bir medeniyet yerine “bedeviyeti tercih” edeceğini söyleyerek, bunun kabul edilemezliğine işaret etmektedir. (Tarihçe-i Hayat, Sayfa 68)

Önyargılar

Önyargılar, soğuk savaş yıllarının menfî stratejilerinin sonucu, maksatlı yönlendirme ve manüplasyonların ürettiği düşmanlık duygularını sürdüren olumsuz tutumlardır. Düşmanlık ateşini körüklemenin arkasında mutlaka gizli maksatlar vardır. Bunlar başlangıçta anlaşılmayan, fakat sonradan su yüzüne çıkan, senaryo yazarlarının oluşturduğu zehirleyici çirkin oyunlardır.

Önyargılardan sıyrılmanın yegâne çaresi; dürüstlük, samimiyet ve açıklık politikası takip etmektir. Böylelikle yanlış anlamaların, aldatma ve oyun girişimlerinin, bilgi eksikliğinden kaynaklanan önyargıların ortadan kalkacağı muhakkaktır.

Ümitsizlik ve tembellik

Âcizlik, ümitsizlik verir. O da bütün gelişmelere engel teşkil eder. İnsanları tembelliğe iter. Bediüzzaman bu hastalıklardan kurtulmanın çaresini şu sözleriyle göstermektedir: “…mârifet ve fazîletten demiryolunu yapınız; tâ ki, meşrûtiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemâlâta binip ve terakkiyât tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek size selâm etsin.” (Münâzarât, Sayfa 30)

Dünya birliğine Risâle-i Nur’un etkisi

* Bediüzzaman Said Nursî, İslâm düşünce dünyası ve İslâm tarihinde yeni ufuklar açacak özgün görüşlere sahiptir.

* Dinin siyasetin oyuncağı değil, siyasetin dine hizmet ettirilmesi hususu, kesin hatlarla ön plana çıkarılmıştır.

* Demokrasi, hak ve hürriyet kavramlarına özgün tanımlamalar ve açılımlar getirmiştir.

* Asr-ı Saadet yaşayış ve hizmet modelini asrımıza taşımıştır.

* Dinler arası diyalog yaklaşımına, kabul edilebilir farklı bir boyut kazandırmıştır.

* Kur’ân’ın asrımıza bakan yorumuyla pozitif bilim ve din ilimlerini barıştırmıştır.

* Felsefenin insanlığa faydalı olan kısımlarını kabul ve felsefenin Kur’ân’ın emrinde olması gerektiği şeklinde bir yaklaşım getirerek, Doğu ile Batı uzlaşmasına büyük katkı sağlamıştır.

* Risâle-i Nur, Kur’ân’ın orijinalliğini günümüze reformist bir yaklaşımla değil, yenileyici bir yaklaşımla taşımıştır.

* Bediüzzaman, Risâle-i Nurla yepyeni bir mantık ve mantalite ortaya koymuş, insanlığın evrensel birliğinin mayası olabilecek müşterek noktaları öne çıkarmıştır.

23.02.2007


 

Soru - Cevap

Soru:

Bediüzzaman Hazretleri, atomdan küçük “esir” maddesi olduğunu bildiği halde, Şuâlar’da ve başka yerlerde atomun bölünemez, yani cüz-i lâyetecezza olduğunu söylüyor. Neden atoma bölünemez demiştir? Hem şimdi atom bölünebiliyor?

Cevap:

Atom ile ilgili teoriler ilk defa eski Yunan’da milâttan önceki dönemlerde ortaya atılmıştır. Kelime olarak da “atomos”, yani bölünemez mânâsına gelir.

Eski bilim adamları, atomu inceleyecek ya da görecek imkânları olmadığı için, konuya felsefî olarak bakmışlar ve en küçük zerreye böyle bir isim vermişlerdir. Ne kastettikleri tam olarak bilinmemekle birlikte, şimdi bildiğimizi kastettikleri tahmin ediliyor. İslâm dünyasında da bu ifadeye ve Yunanca mânâya sadık kalınarak “cüz-i lâyetecezzâ” denilmiştir. Atom bölündükten sonra da literatürde büyük karmaşaya sebep olacağı için, kimse bu kelimeyi değiştirmeyi düşünmemiştir. Bu tür kelimelere “galat-ı meşhur” denilir ve kullanılmaya devam edilir. Bu tür o kadar çok kelime vardır ki, kimse kelime mânâsına bakmaz. “Galat-ı meşhur, lûgat-ı fasihten evlâdır” diye de meşhur bir söz vardır.

