Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

İsveç, Avrupa'da model olma yolunda



İsveç denilince bir çok insanın hatırına sefahat gelebilir. İslâmla ilintili tarihinden getirdiği hürriyetin bolşevik yazar ve teorisyenlerle tahrip ettiği ülkeyi de çağrıştırır. Bilhassa cinsellik ve dinsizlik yolunda çok hızlı olan Wilhelm Reich´ın üç sene boyunca kitaplarıyla bozmaya çalıştığı İsveç´in muhafazakâr ahlâk kurallarına göre tedaisi pek müsbet değildir. Freud ve takipçilerinin netice itibariyle sebep oldukları 'Avrupa Cinsel Devrimi´nin en yıkıcı neticelerinin Kuzey Almanya ve İskandinav ülkelerinde ortaya çıkması da, tarihin kalın çizgileriyle tesbit ettiği hadiseler olduğundan, Kuzeylilerin ahlâkî notları düşük olarak belirlenir. Araştırmacılar, genellikte İsveç, Norveç ve Finlandiya´yı birlikte söz konusu ederler bu hususta.

Geçenlerde Alman Der Spiegel dergisi, İsveç´te hayat kadınlığının yasaklandığını yazdı. Alt başlık daha da dikkat çekiciydi: "Mutlu hiçbir fahişe yoktur!" Alt bölümlerde yasaktan sonra, fahişelikte ve kadın pazarlamada çok büyük düşüşlerin görüldüğünü dergi kaydediyor. Dünya genelinde bu istikamette ilk kanunu çıkaran İsveç Parlamentosu, sebep olarak kadının içine düştüğü dehşetli hâli göstermiş. Ailevî, yakınlarının ihaneti veya başka sebeplerle kötü yola düşen kadınların kısa bir süre sonra uyuşturucuya müptelâ olduklarını ve daha sonra da psikolojik hastalığa yakalandığını Andrà Anwer haber veriyor.

Mecliste sosyaldemokrat, Yeşiller ve sol partilerin ortak kararıyla yasaklanan fuhuş ticaretine halkın yüzde sekseni destek vermiş. Muhafazakârların hadisenin illegal ve yeraltına çekilmesi endişesine halk katılmamış. Polis müfettişi Jonas Trolle´ye dayandırılan habere göre, Stockholm´da 105-130 hayat kadınına karşılık, Oslo´da 5000 hayat kadını varmış. Fuhuş ve kadın ticareti belâsıyla boğuşmayan hiçbir AB ülkesinin olmadığı Avrupa´da, yılda İsveç´e 400-600 arası hayat kadını sokulduğu halde Finlandiya´da bu rakam 10 bin-15 bin arası değişiyormuş. Bilhassa Rusya´ya sınır yakınlığından dolayı bu belâya müptelâ olmuş Finlandiya da, İsveç´e benzer bir çareye başvuracakmış.

İsveç kanunu çok ilginç metodlarla uyguluyormuş: Hayat kadınlarıyla beraber yakalanan erkeklerin en büyük korkusu, sicillerine 'zanî' olarak yazılması. Toplum baskından fuhuş beklenmedik düzeyde düştüğü gibi, cezaya çarptırılmış çok büyük bir oran da yokmuş.

İsveç´in tedbiri yalnızca kanunla da kalmıyor. Fuhuşun, kadın ticaretinin ve buna benzer ahlâksızlıkların zararları, okullarda da ders olarak veriliyormuş.

Norveç´in, bilhassa fakir ülkelerden getirilen kadınlarla başı dertte olunca, komşudaki başarıyı incelemeye aldığını da aynı kaynaklardan öğreniyoruz.

Kadınların insanın kıymetiyle ters orantılı olarak pazarlanması, sonra uyuşturucuya alıştırılması ve neticede aklını kaybetmesi sürecini İsveç polisi dikkatlice incelemiş ki, milletinin huzuruna sebep olacak çareyi parlamentolarında karar altına almışlar.

İsveç´in aldığı bu karar, belki de Kuzeylilerin 'Cinsel Devrim'e karşı atakları olarak anlaşılabilir. Kanaatimizce bu akıllı halk, insanlığa büyük zarar veren bir musibete karşı akıllıca tedbir almış. Dinsizlik ve sefahatin kötü neticelerinin ortaya çıktığı bir toplum; -eğer hürriyetleri ellerinde ise-elbette kendisini koruyacak çarelere baş vuracaktır.

İsveç´teki hürriyet, bizdeki sanal hürriyete hiç benzemediğinden, kendileri için faydalı olana korkusuzca karar veriyorlar. Sivil toplum örgütlerini, dışardan gelen paralar yönlendiremediğinden, pek az ülkeye nasip olacak bir demokrasiye ulaşmışlar. Buradaki Müslümanlar kanunlar çerçevesinde hürriyetlerini şahane yaşayabildikleri gibi, diğer insanlar da insanî her hareketinde şahane hür. Dünyamızın bu soğuk ülkesi, insanlarını hürriyet, sosyal devlet, adalet ve yüksek medeniyetle ısıtmaya çalışıyor. Her ne kadar İsveç halkı bu uğurda bir başbakan ve Anna Land gibi kıymetli bakanlarını kaybettiyse de, doğruyu söylemekte geri kalmıyor.

İsveç´teki Müslümanların, camileri sosyal hayatlarının ana merkezleri olarak kabul etmelerini, İsveç hükümeti de onaylıyor. Camilerin bir çok giderini devlet "sosyal giderler fonundan" ödüyor. Buradaki Müslümanların ibadethanelerinde dinî olarak organize olmaları, diğer Avrupa ülkelerinden çok daha rahat ve kolay oluyor. İsveç´teki sivil-toplum örgütlerinin üzerinde çok durdukları bir başka kötü alışkanlık da alkol. İş gücünü azaltan, sağlık sektörüne büyük yükler getiren ve aile hayatını felç eden alkole karşı mücadele de, parlamentoda yavaş yavaş hareketleniyor. Dışarıdaki efkâr-ı ammenin dalgalar halinde meclislerine yansımaları, İskandinav ülkelerindeki hürriyete dayalı rejimlerde çok daha net görülüyor.

İsveç´in bir başka özelliği ise dünyanın tâ diğer ucunda insana bir haksızlık yapılsa, hak namına ve insanın şerefini kurtarma adına gidip o haksızlığa müdahale ediliyor. Nüfusun küçüklüğü, çoğu insanlara dudak büktürebilir. Fakat unutulmaması gereken bir hakikat var: "Bir dane-yi hakikat, bir batman yalanı yakar, yok eder."

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Anlatmak ve söylemek



Herkes hikâyeler anlatıyor bize. Durmaksızın anlatıyorlar. Uzun uzun anlatıyorlar. Bıkmadan, usanmadan, dinlenmeden anlatıyorlar.

Bazen bir televizyon dizisi, bazen sinema filmi, kimi zaman bir DJ, kimi zaman içli bir şarkı olarak çıkıyorlar karşımıza.

Kimisi hüzünlü oluyor, ağlıyoruz. Kimisi komik oluyor, gülüyoruz. Kimisi heyecanlı oluyor, yerimizde duramıyoruz. Kimisi korkunç oluyor, ürperiyoruz.

Ama o kadar.

O kadar hikâye, hiçbir şey söylemeden bitiyor.

Bol bol hikâye dinliyoruz, hiçbir şey söylemeyen.

Ne bekliyoruz peki? Hayatın sırlarını işitmek mi? Belki. Ama biz dişe dokunur bir şeye de razıyız.

Ceviz kabuğunu mu doldurmalı? Olabilir. Ama incir çekirdeği boyutuna da itiraz etmeyiz.

Yepyeni gıcır gıcır mı olmalı? Neden olmasın? Ama yeni bir dille söylenmiş eski sözlerden de şikâyetçi olmayız.

Ama böyle dişimize dokunmayan, incir çekirdeğini bile doldurmayan, yüzlerce, milyonlarca kez anlatılmış hikâyelere de doyduk artık.

Ağladığımızla, güldüğümüzle, korktuğumuzla, heyecanlandığımızla kalıyoruz.

Ya sormaya, düşünmeye, anlamaya çalışırsak diye hiçbir şey söylemeden pek çok şey anlatılıyor. Sanki hislerimiz kaybolmasın diye her bir duygumuz teker teker yoklanıyor.

Tamam, hâlâ ağlayabiliyor.

Tamam, hâlâ gülebiliyor.

Hâlâ korkabiliyor, heyecanlanabiliyor.

