Adalet; yalnızca mahkemelerde cereyan etmez. “Her şeyi yerli yerine koymak!” tarifinden hareketle atomdan galaksilere ve nihayet kâinatın tümünde geçerli... Açarsak;
Atomun alt parçaları elektron, nötron, fotondan diğer iki yüz parçaya; hücreden uzuvlara (el, parmak, ayak, göz, kulak, saç vs.), ağaçlardan yaprak ve meyvelerine kadar her şeyde bir ölçü ve dengenin bulunması; fıtrî adalettir. İnsan da bu kâinattan süzülmüş olduğuna ve hür irade ile donatıldığına göre; onlardan geri kalmamalı ve âdil olmalı. Ki, kâinatın yazılış şekli İlâhî fermanda da bu hakikat nazara veriliyor:
“Adalet üzere olun ve Allah için şâhitlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir.”1
Kişileri, yöneticileri, siyasetçileri değerlendirirken âdil olmak gerektiği gibi, cemaat, meslek ve meşreplere de hakkaniyetle yaklaşmalı. Tabiî ki, önce adaleti kendinden başlayarak uygulamalı. Herhangi bir haksızlık yaptığımızda nefsimizi avukat gibi müdafaa etmemeli:
* Bir Müslüman’ın bütün halleri Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, kâfirin de bütün halleri kâfir olmak lâzım gelmez. Bir insanın bir sıfatı câni ve kâfir de olsa, o sıfat sahibi câni olmaz.2
* “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez...”3 âyeti, suçların şahsiliğini nazara veren cihanşümûl bir hukuk kaidesidir. Buna göre, bir kişinin işlediği bir suçtan dolayı cemaati sorumlu tutmak, bu prensibe uymaz.
***
Asırlar öncesinin adalet anlayışından bu çağın kaba ve zalim insanlarının alacağı büyük dersler olmalı:
Molla Fenari (1350-1431) Osmanlı Şeyhülislamı olmadan önce Bursa kadısı/hâkimidir.
Adamın biri, at pazarından bir at satın alır. Ne var ki, alış verişin ardından hasta olduğunu fark eder. Geri vermek ister; ancak satıcının zorluk çıkarmasından endişe eder. Önce kadıya müracaat edip işini sağlama bağlamak ister.
Mahkemeye gittiğinde kadıyı (Molla Fenari) yerinde bulamaz. İşini ertesi güne bırakır. Fakat at, o gece ölür. Ertesi gün kadıya giderek durumu aynen anlatır. Molla Fenari:
“Senin zararını ben ödeyeceğim” der.
Adam hayretle, “Niçin siz ödeyeceksiniz, kabahat sizin değil ki?”
“Öyle görünüyor, ama, aslında benim suçum büyük. Eğer dün beni makamımda bulsaydın, atı geri verir, paranı da alırdık. At da, sahibinin elinde ölmüş olurdu. Senin zararına benim mahkemede bulunmamam sebep olduğundan zararını benim ödemem gerekir.”
***
* “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.”4
* Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi (hayat düğümü), dayandığı gerçek hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer eserlerine ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise olumlu; olumsuz yönleri olumlu cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.
* Bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten (sayıca) veya keyfiyeten (nitelikçe) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.
* Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir.5
* Hasenâtı seyyiâtına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler, mağfiret ve affa müstehaktırlar.6
Dipnotlar: 1- Kur’ân, Nisâ, 135.; 2- Sünuhât, s. 40.; 3- Kur’ân, Fâtır, 18.; 4- Lem’alar, s. 91.; 5- Mektûbât, s. 354.; 6- Münâzarât, s. 13.
12.12.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|