Bahsettiğiniz gibi, Risâle-i Nur’da esir maddesi gibi konulardan ve zerreden bahsediliyor. Kâinatın yaratılışındaki safhalardan bahsediliyor. Bunların hepsi atom altı parçacıklarla ilgili bilgilerdir. Demek ki, bu konular da Risâle-i Nur müellifi tarafından bilinen ve kabul edilen konulardır.

Eğer yine gerekli görülürse, galat-ı meşhurları düzeltmek o sahadaki kişilerin ya da yanlışı ilk fark edenin vazifesidir.

Bunun düzeltilmemesinin en önemli sebeplerinden birisi de, atom hakkındaki önceki “bölünemeyen en küçük parça”, yani “cüz-i lâyetecezzâ” ifadesine, “özelliğini kaybetmeden” ifadesinin ilave edilmesiyle doğru hale gelmesidir.

Bu gün de, yani modern ilim tarafından “özelliğini kaybetmeden bölünemeyen en küçük parça” ifadesi, atom ya da “cüz-i lâyetecezzâ” için bir mânâda doğrudur.

23.02.2007


 

Korkularımız

İnsanın ruh halini en belirgin şekilde etkileyen hâl, olaylara bakışı ve çevresinde yaşanan olayların âleminde ne ifade ettiği olmalıdır. Bu anlamda sağlam bir ruh halinin temeli, sağlam ve ayakları yere basan bir varlık algısıdır. Hayatın anlamlandırılmadığı bir ferdin dünyasında olayların yansıması hep sıkıntılı olacak ve bir kitap şeklinde insana ulaştırılan varlık ve kâinat bütün anlamını yitirecektir. Bu belirsizlik ve bağlantısızlık hâli ferdin dünyasında ciddî endişe ve korkuların kaynaklığını teşkil eder.

Günümüz toplumunun en önemli problemlerinden birini psikiyatri biliminin "anksiyete bozuklukları" şeklinde tanımladığı hastalık grubu oluşturmaktadır. Bu, dinî yaşantıya önem veren ya da İslam dininin şekillendirdiği bir hayat şeklini tercih eden sosyal kesimde vesveseler şeklinde gözlenmektedir.

İnsan vücudunun işleyişinde biyolojik ve sosyal faktörlerin, psikolojik sonuçları doğurduğu kabul edilmektedir. Aslında sosyal faktörlerin içinde ele alınması gereken çok sayıda çevre faktörü de psikoloji üzerinde etki etmektedir. Beslenme, çevreden gelen koku ve ışıklar, karşılaşılan insanların yüz ifadeleri, kulağımıza ulaşan seslerden başlayan ve uzaydan dünyaya ulaşan yıldızların ışıkları ve nötrinolara kadar bir dizi faktör bedenimiz ve psikolojimiz üzerinde etkili olmalıdır. Sonra görünen âlemin ötesinde görme sınırlarımız ve algılarımızın ötesinde hayal, misâl ve ruhlar âlemi gibi pek çok farklı varlık boyutunun günlük yaşantımız, bedenî fonksiyonlarımız ve psikolojimiz üzerinde şu an bilemediğimiz ve tespit edemediğimiz etkileri var olmalı. İnsan ve onun psikolojisinin tarifi yapılırken bütün bu faktörler dikkate alınmalı ve problemlere çözüm arayışı içine girilirken kâinat-insan bütünlüğü göz ardı edilmemelidir. Bilimsellik ve pozitivizm adına inkâr edilen bazı şeyler insan ve dolayısı ile hastalıklarının tanımını çok sınırlı bir varlık alanına hapsetmekte, sığlaştırmaktadır.

Günlük yaşantıda karşımıza çıkan problemler ve varlığımızın, ruh ve beden olarak başka âlemlerle irtibatını dikkate alan bir yaklaşım örneği Yirmi Birinci Söz'ün İkinci Makamı'nda ortaya konmuştur. İnsanlık âleminin psikolojik rahatsızlıklarından ve belki de en önemlilerinden olan vesvese ile ilgili bölümün başına “Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ya Rabbi, sana sığınırım” (Mü'minun Sûresi: 97-98) meâlindeki âyetlerin konmuş olması bu anlamda üzerinde durulması gereken bir konudur. Kur'ân-ı Azîmüşşân, maddî âlemde yaşanan bir problemi, şehadet âleminin önümüze koyduğu bir hâli farklı bir âlemle irtibatlandırmaktadır. Bu da günlük yaşantımızda, ruh halimizde, psikolojimizde yaşadığımız hallerin madde ve mânâyı birlikte kuşatan bir bakışla algılanmasına ve tarifine örnektir. Bu bakış maddî âlemde meteor düşmesi ya da yıldız kayması olarak gözlenen bir halin şeytanların recmedilmesi şeklinde ortaya konulabilecek derecede genişliğini yansıtmaktadır.