Tamam, hâlâ insan. Ama sadece bu kadar insan olsun.

Sanki böyle deniyor.

Herkes hikâyeler anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor.

Ama kimse hiçbir şey söylemiyor.

Belki o kadar da kötü değil halimiz. Zira yüzlerce, binlerce yıldır yazılanlar, söylenenler var. Hatta belki o söylenenlerin çoğunu duymadık bile. Belki duyduk, yaşamadık, hayatımıza sindiremedik.

Belki bir şey söylemeden anlatanlara değil, hayatın anlamına dair söylenmiş olanlara bakmalıyız.

Belki gerçek hüzünlere, gerçek tebessümlere, gerçek korku ve heyecanlara yol almalıyız.

Belki bu bir şey söylemeden hikâye anlatılan çağda, çok şey anlatan yepyeni bir hikâye olmalıyız.

Belki de sadece susmalıyız.

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Ajanda köşesi



Konferans, panel, seminer, okuyucu buluşmaları gibi etkinliklerin duyurulduğu Ajanda köşemizde bundan böyle, mahallerde yapılan dar katılımlı, periyodik, rutin ve "hizmet içi eğitim" mahiyetindeki seminer ve masa çalışmalarının ilânları yer almayacak.

Umuma açık olarak gerçekleştirilecek sempozyum, kongre, konferans, panel ve Bediüzzaman Said Nursî adına tertiplenecek mevlidler gibi faaliyetlere ilişkin duyuruların aynı köşede neşri için ise, sosyal komisyonların, söz konusu etkinlikle ilgili kararı mahallerindeki meşveret heyetine onaylatmış olmaları şartı aranacak.

Yayın Kurulumuz, söz konusu tüm faaliyetlerin haberleştirilmelerinde de aynı şartları dikkate alacak.

***

Şehit Mehmet Oğuz

Muğla-Ortaca'dan yazan okuyucumuz Fahri Özkan'ın mesajı:

"Gazetemizde kardeşlerimizin üstad ve nur talebeleri ile alâkalı hatıralarını zevkle okuyoruz. Şehit Mehmet Oğuz Ağabeyle ilgili yazı bizleri çok duygulandırdı. Değerli çalışmalarınızın sonucu gazetemizin daha iyi bir seviyeye çıkacağına inanıyor ve dua ediyorum. Allah muvaffak eylesin."

***

Emniyet Müdüründen teşekkür

Antalya Emniyet Müdürü Feyzullah Arslan, hafta içinde Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz'e şu mesajı gönderdi:

"Gazetenizin 06.01.2008 tarihli nüshasında yer alan 'Holiganların bilet parası kulüplerden' başlıklı haberinizi okudum.

"Konuya gösterdiğiniz hassasiyet ve duyarlılık için teşekkür eder, başarılı çalışmalarınızın devamını diler, sevgi ve saygılarımı sunarım."

O günkü Spor sayfamızın manşetinde yer alan söz konusu haberde, futbol sahalarına girişi yasaklanan holiganların yüzde 40'ının bilet parasının kulüpler tarafından karşılandığı, deplasman maçlarında bu oranın yüzde 60'a çıktığı belirtiliyordu.

Maçlardan sonra çıkan asayiş olaylarında ciddî sıkıntı çeken polisin, bu karışıklıklarda başı çeken holiganların kimler tarafından desteklendiğinin deşifre edilmesine önem verdiği anlaşılıyor.

***

DP'de yeni başlangıç

Kâzım Güleçyüz'ün DP olağanüstü kongresini değerlendirdiği "DP'de yeni başlangıç" yazısı için Prof. Dr. Bünyamin Duran şu mesajı gönderdi:

"İşte bu kadar! Kraldan fazla kralcı kesilmeyen ve başka partilere oy vermiş insanları incitmeyen mükemmel bir yaklaşım. Tebrik ediyorum. Selâm ve dua ile."

***

Bahriyede 15 Yıl

Vira Bismillah köşemizin yazarı Vehbi Horasanlı'nın "Bahriyede 15 Yıl" isimli kitabı, geçtiğimiz günlerde Yeni Asya Neşriyat damgasıyla okuyucuların ilgi ve istifadesine sunuldu.

Arka kapak yazısında özetlendiği gibi, "Dinine ve milletine karşı sorumluluklarını yerine getirme konusunda tavizsiz bir Türk subayının, dinî yükümlülüklerini yerine getirirken amirleri ve çevresi tarafından önüne konan engelleri aşmada gösterdiği azmi, cesareti ve meşru direnişi"nin anlatıldığı kitabın önsöz yazısı, ASDER Genel Başkanı, Emekli General Adnan Tanrıverdi'nin imzasını taşıyor.

Ordu-din ilişkilerine dair öğretici ve düşündürücü bilgilerle yüklü kitabın büyük istifadeye vesile olacağı inancıyla yazarını kutluyor, başarılı çalışmalarının devamını diliyoruz.

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Duygularımın düşmanları



Ben şahsen olmak istediğim yerde olamıyorum ne yazık ki. Hayallerimle karanlıkları atlayarak aydınlıklara kanat açmak isterken karşıma hep kapkara karaltılar çıkmaktadır. Bu karaltılarla sersem olmakta, yolumu şaşırma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktayım çoğu zaman. Hayatımın her safhasında önüme çıkan engelleri aşmayı arzu etmekteyim, ama her zaman başaramamakta, bazen tökezlenen ayaklarım beni çıkılması zor çukurlara düşürmektedir.

Beni çekiştirenler, ayağıma pranga takanlar, güzelliklere kavuşmama engel olanlar vardır şu fani dünyamızda. Şu duygularımın düşmanlarını şikâyet ediyorum Her Şeyin Sahibine. Hayatım boyunca da, hep şikâyet etme azminde olmaya çalışacağım. Şikâyetimin geri çevrilmesi, duâlarımın menziline kavuşmaması için çaba gösterenler olacaktır elbette. Hayatların düşmanları sadece benim değil hepimizin aklını çelmeye, kalbimizi fesada uğratmaya çalışıyorlar. Bunlar bizlere, düşmanları dost, dostları düşman olarak gösteriyorlar.

Kurtulmalıyız ayağımızdaki prangalardan, temizlemeliyiz zihnimizdeki kazûrâtları. Hayat, hayatların düşmanlarıyla devam edemez. Hayatlara adavet besleyenlerin dünyaya ve insanlığa yaptıklarını hiç unutmamalıyız ve şikâyetlerimizi hiç geri almamalıyız. Arzuhalimizi hep beraber göndermeliyiz Adalet Sahibine...

Bıkmamalıyız hiçbir zaman kötülüklerle mücadeleden. Rahat uyumayı değil, hiç uyumayan düşmanları düşünmeliyiz her zaman bir ve beraber olarak. Onların uyumadığı bir âlemde gözlerimiz uyku tutmamalı. Çünkü bu hayata hayat katmak o kadar kolay değildir. Geçici hayatta hep rahatı düşünürsek sürekli hayattaki rahatlıklara kavuşamayacağımızı unutmamalıyız. Bu sebeple bizleri geçici lezzetlere meftun etmek isteyen nefislere karşı hep isyanlarda olmak istemeliyiz hayatımız boyunca.

Zihinlerin malumat kirliliğine maruz kaldığı bu zamanda işimiz kolay değildir şüphesiz. Seçicilikte zorluk çekmek, zamanımızın tehlikeli bir hastalığıdır. Doğru yolları takip ederek aydınlık ülkelere varmak için büyük çabalara ihtiyaç vardır. Bunun için de behemehâl unutma hastalığından kurtulmamız gerekmektedir.

Her nefeste hatırlanması gereken gerçeklere sığınmamız elzemdir. Nefeslerin sahibini aramamız gerekir. Nefeslerin sahibini bulup hiç ayrımlamamız gerekir. Hep Ona sığınmalı, Ondan yardım istemeli, nefeslerin sahibi olan O yüce Yaratıcıyı bizlere unutturmak isteyen nefislere aldanmamalıyız. İblis'in avaneleri bizi bizden, bizi Sahib-i Hakikimizden uzaklaştırmamalı. Onun için uyanık olmalı, onun için nöbetleri terk etmemeliyiz.

Kâinatı düşünmeli, dünyaların yaratılış hikmetini bulmalıyız. Yaratıcıyı tanımalı, bu geçici dünyaya insanların neden gönderildiğini bilmeliyiz. Bulmazsak gerçekleri, bilmezsek doğruları çıkamayız muammalı sırların içinden. Yazık olur insanlığımıza o zaman.