Maddî âlemde tezahürleri ile vesvese, anksiyete tanımına uymaktadır. Amerikan Psikiyatri Kliniği'nin belirlediği kriterler çerçevesinde yapılan tanım: "Otonomik sinir sisteminin hiperaktivitesine bağlı somatik belirtilere eşlik eden, korku hissi ile belirli patolojik bir durumdur. Belirli bir sebebe cevap olan korkudan ayrılır." Burada ifade edilmek istenen şudur: İnsan bedeninin fonksiyonlarında çok önemli bir rol üstlenen sinir sisteminin iki tür işleyişi vardır. Biri bizim isteklerimizle şekillenir ve istemli adını alır. Meselâ elimizi kaldırmamız, yürümemiz, gözümüzü kapamamız kendi istek ve irademizle olan işleyişlerdir. Bu işleyişlerde sinir sistemi ve isteklerimiz arasında bir irtibat vardır. Sinir sisteminin diğer tür bir işleyişi ise istemsiz hareketler şeklindedir. Kalp atışlarımız, belirli dış uyarılara cevap olarak kan damarlarındaki değişiklikler, utanınca cildimizin kızarması gibi durumlar isteğimizin haricinde cereyan eder. İşte korku ânında da kalp atışlarımızın hızlanması, benzimizin atması, nefes alıp verme sıklığının artması ve kalbimizin yerinden çıkacak gibi olması bizim kontrolümüz dışında istemsiz işleyen sinir sisteminin bir fonksiyonu olarak ortaya çıkar. Dışarıdan bir uyarı ya da korkutacak bir sebep varken bu gayet fıtrî ve bedenin normal işleyişinden kaynaklanmaktadır. Ancak bazen dışarıdan bu durumu oluşturacak herhangi bir sebep yokken bu sonuçlar ruh âleminde ve psikolojik boyutta yaşanır. Kişi, karşısında korkunç bir köpek varken hissettiği ve yaşadığı bedenî değişiklikleri, böyle bir uyarıcı sebep yokken yaşar. Şuur planında da bunu izah edecek bir sebep bulamaz. Sanki iç âleminde korku sebebiyle oluşan olaylar zincirini başlatan bir düğme vardır ve zaman zaman bu düğmeye içeriden böyle bir sebep olmaksızın basılmaktadır.

Korkunun çoğunlukla kaynağı güvensizlik ve yalnızlıktır. Fıtratının derinliklerinde acz ve fakr hep var olan insan, doğduğu andan itibaren bir himayeye muhtaçtır. Yalnızlığa müsait olmayan fıtratı hep bir sığınak arayışı içindedir. Bu, ana rahminden şehirleri dolduran gökdelenler şeklindeki barınaklara kadar uzanan farklı şekillerde tezahür eder. Doğduğunda ağlayan çocuk bir ölçüde ana rahminin güvenli ortamından çıkmanın sıkıntısını dile getirmektedir. Evinden, memleketinden uzaklarda insanın hissettiği tedirginlik ve huzursuzluk aynı refleksin uzantısı olmalıdır.

Aslında her ruh, ruhlar âleminden şehadet âlemine gelmişliğinden dolayı özünde bu sıkıntıyı, vatanından uzaklık duygusunu barındırmaktadır. Hele dünyada aslî özelliklerini ve gerçek vatanını unutup orada kulluk sözü verdiği Rabb-ı Kerim'in mutlak şefkatini ve her an yanında olduğunu hissedecek ruh halinden uzaklaşmışsa, ruh boyutundaki tedirginlik daha fazla olacaktır. Elest meclisinde verilen sözlerin muhakkak ruhumuzun derinlerinde bir yerlerde yansımaları ve izleri olmalıdır. Bu yüzden belki de zaman zaman efendisinden kaçmış köle ruh halini yaşıyoruz. Başıboş algıladığımız varlık âlemi içinde kendimizi güvensiz ve yalnız hissediyoruz. Vehimler üzerine binâ edilmiş varlık algısı bizi akıl almaz ölçüde korkutuyor ama bu korkularımızdan da kaçış halindeyiz. Bu da bizleri çözümsüzlükler yumağı olan bir kısır döngüye itiyor. Gece yatağınızdan bir tıkırtıyla uyanıp pencerede bir gölgenin hareket ettiğini gördüğünüzde yapılacak en doğru şey, bu olayın aslını anlamaya çalışmak olacaktır. Bu gölgenin bir hayalet ya da hırsız olduğu vehmi ile yorgana gömülüp sabahı korku ve kan ter içinde etmek, sabah havanın aydınlanması ile üstteki komşunun balkona astığı çarşaf yüzünden geceyi kendimize büyük bir azaba çevirmemiz sonucunu doğurabilir. Oysa ışığı yakıp da olan biteni anlamaya çalışmak, bütün kâbusun beş dakika sonra rahat yatağında uyku şekline dönüşmesi olabilirdi. Varlık âleminin karanlığı içinde bizleri korkutan çarşaflardan kurtulmanın tek yolu, iman nuru ile eşyanın hakikatini anlamaya çalışmak olmalıdır.