Bütün muammâlar inançla çözülebilmekte, bütün sırlar iman edilerek bilinmektedir. Bütün mahlukatı yaratan ve terbiye eden Rabb-i Rahîme iman edenler, Onun insanlığa gönderdiği muallimlere kulak verip tâbî olanlar aşacaktır mutlaka bütün zorlukları. Onlara müjdeler bulunmakta, onları güzellikler beklemektedir ölümlerin olmadığı bir âlemde.

Aydınlıkların sahibi, hayat ve şuur sahiplerini başıboş bırakmamıştır ve bırakmayacaktır da. O "eşref-i mahlukat" olarak şereflendirdiği insanlara güçlü aydınlıklar göndermiştir. O bizleri uyandırmakta ve uyarmakta, görüş menzilimize giren, görüş mesafemizi kısaltan karaltılardan kurtulmamızı istemektedir.

Gerçek aydınlıklardan kaçmak hamakatinde bulunan insanların oldukça fazla bulunduğu bir dünyada yaşamak kolay olmamaktadır doğrusu. Ama başarmalıyız. Kendimizi ve insanlığımızı kurtarmalıyız mutlaka... Hedefe ulaşmak için birlikte hareket etmeli, birbirimize dayanmalı, sevgiyle beslemeliyiz kendimizi. Geçici aydınlıkların şeytânî duyguları kabartan çekiciliklerine kapılanların fazla olduğu bir dünyada kılı kırk yararcasına doğruları aramak zorundayız hep beraber.

Boş vermişlikle, önemsiz görmekle maksûda varmak kolay olmayacaktır elbette. Bütün dikkatimizle, bütün ciddiyet ve samimiyetimizle yaratılışın en büyük hakikatini aramalı ve buluncaya kadar da gözümüze uyku girmemelidir.

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Niyetimiz, hizmetimiz, kısmetimiz



Düşünce planında bir hedef ve gaye güderiz. İşte buna niyet denir.(1) Niyet, bir düşüncenin uygulamaya geçmesi faaliyeti, bir işi yapmak için zihnimizde hâsıl olan yönelme diye de tanımlanır.

Zihnimize komut veren ve duygularımızı motive eden program gibi olan niyet; bütün davranış ve fiillerimizin hayatı, ruhudur. Zihnî bir faaliyet olan niyetimiz kalpten beslenir. Ruh, duygu, düşünce, arzularımız üzerinde bir iksir, maya ve kimya tesiri yapar. Maya hamuru ekmeğe, sütü yoğurda ve yağa çevirdiği gibi, niyetlerimiz de işlerimizi olumlu veya olumsuzlaştırır.

Unutmayalım ki, niyetimiz düşüncelerimizi, düşüncelerimiz davranışlarımızı, onlar da hayatımızı etkileyip yönlendirirler. Dimağ ve kalbimize arzu, istek, duâlarımızla olduğu gibi niyetlerimizle de "olumlu-olumsuz" mânâlar yükleriz. Farkına varmasak bile (şuuraltı diye de ifade edilebilir) beynimize verdiğimiz emirler, işler, niyetlerimiz istikametinde şekillenir. Çünkü niyet, bir maya, bir iksir ve kimyadır. Düşüncelerimizi reaksiyona sokar, olayları değiştirir.

İç âlemimiz de istek, düşünce ve niyetlerimizle şekillenir. Tıpkı, evimizi istediğimiz renge boyamamız, dekorasyonunu ayarlamamız gibi. "Ameller/işler niyetlere göredir. Kişi için ancak niyetinin karşılığı vardır"(2) hadisi bunu ifade eder.

Cansız maddelerin, gayet ince ve akıcı madde ötesi ışınlardan oluşan bir enerjilerinin bulunduğu ve bunu etraflarına yaydıkları fizikî bir kuraldır. Ruhî ve zihnî bir dalga boyu olan niyetin titreşimleri hem etki, hem de tepki verir. Dolayısıyla iç ve dış dünyamıza tesir ederler.

Bediüzzaman'ın tesbitiyle, evliyalığın, samimiyetin ve sair duyguların kerameti (olağanüstü, harika hali) olduğu gibi, halis bir niyetin dahi kerameti vardır; yani, olağanüstü sonuçları vardır. Güzel sözün, olumlu bakışın, sevginin; canlıları olumlu etkilediği, negatif telkin ve çirkin sözlerin ise olumsuz tesir yaptığı ilmî bir tesbittir.

İnsanlar, hayvanlar ve çiçekler, bu yaklaşım tarzımızı algılarlar. Kuantum fiziğine göre, var olan kâinattaki her varlık, duygu ve hisleri derecesinde, bizim niyetlerimizden etkilenir. Bediüzzaman'ın, "Niyet öyle bir kimyadır ki, şişeleri elmasa çevirir"(3) sözü, bu hakikati ifade eder. Demek samimî, halis niyetimiz hizmetlerimiz üzerinde bir iksir, bir kimya, bir maya etkisi yapar, fevkalâde gelişmelere zemin hazırlar.

Neye niyet edersek; karşımızda onu buluruz. Olumlu niyet güzel; olumsuz niyetler de bencilce beklentiler içine girilmesine sebep olur. Atalarımız bunu, "Niyet hayır, akıbet hayır veya niyet hayır, akıbet selâmet" tarzında vecizeleştirmişlerdir.

Halis niyet pozitif enerji, kötü niyet ise negatif enerji saçar. Niyetin müsbet, yani olumlu olması, bir işe veya beklentiye girenin aklının ve vicdanının yettiği kadar diğergâm olmasını sağlar. İşlerimiz, faaliyetlerimiz (hizmetlerimizde) niyetlerimizin kesinliği, büyüklüğü, ısrar sayısı, samimiyeti, içtenliği ölçüsünde sonuçlar alırız. İşlerimizin iyi gitmemesi, hizmetlerimizin aksamasının ana sebebi, zihin ve kalbimizin ortak fonksiyonu niyetlerimizin halis olmamasıyla ilgili.

Dipnotlar:

1. Mesnevî-i Nuriye, s. 46.; 2. Sözler, s. 246.; 3. Buhârî, İman: 41;

14.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

İlim sevdalısı olmak



İmam-ı Şafiî, Şeybân-i Râî'nin önünde diz çöker ilim öğrenirmiş. "Bir çöl adamından da ilim öğrenilir mi?" dediklerinde, "Bu zât bizim bilmediklerimizi biliyor" diye cevap verirmiş.

Bir bilgine, "İlmin yaşı var mıdır? Ne zamana kadar ilim öğrenmelidir?" diye sorulduğunda oldukça önemli şu cevabı vermiş: "Ömrün oldukça." Diğer bir âlime, "Hangi yaşta ilim öğrenmek güzeldir?" sorusuna verdiği cevap da "İnsan yaşadığı müddetçe" şeklinde.

İlmin tadını alanlar için hayatta en leziz yemekten daha leziz birşey varsa o da ilimdir. Kendini ilme kaptıranların zaman zaman yeme içmeyi unutmalarının sebebi de bu olsa gerek.

İlim aşkıyla yanıp kavrulmak onun tadını almaya bağlı. Gelişmiş ülkelere göre çok az okuyan, okumaktan kaçan bir toplum oluşumuz, ilim yarışında önde olan ülkeleri niçin yakalayamadığımızı da açıkça göstermiyor mu?

İlmi sevmek ve sevdirmek, özendirmek lâzım. Maddî ve manevî kalkınmanın temelinde ilim olduğunu bilen herkesin bu hususta kafa patlatması gerekiyor.

Her neyse. Biz geçtiğimiz Cumartesi müstesnâ bir ilim meclisindeydik. Okuyan ve okumayı seven insanlardan müteşekkil bir meclis. Güzide ilim adamları ve meraklıların hazır bulunduğu Çamlıca Belediye Tesislerinin tarihî toplantı salonunda bir ilim ziyafetindeydik. Hayırsever Nuri Beyin finansmanını, ilim sevdalısı Ahmet Yüter kardeşimizin organizatörlüğünü üstlendiği maddî ziyafeti takip eden bu manevî ziyafette Prof. Dr. Bekir Karlığa Hocamızın medeniyetle ilgili özlü değerlendirmelerini dinledik. Özetle İbni Meymun'un çağımızda takipçisi Amerika'da çalışmalarını 1970'li yıllara kadar sürdüren Prof. Şikraus'un tezi bir ve ikinci nesillerce de devam ettirilmiş, bu anlayışa göre Batı medeniyeti kendine rakip olarak İslâmı seçmişti.

Bu durumda Müslümanlara düşen de bütün çağları kucaklayan, ebedî risalet, ezelî hikmet ve evrensel adaleti içinde bulunduran İslâm medeniyetini ortaya koymaktan ibaretti. Geçmişte Batı İslâm medeniyetinden çok şeyler almıştı. Aristo'yu bile İslâm âlimlerinin tercümeleriyle tanımıştı. Ezelî hikmet gereği İslâm âlimleri, "Hikmet Müslümanın kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır" anlayışıyla nerede faydalı, güzel bir şey varsa onu almakta tereddüt etmemişlerdi.

Aşırılıklardan uzak bir dengeyi, itidali getiren evrensel adalete, İslâm medeniyetine dünyanın ne kadar ihtiyacı var. Medeniyetimizi ne kadar tanır ve tanıtırsak o ölçüde görevimizi yapmış olacağız.

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

AB rehaveti



Bir şeyi reddetmenin izahı kolaydır. Ancak, o şeyi hem reddetmeyip, hem de gereğini yapmamanın izahı pek müşkildir.

İşte, mevcut iktidarın Türkiye-AB ilişkileri hakkındaki tutumu da ne yazık ki böylesi müşkillerden biridir.

Siz bakmayın Başbakan'ın sık sık "her şeyin yolunda gittiğini, herhangi bir aksamanın da, rehavete kapılmanın da bizim açımızda söz konusu olmadığını" söyleyip durmasına...

Başbakan gerçek durumu olduğu gibi yansıtmıyor.

Bir kere, AB temsilcilerinden hiçbiri, sayın Başbakanla aynı görüşte olduğunu beyan etmiyor. Tam aksine, yapılacağı söz verilen reformların yavaşladığından, AB ile ilişkilerin rölantiye bırakıldığından şikâyet ediyorlar.

Haydi, bunlar da bir yana. Şayet bakanlıklarda çalışan ve az-çok AB ile ilişkiler çerçevesinde kendi bakanlıklarınca yapılması gereken hazırlıklar hakkında bilgi sahibi tanıdığınız kimseler varsa, lütfen onlarla da görüşüp konuşun. Emin olun, aynı yönde yaşanan birtakım hantallıklardan, ağır-aksak gitmelerden, hatta kasdî ayak sürümelerden duyulan şikâyetlerle birebir yüzleştiğinizi göreceksiniz.

Bizim, esasen tâ başından beri bu hususta endişelerimiz vardı. İşbaşındaki iktidarın AB üyeliği hakkında ciddî ve samimî olmadıkları yönündeki endişelerimizi, ne yazık ki, geçen zaman ve yaşanan gelişmeler, doğrular mahiyette görünüyor.

Evet maalesef, Türkiye'nin bir medeniyet projesi olarak görüp yarım yüzyıl evvel kendi isteğiyle müracaat etmiş olduğu AB üyelik süreci, el'an yavaşlamış ve âdeta rölantiye alınmış durumda.

Bu da, haliyle ciddî şüphelere, tereddütlere yol açıyor.

Ayrıca, bu hususta sadece biz değil, başkalarının da ciddî kuşkuları var. Posta yazarı M. Ali Birand gibi aktüaliteyi takip eden bir gazeteci bile, aynı yöndeki endişesini ifade ediyor. Cumartesi (12 Ocak) günkü yazısında "AB'yi unutan AKP'nin gerçek niyetinden ben bile kuşkulanır oldum" diyor.

Bu arada, zaman zaman yaşanan restleşme edâlarını doğru bulmadığımız da ifade edelim.

Zira, AB herhangi bir ülkeye üyelik teklifi götürmüyor. Öyle bir prensibi yok. Üyelik teklifi götüren, farklı farklı ülkelerin hükümet ve devlet yetkilileridir. Onlar da restleşme yapmaz, sadece müzakerelerde bulunur.

Bu durumda, Türkiye'nin resmî ve aslî üyelik statüsünü elde edip etmemesine mutlak bir zorunluluk şeklinde bakılmamalı.

Önemli olan, medeniyet yolunda yapacağı birtakım reform ve yeniliklerle Türkiye'in AB'ye üyelik seviyesini yakalayabilmesi ve o istikamette iyi bir mesafe almasıdır.

Bunların başında da, cidden onlara nisbeten geri durumda olduğumuz demokrasi, temel hak ve hürriyetler, insan odaklı sağlık, eğitim, çevre, ekonomi gibi konularda en ileride olanlarla hiç olmasa eşit bir seviyeyi tutturabilmek gelir.

Gidişat bu istikamette olmadığı takdirde, militarizm, radikalizm, jakobenizm ve benzeri birtakım ayakbağlarıyla uzun bir süre daha boğuşacağız demektir.

SÖZ

Halk ne istemez?

Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref, halkının istemesi halinde iktidarı bırakmaya hazır olduğunu söylemiş.

Ne dersiniz, bu söze inanmalı mı?

Eğer bu "Müşerref sözü" değil de, "şeref sözü" olsaydı, hani belki inanırdık.

"Belki" diyoruz; zira adı ne olursa olsun, kişi darbeci olduktan sonra, onun vereceği şeref sözünü bile ihtiyatla karşılamak gerekir.

Hem, 1999'dan beri iktidarı elinde tutan Müşerref, hâlâ halkın ne isteyip ne istemediğimi bilmiyorsa, bunu hâlâ öğrenememişse, bundan sonra öğreneceği de yok.

GÜNÜN TARİHİ 14 Ocak 1915

Cemal Paşanın Kanal Seferi

Yaygın tâbirle "Üç İttihatçı"dan biri olan Cemal Paşa, emrindeki 25 bin kişilik bir kuvvetle Kanal (Süveyş Kanalı) Seferini başlattı.

Birinci Dünya Harbinin en şiddetli günleri yaşanıyordu....

Bahriye Nazırlığı yanında Filistin-Suriye hattındaki 4. Ordu Komutanlığını da üstlenen Cemal Paşa, Mısır'ı işgale hazırlanan İngilizler'e karşı mücadele vermek için, kendince bir plan geliştirdi.

Bu plana göre, Süveyş Kanalı kontrol altına alınacak ve işgalcilerin Mısır'ı ele geçirmesi engellenecekti.

Bu maksatla Osmanlı Ordusu 14/15 Ocak gecesi Gazze-Birussebi bölgesinde toplanarak ileri yürüyüşe geçti.

4. Orduya bağlı birlikler, çok büyük zahmet ve müşkilâtla, nihayet Şubat ayı başındaTimsah Gölü ile Acı Göl arasındaki bölgeden Kanal'a doğru taarruza geçti.

Beş tabur kadar Osmanlı askeri, kıyıya indikten sonra dumbaz denilen çelik kaplı teknelerle karşı kıyıya doğru ilerlemeye başladı. Ancak, İngiliz kuvvetleri şiddetli bir ateşle karşı koydu. Dumbazların çoğu battı.

Bu arada, kıyıya ulaşabilen 600 kadar asker şehit oldu, ya da İngilizlere esir düştü.

3 Şubat 1915 sabahı gün ağırdıktan sonra harekât sahasında bulunan Cemal Paşa, verilen ağır kayıp karşısında şaşkına döndü ve bu şartlarda Süveyş Kanalı'nı ele geçirmenin mümkün olmadığını anladı. Derhal kuvvetlere geri çekilmesi emrini verdi.

Cemal Paşa, bölgede kaldığı savaşın son günlerine kadar da, askerî yönden ciddî bir varlık gösteremedi. Kayıp üstüne kayıplar yaşandı.

En ağır kayıplar ise, savaşın son haftalarında yaşandı. Bölge, İngiliz ve Fransız birliklerine âdeta peşkeş edildi.

Zira, buradaki İttihatçı paşalar, Araplar'dan bir an evvel kopmak istiyorlardı. Ne yazık ki, bu kopma süreci içinde, on binlerce Osmanlı askeri de heder edildi.

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mahşerde Kur'ân yol gösterir



Nazım Bey:

*"Yirmi Sekizinci Mektubun Dördüncü Nüktesinde geçen mahşerde diriliş keyfiyeti hakkındaki soru ve cevabı izah eder misiniz?"