23.02.2007


 

Ahmet Hüsrev Altınbaşak (1899 -1977)

Ahmet Hüsrev 1899 yılında Isparta’da doğdu. İlk eğitimini ailesinden aldı. Önce İdadî mektebine girdi ve burayı bitirdi. Birçok insan gibi, kendisi de eğitimini tamamlayamadan ara vermek durumunda kaldı. Çünkü, Osmanlı Devleti uzun yıllar devam eden savaşlara girmek zorunda kalmış ve bu savaşlarda eli silâh tutan hemen herkes cepheye koşmuştu. Ahmet Hüsrev de diğer vatan evlâtları gibi savaşa katıldı. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılara karşı açılmış bulunan Batı Cephesi’nde bulundu ve düşmana karşı savaştı.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1931 yılına gelinceye kadar geçen zaman zarfında Ahmet Hüsrev’in meşguliyeti hakkında fazla bir bilgi ve ayrıntı yoktur. 1931 yılı ise hayatının dönüm noktasını oluşturacak ve çok büyük değişikliklere sahne olacaktır. Bilindiği gibi, Bediüzzaman Hazretleri 1926 yılından itibaren sürgün olarak Isparta’ya getirtilmiş ve Barla’da zorunlu ikamete tabi tutulmuştu. Bu sürgün, aynı zamanda iman hizmetinin tohumlarının serpiştirilmesinin ve Risâle-i Nurun neşrinin başlangıcını teşkil eder. Ispartalı olan Ahmet Hüsrev’in Bediüzzaman ve Risâle-i Nurla tanışması ise, 1931 yılında olmuştur.

Ahmet Hüsrev, Bediüzzaman Hazretleri ile tanıştıktan sonra mesaisinin büyük bir kısmını iman ve Kur’ân hizmetine adadı. Çok kıt imkânlar içinde yazılmaya başlanan Risâle-i Nurların el yazılarıyla çoğaltılarak ülkenin muhtelif beldelerine gönderilmesi ve insanlara ulaştırılması, dönemin en büyük görev ve hizmetlerinden biri idi. Hem okuma yazma bilen son derece az olduğu gibi, hem de bu işe kendini vakfeden insanlar büyük bir baskı ve hapsi de göğüslemek zorunda kalmaktaydılar. Bu yazma işinde büyük bir hizmeti ifa edenlerden birisi de kuşkusuz Ahmet Hüsrev oldu. O artık, Risâle-i Nur kâtiplerinden biri idi.

Ahmet Hüsrev’in ifa ettiği en büyük hizmetlerden bir tanesi de tevafuklu Kur’ân-ı Kerim’i yazması oldu. Bediüzzaman Hazretlerinin arzu ve isteği doğrultusunda ve aynı zamanda tarifleri, yol göstermesi çerçevesinde Kur’ân-ı Kerim’i yazmaya başladı. Zaten var olan ve o zamana kadar açık bir şekilde bilinmeyen tevafukların ortaya çıkarılmasına vesile oldu. Onun bu hizmetinden sonra tevafuklu Kur’ân-ı Kerim insanların istifadesine sunulmuş oldu. O günden itibaren insanların Kur’ân’ı okumadan kaynaklanan huzur ve saadetleri bir kat daha arttı. Dikkatlerin Kur’ân’dan başka taraflara kaydırılmaya çalışılan bir dönemde, bu hizmetin ifa edilmesi büyük hayırlara vesile oldu. Ahmet Hüsrev Kur’ân-ı Kerim’i dokuz kez yazdı. Güzel hattıyla da aynı zamanda daha kolay okunmasına vesile oldu.

Risâle-i Nurun elle yazılıp çoğaltıldığı ilk dönemde Ahmet Hüsrev’in çok büyük hizmeti oldu. Hattının güzel olmasının da etkisiyle Nurun önemli kâtiplerinden biri oldu. Bu hizmete atıldıktan ve yaptığı işlerden dolayı Bediüzzaman Hazretlerinin övgü ve iltifatlarına mazhar oldu:

“Âhiret kardeşlerim ve çalışkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Refet Bey, Sözler namındaki envâr-ı Kur’âniyede üç keramet-i Kur’âniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi gayret ve şevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiğimiz üç ise: Birincisi: Telifinde fevkalâde suhulet ve sür’attir… On Dokuzuncu Mektup, iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfında mecmuu on iki saat eder-kitapsız, dağda, bağda telif edildi. Otuzuncu Söz, hastalıklı bir zamanda, beş altı saatte telif edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan Cennet bahsi, bir veya iki saatte, Süleyman’ın dere bahçesinde telif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman bu sürate hayrette kaldık. Ve hâkezâ... Telifinde bu keramet-i Kur’âniye olduğu gibi... Üçüncü keramet-i Kur’âniye: Bunların okunması dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse, okundukça zevk alınıyor, usanılmıyor. İşte, siz dahi dördüncü bir keramet-i Kur’âniyeyi ispat ettiniz. Hüsrev gibi, kendine tembel diyen ve beş senedir Sözleri işittiği halde yazmaya cidden tembellik edip başlamayan bir kardeşimiz, bir ayda on dört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şüphesiz dördüncü bir keramet-i esrar-ı Kur’âniyedir…” (Mektubat, s. 343)

“Hüsrev gibi Nura müştak ve dirayetli” (Lem’alar, s. 50), “Risâle-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı…” (Lem’alar, s. 138).

Bediüzzaman Hazretleri, kendisine mektup yazıp ismini Risâle-i Nurda zikrettiği gibi, muhtelif zamanlarda kendisinden de duygularını ifade eden mektuplar almıştır: “Sevgili Üstadımız, Efendimizi, Garazkâr raporlarıyla hakkımızda Afyon adliyesini pek büyük bir dikkate sevk eden ve sekiz aydan beri şiddetli bir tazyik altında siz sevgili Üstadımızı yaşatan, biz talebelerinizle birlikte Afyon hapsinde temâdi-i mevkufiyetimize sebep olan ve Nurun kabil-i inkâr olmayan muciznümâ hakikatlerini hasûdâne nazarla mütalâa eden ehl-i vukuf ulemasına, … o muhterem allâmelerin ehl-i imanı, hususan hamele-i Kur’ân’ı müdafaa ve muhafaza en büyük vazifeleri iken, Afyon adliyesini aleyhimize teşvik edip tahrik eden … Kur’ân’ın en büyük hakikatlerini muhtevî Risâle-i Nur’u müdafaa etmek şöyle dursun, en tehlikeli vakitlerimizde cephe alan … imhânıza susayan insafsız düşmanlarınızın en dehşetli savletleri karşısında … imdadınıza yetişmiş, titreyen zeminle dâvânızın doğruluğunu tasdik etmiş. İlâhî ve melekûtî bir kudretle mübarek kaleminizden çıkıp yükselen “Zafer bizimdir.” beşaretlerinizi ihtar ile, bizleri siz sevgili Üstadımıza çok minnettar eylemiştir. … Çok kusurlu talebeniz Hüsrev.” (Şuâlar, s. 457-58).

Bediüzzaman Hazretleri ile birlikte talebeleri de büyük sıkıntılar çekmekte ve baskılara maruz kalmaktaydılar. Ahmet Hüsrev de bunlardan nasibini aldı. Sırasıyla Eskişehir (1935), Denizli (1944), Afyon (1948), Isparta (1960), Eskişehir (1971)’de tutuklama ve muhakemelere maruz kaldı. Bursa, Bergama, İzmir ve Buca cezaevlerinde yedi yıl hapis yattı. 1899 yılında başlayan, 1931 yılından itibaren iman ve Kur’an hizmetiyle devam eden dünya hayatı 1977 yılı Ramazan ayında İstanbul’da nihayet buldu. Kendisi tarafından kurulan Hayrat Vakfı, geride bırakmış olduğu tevafuklu Kur’ân-ı Kerim’i neşretmeye ve bu güzel hizmeti insanlarımızın hizmetine sunmaya devam etmektedir.

23.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004