Yirmi Sekizinci Mektubun Dördüncü Nüktesinde mahşerle ilgili sorulan sorulardan birine Bedîüzzaman Hazretlerinin verdiği bir cevap vardır ki, bütün dikkatimizi Kur'ân üzerinde yoğunlaştırıyor. Soru şöyledir: "Peygamber Efendimiz'i (asm) şefaat için nasıl bulacağız? Mahşerden sonra ulaşmamız gereken Cennet için bize kim yol gösterecek? Cennet ehlinin ve Cehennem ehlinin elbiseleri nasıl olacak?"

Bedîüzzaman bu soruları cevaplarken birçok âyetin ve hadisin de tefsirini yapar. Buna göre, mahşerden sonra ulaşmamız gereken Cennet için bize Kur'ân yol gösterecektir. Ve Peygamber Efendimiz'i (asm) şefaat için inşallah Kur'ân'ın delâletiyle bulacağız. Zîrâ rehberimiz Kur'ân'dır. Kılavuzumuz Kur'ân'dır. Kitabımız Kur'ân'dır. Kur'ân, Kur'ân'ın nuru altına girenlere mahşerden sonra inşallah Cennet'e giden yolu gösterecektir. Çünkü Kur'ân kendisini mü'minler için büyük bir rehber ve yol gösterici ilân ediyor.1

Bu yorumlara kuvvet veren âyet ve hadislerden bir kaçı şöyledir: *"Elif lâm mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir."2 *"İman eden, güzel işler yapan ve Rablerinden hakkın tâ kendisi olarak Muhammed'e indirilmiş olana inananların ise Allah günahlarını örtmüş ve onlara dünyada ve âhirette muvaffakiyet vermiştir."3

Mahşerde şefaat için Resûlullah'ı (asm) nasıl bulacağımızı Enes bin Malik'ten (ra) dinleyelim: "Resûlullah'tan (asm) kıyamet gününde bana şefaat etmesini istedim. 'Ederim' buyurdu. "Ya Resûlallah, sizi nerede arayayım?" dedim. "Beni ilk arayacağın zaman sırat üzerinde ara!" buyurdu. "Şayet sırat üzerinde sizi bulamazsam?" dedim. "O zaman beni amel terazisinin yanında ara" buyurdu. "Terazinin yanında da sizi bulamazsam?" dedim. "O zaman beni havuzun yanında ara! Ben bu üç yerden şaşmam!" buyurdu.4

Dünyada hakikat rehberimiz olan Kur'ân'ın, âhirette Resûlullah'ın (asm) şefaati için ve Allah'ın mağfireti için bize inşallah yol göstereceğinden şüphe etmememiz gerekir. İşte Peygamber Efendimiz'in (asm) müjdeli haberleri:

* "Kur'ân şefaat edicidir. Şefaati kabul edilendir. Şereflidir. Tasdik edicidir. Kim onu rehber edinirse, O'nu Cennete götürür. Kim de onu arkasına atacak olursa, O'nu Cehenneme gönderir."5

* "Kıyamet günü Kur'ân'ın şefaat ettiği kimse kurtulur. Çünkü Kur'ân'ın şefaati Cehenneme girmeye manidir. O'ndan başkasının şefaati ise azabın vukuundan sonra kurtarıcıdır."6

* "Allah katında Kur'ân'dan daha faziletli bir şefaatçi yoktur. Ne bir Peygamber, ne bir melek ve ne de O'ndan başkası!"7

* "Kim Kur'ân okur ve onunla gereği gibi amel ederse, kıyâmet gününde onun annesine ve babasına ışığı dünyadaki güneş ışığından daha parlak ve daha güzel bir taç giydirilir. Kur'ân ile amel etmeyi ne zannediyorsunuz?"8

* "Kıyamet günü Kur'ân gelir: "Ya Rabbi! Bu Kur'ân ehlini süsle!" der. Hemen o keramet tacını giyer. Sonra Kur'ân, "Ya Rabbi! O'na nimetini artır!" der. O da keramet elbisesini giyer. Sonra Kur'ân: "Yâ Rabbi! Bundan razı ol!" der. Allah ondan razı olur. Sonra O'na: "Oku da yüksel!" denilir. Ve her âyette bir kat sevap artırılır."9

"Kur'ân, Allah'tan başka her şeyden faziletlidir. Kur'ân'ın diğer kelâma olan üstünlüğü, Allah'ın yarattıklarına olan üstünlüğü gibidir."10

Bu âyet ve hadislerden anlıyoruz ki, biz Kur'ân'ı ne derece hayatımızda kendimize rehber edinirsek, dünyanın her türlü çıkmaz yollarında da, âhiretin her türlü sıkıntılarında da Kur'ân'ın o derece elimizden tutmasını kolaylaştırmış olacağız. Cennet ehlinin ve Cehennem ehlinin elbiselerinin nasıl olacağı konusunu inşallah yarın ele alalım.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 373; 2- Bakara Sûresi: 1,2; 3- Muhammed Sûresi: 2; 4- Tirmizî, Kıyâmetin Sıfatı, 9; 5- Keşfü'l-Hafâ, 2/94. 6- Muhammed Mekkî, Nihâyetü'l-Kavli'l-Müfîd, 251; 7-İhyâ, 1/281; 8- Ebû Dâvud, 1/355. 9- Şerhu Sahihi't-Tirmizî, 1/37 10- Şerhu Sahihi't-Tirmizî, 11/47

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

BİR KISSA, BİN HİSSE



Medine döneminde herkesin varını yoğunu İslâm binası için harcadığı günlerden birinde Hazret-i Ali (ra) büyük bir geçim sıkıntısına düştü. Muhterem eşi Hazret-i Fatıma'ya (ra), "Babana gidip de yardım istese miydin?" dedi.

Hazret-i Fatıma (ra) Peygamber Efendimize (asm) gitti. Kapıyı çaldı. İçeriden Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Bu kapı çalış, Fatıma'nın kapı çalışına benzer. Bu saatte gelmezdi. Acaba gelmesinin sebebi nedir?" buyurdu.

Hazret-i Fatıma (ra), "Yâ Resulallah! Meleklerin yiyeceği Lâ ilâhe illallah demek ve Allah'a hamd ve tesbih etmektir. Ya bizim yiyeceğimiz nedir?" dedi.

Peygamber Efendimiz (asm), "Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, bir aydır Muhammed'in evinde yemek pişirmek için ateş yakılmamıştır. Ancak bize biraz keçi gelmiştir. Sana beş tane verilmesini söyleyeyim. Ama eğer istiyorsan, Hazret-i Cebrail Aleyhisselâmın bana öğrettiği beş kelime var, onları sana öğreteyim" buyurdu. Hazret-i Fatıma (ra), "Babacığım! Cebrail Aleyhisselâmın sana öğrettiği o beş kelimeyi bana öğret" dedi.

Peygamber Efendimiz de (asm), "'Ey öncelerin öncesi olan Allah'ım! Ey sonraların sonrası olan Allah'ım! Ey güç ve kudret sahibi olan Allah'ım! Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ım!' de" buyurdu.

Hazret-i Fatıma (ra) bu zikri öğrenerek geri döndü.

Hazret-i Ali (ra) "Ne haber var?" deyince Hazret-i Fatıma (ra), "Buradan dünya için gitmiştim. Sana ahireti getirdim" dedi.

Hazret-i Ali (ra) bundan razı olarak, "Bu gün senin en hayırlı günündür" dedi.

(El-Kenz, 1/302.)

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Birinci Söz'e giriş -1



"Ey kardeş"

Hitabın muhatabı kardeş unvanı ile tarif edilmektedir.

Neden kardeş? Çünkü;

1- Müminler kardeştir. (Hucurat/10)

2- "Kardeş kardeşe müzahir olur."

3- Aradaki münasebet hakikî kardeşlik vasıtalarıdır.

4- Kardeş kardeşe mürşit vaziyeti takınamaz. Sadece ders arkadaşı olur.

5- Kardeş kardeşinin kusurunu örterek öğretici olur, ıslâh edici olur.

"Benden birkaç nasihat istedin."

Kardeş, kardeşten ne istemeli? Elbette çok şey isteyebilir. Ortak hukukun gereği, bir çok meselesini paylaşabilir.

Konumuz gereği manevî bir bağ ve öğrenme içinde, ders şeklinde istenen nasihattir.

Kardeş kardeşten nasihat istemeli. "Bana nasihat eder misin?" demeli.

Meselâ manen ve dinen kardeş sayılan evlâdımıza "bana nasihat eder misin?" desek, o kadar anlamlı, ihlâslı ve öğretici bir rehberlik alırız ki tarif edemem. Denemekte fayda var.

Üstelik hadiste ifade edildiği gibi, "Din, bir nasihattir."

Bu sahih hadiste "nasihat" kelimesi, aynı zamanda samimiyet, ihlas anlamına gelmektedir.

"Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilatıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati nefsimle beraber dinle."

1- 1926 yılında yazılan bu eser, Barla kasabasının bağlı olduğu Eğridir ilçesinde subay olan Hususi Yahyagil'e, istikbal için manen uzanan bir mesaj halkasıdır. Nitekim sonraki yıllarda gelip talebesi olmuştur. "Asker temsilatının" bu anlamda geleceğe ait bir manevi diyalogu şeklinde olabileceği Barla Lahikasında belirtilir.

2- "Ey kardeş" olarak karşıladığı muhatabında, birinci diyaloğu din kardeşliği olarak tesis ederken, ikinci diyalog basamağında onun mesleğini ve kariyerini dikkate almaktadır.

3-"Sen bir asker olduğun için" gerekçesiyle, Bediüzzaman; temsilleri, hikâyeleri muhatabının meslek diliyle vermektedir.

4- Edebiyatta 'Tahkiye' olarak ifade edilen temsili hikâyeler metodu, Risâlede sıkça kullanılır. Aynı zamanda Kur'ân tarzıdır bu metod. Amaç, konuyu akla yakınlaştırmak, anlamayı kolaylaştırmaktır.

5- Meslekî önceliğe göre temsillerle hikâyecikler şeklinde verilen konular içinde "Bir kaç hakikat" serpiştirilmektedir. Hakikatlerin anlatımında yine üç aşamalı olarak; muhatabın terminolojisini dikkate alma, örneklerle kavrayışı sağlama ve bunu hikâyemsi bir üslûpla üçüncü kişi üzerinden bir mesaj yüklemesiyle yapma yolu seçilmiştir.

6- Bediüzzaman, önce nefsine ders veriyor. "Nefsimle beraber dinle" demektedir. Söylediklerini önce kendisi duyuyor, dinliyor ve yaşıyor. İkinci olarak muhatabının nefsini dâvet ediyor. Eğer kendi nefsi dinlemeseydi, o zaman muhatabın nefsinin dinleyip dinleyemeyeceğini, ya da dinlemesinin mümkün olup olmadığını nereden bilecekti?

7- Bediüzzaman, kendi nefsinde empati yapıyor. Onun üzerinden gelen itirazları cevaplandırıyor. Onun kabullendiği yerde konuyu tamamlıyor. Yeterli olduğuna hükmediyor.

8- Nasihat isteme, aynı zamanda dinleme makamıdır. Dinlemeyen, nasihat istemiyor demektir. Dinletmeye kalkışmak gerekmez. Nasihat etmek, muhatabın isteği ile başlamaktadır.

14.01.2008

E-Posta: [email protected].




Cevher İLHAN

"Alevî açılımı"nın akıbeti



Cumhurbaşkanı Gül'ün altı günlük son Amerika seyahati, Yahudi lobisi kuruluşlarını ziyareti ve Amerikalı yetkililerin, kapalı kapılar ardındaki görüşmelerde "PKK'nın siyasallaştırması" için "siyasî çözüm pazarlıkları"na dair açıklamalarına, "Amerikalılardan akıl almaya ihtiyacımız yok" diye gösterdiği tepkiyle sona erdi.

Amerikalı muhataplarıyla görüşmelerinde bu konuların gündeme gelmediğini belirten Gül'ün, "Bush'la çok faydalı bir görüşme yaptık" ifâdesinin peşinden özellikle "Türkiye'de zaten bunları konuşuyoruz" demesi dikkat çekti.

Ancak Gül'ün teröre karşı "askerî operasyonun yanı sıra siyasî, ekonomik ve sosyal çözümler" cümlesinde yer alan "siyasî çözümler"in ne olduğu daha tam tartışılmadan bu kez Başbakan'ın hafta sonunda "Alevî iftarı"na katılması, gündeme damgasını vurdu.

Dokuz bakan ve kalabalık bir milletvekili topluluğuyla iftara katılan Başbakan, yaptığı konuşmada "Gelin canlar bir olalım" diye seslendi; lâkin iftar daha başlamadan Alevileri böldü, birbirine düşürdü. İşin ilginç yanı, Başbakan'ın iktidar partisi olarak daha önce açıklanan "Alevî açılımı"nın ardından, iftara katılmayanın bir kısım "dedeler"ce "düşkün" ilân edilmesiyle, tartışmalar karşılıklı suçlamalara ve dışlamalara dönüştü.

* * *

Mûtedil olarak bilinen başta Ehl-i Beyt Vakfı olmak üzere çeşitli Alevî dernek ve dergâhlarınca meselenin siyasî arenaya çekilmesine infial gösterildi. İftara "oy alma projesi" olarak tepki gösterildi; AKP'den sonra CHP'nin de el atmasıyla Aleviliğe bir defa daha politika bulaştı; konu tamamen siyasallaştı.

Ancak en çarpıcısı, bu bahaneyle "Alevîliğin Müslümanlık dışı olduğu" şeklindeki yabanî yorumların daha da azdırılması oldu. Maksatlı algılamalar devreye girdi, "cemevlerinin ibâdethâne olması" dayatması yeniden tetiklendi.

İftarda, Başbakan, "hepinizin mâtemini tutmaya geldim" dedi; daha önce "okullarda din dersleri verilmemeli" diyen Çamuroğlu'nun duyurduğu Başbakan'ın "Alevî açılımı"ndan tek kelime bahsedilmedi.

AKP milletvekili Reha Çamuroğlu'nun koordinesiyle Bilkent Otel'deki iftara Alevî vatandaşların yasını yaşamaya giden Başbakan ve hükûmetin, başta cemevlerinin ibâdethâne olarak Diyanet'e bağlanması olmak üzere, dedelere maaş bağlanmasına dair verilen sözlerin akıbeti anlaşılmadı.

Bilindiği gibi, daha önce Diyanet'ten sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın, "Müslümanlık üst kimliktir; cami ve mescit haricindeki yerler Müslümanlar için ibâdethâne kabul edilemez" tesbitinde bulunmuştu. Keza Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Müslümanlıkta yegâne mâbedin camiler olduğunu, cemevlerinin ibâdethâne olarak açılmasının sözkonusu olmadığını bildirmişti.

Ne var ki, tıpkı başörtüsü yasağı meselesinde olduğu gibi, hükûmetin YÖK ve yasakçıların yasadışı gerekçesine katılarak AİHM'in şaşırtılması gibi, AB'nin de şaşırtılması sonucu Alevileri "dinî azınlık" gösterme komplosu devam ediyor.

Pir Sultan Abdal Vakfı'nın, "Alevîlik ve Bektaşiliği İslâmdan ayrı bir din olarak kabulü" için yaptığı müracaat, bu dehşetli projenin açığa çıkan ucu.

Oysa Alevîliğin İslâm dışına itilmesi, Hıristiyanların kilisesi, Yahudilerin Sinagogu ve Müslümanların camisinin yanı sıra Alevîlerin cemevinin mâbed olarak manipülasyonu, tıpkı Pakistan'daki "Şîi-Sünnî" maskesindeki fitne ve çatışma gibi, Türkiye'de de "büyük Ortadoğu projesi" çerçevesinde "Alevî-Sünnî ayrımı" üzerine fitne ve ifsadı kışkırtmaktır.

Aynen "Osmanlı-Safevî" kavgası gibi, yeniden bir kargaşa ve kavgaya zemin hazırlama desîsesidir. İslâm coğrafyasında, etnik farklılıkların kışkırtılmasına ilâve olarak, mezhebî ihtilâfları körüklemekle halkları birbirine düşürmek; güçlü bir ülke bırakmayıp ufacık güçsüz devletlere bölme ve parçalama senaryosudur.

* * *

Ve ne yazık ki hükûmet, Aleviliğin İslâm dairesinin içinde olduğunu, Alevîlerin Müslüman olduğunu Diyanet'in raporları ve dinî, tarihî sosyolojik delillere dayanarak AB'ye bildirmek yerine,"Alevîlere özgürlük" propagandasında Alevîleri "dinî azınlık" gibi lanse edilmesi plânına âlet olma zaafı içinde.

Türkiye'deki gayr-ı müslimlerin sâdece "dinî azınlık" olarak kabul edildiğini, Alevîlerin "dinî azınlık" değil, yüzde doksandokuzu Müslüman olan büyük çoğunluktan olduklarını iletmiyor; "Alevîleri Müslümanlıktan ayırma oyunu"na geliyor.

Bu vaziyet, Başbakan'ın dediği gibi "acıyı bal eylemek" değil, bala zehir katmaktır. Bu ülkede bin senedir birlikte yaşayan, aynı inanç, tarih ve kültürle kaynaşan Alevî ve Sünnî birliğini ve kardeşliğini zehirlemektir. Sahi AKP'nin "Alevî açılımı"nın akıbeti ne oldu? Başbakan'ın Bilkent Otel'deki "Muharrem iftarı"na katılması, salt bir jest mi, yoksa Çamuroğlu'nun daha önce sözünü ettiği "açılımlar" duruyor mu?

Alevîlere her türlü devlet desteği yapılabilir. Cemvelerinin "dergâh statüsü"nde açılabilmesine yasal imkân tanınabilir. Ancak, camilere alternatif olarak cemevlerinin "ibâdethâne" olarak açılması, Müslümanlığın temeline dinamit sokmaktır. Fitneyi alevlendirmektir.

Aman dikkat.

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

28 Şubat itirafları erken başladı



Daha dün diyebileceğimiz bir 'post modern darbe'nin üzerinden de yıllar geçti. 28 Şubat 1997 tarihinde toplanan Millî Güvenlik Kurulu'nda alınan kararlar, Türkiye'de siyaset alanını daraltan etkiler yaptı. 28 Şubat 1997'de alınan bu kararlar, 'post modern darbe' olarak anılmaya başlandı.

Aradan yıllar geçtikçe, 28 Şubat sürecinde yaşanan 'demokrasi dışı müdahale örnekleri'yle ilgili ayrıntılar da dillendirilmeye başlandı. Bu müdahale güya 'demokrasi' adına yapılmıştı; ama itiraflardan da anlaşılacağı üzere müdahalenin özünde demokrasi kaygısı yoktu.

Buna rağmen önümüzdeki ay, bu müdahalenin 11. yılını 'kutlayacak' olanlar da çıkabilir. Çünkü geçmişte, 27 Mayıs 1960 ihtilâlini 'bayram' olarak kutlayanlara da bu ülkede rastlanmıştır.

Her ihtilâl ve müdahale sonrasında olduğu gibi, 28 Şubat sonrasında da; o dönemde yaşanan 'gerçek'lerle ilgili bilgiler kamuoyunu şaşırtıyor. Geçmişteki ihtilâller sonrası 'itiraf'lar daha geç gelirdi, ama 28 Şubat süreciyle ilgili itiraflar erken sökün etti. Muhtemelen asıl itirafları, 28 Şubat sürecinin yıldönümlerinde okuyacağız.

Kamuoyuna açıklandığında insanları tedirgin eden ve 'post modern darbe' olarak isimlendirilen "28 Şubat kararları"nda neler vardı? Önceki ihtilâllere de bahane edildiği üzere bu kararlarda da 'irtica tehdidi'nden bahsediliyor ve 'kökten dinci kadrolaşma'dan şikâyet ediliyordu. (18 maddelik kararlara ulaşmak isteyenler için internet adresi: http://www.netbul.com/superstar/ozeldosyalar/siyaset/donemecler/11.asp)

1997'de alınan bu kararlar bugün okuyunca, ne kadar anlamsız oldukları bir defa daha anlaşılıyor. Sabah'ın eski patronu Dinç Bilgin, 28 Şubat süreciyle ilgili değerlendirme yaparken, "Türkiye sapık, karışık bir dönem yaşadı. Her şey sapıtmıştı" demiş. (Yeni Şafak, 10 Ocak 2008)

28 Şubat sürecine giden yolda 'kilometre taşı' kabul edilen Sincan'daki 'tank yürüyüşü'yle ilgili yeni bilgi de çok şaşırtıcı: Tankların yürüyüşünün fotoğrafını çekemeyen bir gazete için 'rica' üzerine Sincan'da yeniden tanklar yürütülmüş! (Star, 11 Ocak 2008)

"Bu kadar da olmaz ki!" diyenler için bir tahmin yapalım: 28 Şubat sürecinde, muhtemelen bu hadiseden daha da şok edici vak'alar olmuştur. Her halde onları öğrenmek için de biraz daha sabretmek gerekecek!

Bütün bunlar, bilhassa 'kartel medya'sının 28 Şubat sürecinde ve sonrasında çok kötü bir imtihan verdiğini gösteriyor. Hak, hukuk ve demokrasiden yana olması gereken gazete ve gazetecilerin; ihtilâlcilere zemin hazırlama gayretine girmesi ne acı. Şimdi pişmanlık gözyaşları akıtanların hali, bundan sonraki 'ihtilâl zemini hazırlayıcıları'na keşke örnek olsa.

"İrtica" ithamıyla özetlenebilecek bir 'korku' uğruna yapılan bunca ihtilâl, bunca müdahale; Türkiye'yi nereye taşıdı? Hani, 'muasır medeniyet seviyesi'ne ulaşmak hedefimizdi? Hangi 'zengin ve mutlu' ülke, o noktalara millete karşı ihtilâl yaparak geldi?

Türkiye'nin zenginliği ve menfaati, hür ve demokrat olmakta. Lütfen, bunu ihtilâlciler de anlasın...

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Butto hanedanlığı ve Şia



Benazır Butto'nun bir suikast sonucu öldürülmesiyle birlikte hem Butto hanedanlığı hem de Müşerref dönemi sona ermiştir. Bundan sonra, Asıf Ali Zerdari'nin Butto'nun siyasî mirasını taşıması tartışmalı olacaktır. Hindistan'da benzer Gandi siyasî hanedanlığının Rajiv'den sonra İtalyan asıllı dul eşi Sonya Gandi tarafından sürdürülmesine ve bu hamuleyi taşımasına benzer. Tartışmalı kalacaktır.

Pakistan sık sık Şiî-Sünnî kutuplaşma ve çatışmalarına sahne olmakta ve bu gerilimle çalkalanmaktadır. Ama bugüne kadar Pakistan üzerinde Şiî devlet adamlarının etkisine dair geniş ufuklu çalışmalar yapılmamıştır. Halbuki Pakistan'ın siyasî elitlerinin bir kısmının kökeni Şiî'dir. Elbette hepsi İsna Aşeri değil ama genel olarak Şiî konsept içinde değerlendirilebilir. Muhammed İkbal'in tam hilâfına Kaid-i A'zam Muhammed Ali Cinnah'ın İsmaili kökenli bir Şiî olduğu bilinmektedir. İlk başbakanlardan Liyakat Ali Han da Şiî bir kökene mensuptur. Daha sonra bir suikast sonucu öldürülmüştür. Liyakat Ali Han'dan sonra başbakanlık görevine getirilen devlet adamlarından birisi olan İskender Ali Mirza da keza Şiî kökenlidir. Yine Şiî bir aileye mensup olan Zülfikâr Ali Butto da onun başbakanlığı döneminde sivrilmiş, parlamış ve ticaret bakanı olarak görev yapmıştır. Hem Mirza hem de Butto İsmaili kökene haizdir. Mirza ve Zülfikâr Ali Butto her ikisi de İranlı eşlerle evlidir. Mirza, İran'ın Pakistan temsilcisinin eski eşi Nahid'le evlenmiştir. Zülfikâr Ali Butto da İranlı Nusret Begum İsfehani ile hayatını birleştirmiştir. Butto ailesinin bu kökeni İran'ı da meşgul etmiştir. Şubat 1979 yılında bir devrimle birlikte iktidara gelen Ayetullah Humeyni 1977 yılında Ziya ul Hak tarafından devrilen Zülfikâr Ali Butto'nun akibetiyle yakından ilgilenmiştir. Devrimden hemen sonra ilgisinin bir kısmını buna teksif etmiştir. 1979 yılı Nisan ayında idam edilen Zülfikâr Ali Butto'yu ipten kurtarmaya çalışmışsa da muvaffak olamamıştır. Bu gayretinin arkasında iki faktör yattığı ileri sürülüyor. Bunlardan birisi, İran'a baskı yapan Belüci gailesini bir dönem savuşturması ve bertaraf etmesidir. İkincisi ise Butto ailesinin hem Şiî kökenli olması hem de eşi Nusret Begüm İsfehani'nin İran kökenli olmasıdır.

***

Zülfikâr Ali Butto'nun popüler sol çizgisi belki Tudeh kadar olmasa bile laik, sol ve Batı yanlısı olmasına rağmen yine de İran devriminin ilgisini üzerine çekmeyi başarmıştır. Atıfat ve şefkatine nail olmuştur. Burada ortak ideolojiden ziyade ortak duygusal bağdan ve zeminden bahsetmek mümkündür. Halbuki Butto, İran'da olsa idi iki tarafın belki de düşman olması kaçınılmazdı. İlginçtir, Butto siyasî hanedanlığı Şiî siyasetçilerin gölgesinde serpilmiş ve palazlanmıştır. Bunlardan birisi İskender Ali Mirza diğeri de darbeci general Eyyüp Han'dır. Eyüp Han ile Zülfikâr Ali Butto maalesef Doğu ile Batı Pakistan'ın birbirinden ayrışmasında çok olumsuz rol oynamışlardır. 1969 ile 1971 yılları arasında Pakistan'ı yöneten Yahya Han, Doğu Pakistan'ı Hindulara teslim eden lider olarak tarihe geçmiştir.

***

Benazır Butto'nun annesi Nusret Begüm İsfehani, İranlı bir Şiî aileye mensup iken kaderin bir cilvesi olarak kocası Asıf Ali Zerdari'nin annesi de Irak asıllı bir Şiî aileye mensuptur. Saltanat Hanım Bağdat Kazimiyye doğumludur. Cevahiri ailesine mensup olan Saltanat Hanım Asıf'ın babası Hakim Ali ile Bağdat ziyaretlerinden birisinde tanışarak izdivaç etmiştir. Asıf'ın babası Hakim Ali, İkinci Dünya Savaşı sırasında Bağdat'taki kutsal Şiî ve Sünnî eşiklerini ziyaret etmektedir. Bu münasebetle Bağdat'a ve Kazimiyye'ye uğramaktadır. Hakim Ali, hem tanınmış bir tüccar hem de Pakistan Parlamentosunda milletvekilidir. Kendisi Sünnî kökenli olmasına rağmen Şiî asıllı Saltanat Hanım'la evlenmekte bir beis görmez ve onunla dünya evine girer. Asıf da babasının yolundan ilerleyerek Irak'taki akrabalarını ve dayı teyze çocuklarını ihmal etmemiş ve onlara gerektiğinde yardım elini uzatmıştır. Görüldüğü gibi Şiî siyasetçiler Pakistan tarihinde ülkenin kaderi üzerinde derin etkiye sahip olagelmişlerdir.

14.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Cemaat ruhu dünyaya ışık tutacak



Geçtiğimiz Pazar sabahı, Bayrampaşa cemaatini ziyaretin ardından Başakşehir ve Söğüt cemaati olarak kıymetli ağabeyimiz Ali Demirel ile kahvaltı ettik. Üstad ile yaşadığı hatıraları anlattı ve hayalen o zamanlara gittiğinde sanki bir anda gençleşiyor gözleri ışıl ışıl oluyordu. Daha sonra Ömer Okçu, yaygın olarak bilinen ismi Hekimoğlu İsmail'i ziyaret ettik. Hastalığın verdiği sıkıntılara rağmen tam bir hamd halindeydi ve her şeyin Alemlerin Rabbi ile olan irtibatını uzun uzun anlattı. Üstad ile görüşmelerinden bahsederken sanki bedenindeki sıkıntılar ortadan kalkmış ve yatağından fırlamak ister gibiydi. Her ikisi de Risâle-i Nur'un kutsiyetinden ve müellifin düşünce eseri olmadığından bahsettiler. Bu aslında külliyat ile derinlemesine irtibatı olan herkesin kanaati. Belki de şu an bu manalara yeterince önem vermiyor olmamızın önemli sebeplerinden biri külliyattın bu boyutlarını fark etmiyor olmamız. Yine Hekimoğlu İsmail'in özellikle vurguladığı bütün cemaatlerin kutsi olduğu hakikati yürekten kopan ve uzun hizmet hayatından süzülmüş bir cümle gibiydi.

İnsanlığın gelişim seyri içinde ortaya çıkan farklı kültür ve medeniyetler varlık alemini kendi iç dünyalarını şekillendiren değer yargıları çerçevesinde, yani ayinelerinin rengine ve özelliğine göre anlamlandırmaktadırlar. Bu noktadan bakıldığında ferdin varlık aleminin içinde şekillenen doğruları hiç bir zaman mutlak doğruyu ifade etmeyecektir. Yani zaman ve mekanın sınırlılığı ve her yönü ile izafi olan varlık aleminde hiç kimse mutlak doğruyu, her şeyin gerçek hakikatini bulduğu iddiasında olamayacak ve doğrular varlık gereği hep izafi olacaktır. Yani her hüküm elde bulunan veriler ve doğruya götürdüğüne inanılan yollar çerçevesinde doğru olduğuna inanılan konumda kalacaktır. Mutlak doğruya ulaşabilecek güç insanlarda olmadığına göre, "her meslek sahibinin başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: "mesleğim haktır", yahut "daha güzeldir diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını ve çirkinliğini ima eden "hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturu" herkesçe rehber edinilmelidir. İşin hakikatinde bu dünya ve insanın özellikleri mutlak doğruyu bulmanın rahatlığını yaşatacak özellikler barındırmamktadır. Elde olan tek şey ihlas ve samimiyet, doğru olduğuna inandığını bulana kadar aramak, bulduktan sonra da bu doğruları anlayıp anlatmaya çalışmak olmalıdır. Biz, Nur talebeleri üstadımızdan aldığımız bu dersle, doğru olduğuna inandığımız ve bu inancımıza pek çok dayanak bulduğumuz Risâle-i Nur külliyatını anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Bu dava içinde yer alan herkesin, en azından çoğunluğun inancı, bu külliyatın geçmişin birikimini Kur'ân ve sünnet ışığında toparlayıp asrın ihtiyaçlarına uygun hale getiren bir kaynak kitap olduğudur. Bu yönüyle bir muktesebatın sonucu ortaya çıkmış eser külliyatı olmanın ötesinde bir anlam taşıdığına inanıyoruz. Bu hal eserlerin muhterem müellifi tarafından da ifade edilmiştir. Sebep-sonuç ilişkisi içinde algılanan bir varlık aleminde veya pozitivizmin şekillendirdiği bir bakış açısında bu pek kabul edilebilir değildir. Ancak unutmamak gerekir ki, Yunan ve Roma medeniyetlerinin günümüze uzanan batı medeniyeti tarzındaki varlık algıları artık kökten sarsılmış, önemini iyice yitirme konumuna gelmiştir. Geçen yıl yapılan bir deneyde ışığın ortama daha girmeden çıktığının gözlenmesi sebep-sonuç ilişkilerini iyice derinden sarsmış ve sonucun sebepten önce gelebileceğine kadar uzanan farklı bir varluk alemi tablosu ortaya koymuştur. Bu açıdan bakıldığında bir şeyin olabilirliğini veya olamazlığını ortaya koyarken çok dikkatli olunmalı ve hiç bir zaman direk hükümler verilmemelidir. Bütün bunlardan sonra, şu cümleleri sadece okumanızı ve ruhunuzdaki ve kalbinizdeki akislerine kulak vermenizi rica ediyorum: "Kezalik, hakaik-ı mahza ve mücerredat-ı sırfadan olan maneviyatta, maddiyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, adeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurani olan aklın sekeratını ilan etmek demektir. Evet, her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez."

Bizler ve üstadımız Risâle-i Nur'un mecra olduğuna kesin olarak kanaat etmişiz. Risâle-i Nur'un, Kur'ân, Hazret-i Peygamber (a.s.m.), Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam (k.s.) gibi sönmez ve söndürülemez güneşlerden aldığı enerji ile bu asırda Kur'ân medeniyetini ihya edecek bir kaynak olduğuna inanıyor ve bu sağlam dayanaklarından dolayı sönmez ve söndürülemez olduğuna inanıyoruz. Külliyattan aldığımız enerji ile bu inancımızda en ufak bir şüphe taşımıyoruz. Buna inanmayanları itham hakkımız olduğunu da düşünmüyoruz. Bu kaynağın manevi alt yapısı nedeniyle kuruyacağına dair bir endişe taşımıyoruz.

Bundan sonraki dönemde üzerine odaklanılması gereken nokta cemaatler arası birlik ruhu herkesin bu manayı ortak ruh ile hissetmesidir. Bu ruh aslında Risâle-i Nur'un dünya insanlığına hediye edeceği ruhtur. Barla ruhu yakın bir gelecekte insanlığın birlik ruhu ve çıkış noktası olacaktır.

14.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri